Aharon Appelfeld – Badenheim 1939

Aharon Appelfeld bir açılış ustasıdır. “Badenheim’a yeniden bahar geldi.” En ünlü romanına böyle başlıyor. Son derece düz görünen ama birazcık huzursuz edici bir ifade. Niçin Badenheim’a yeniden bahar gelmesin ki? Ama efsanelerin ve peri masallarının aksine, romanlar tekrarı ve ebedi dönüşü değil, yeni, taze olanı konu edinirler. Bu yüzden, bir romana baharın yeniden geldiğini söyleyerek başlamak, bir bakıma, beklentilerimizi kırma, bizi bu romanda nelerin yeni, nelerin süregelenin bir tekrarı olduğu konusunda daha dikkatli kılma amacını taşır. Aslında romanın ana konusu da budur: Bir şeye alışmış olan bizler karşılaştığımız, hayal edilemeyecek derecede korkunç yeni bir şeyi anlamaya nasıl başlayabiliriz? Bizler diyorum çünkü Appelfeld’in üslûbu ve anlatım tarzı Badenheim’ın sakinleriyle ve misafirleriyle aramıza mesafe koymamıza izin vermiyor. Burnumuzu olayın gerçekliğine sürĴüğü için değil, tam tersine, sürekli odak değiştiren anlatımı, gerçekçiliğin gerektirdiği sabit mesafeyi korumamızı güçleştirdiği ve bunun sonucunda, bu sayfaları dolduran figürler ve yaşadıkları kasaba bazen sahnedeki kuklalar, bazen de en korkunç kâbuslarımızdaki karakterler gibi göründükleri için. Appelfeld 1932’de o zamanlar Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, daha sonra Romanya, şimdilerdeyse Ukrayna topraklarında yer alan Czernowitz, Bukovina’da doğdu. On iki yıl öncesinde aynı kasabada şair Paul Celan doğmuştu, demek, savaş patlak verdiğinde Celan on dokuz yaşındaydı ve kader çoktan onun bir Alman yazarı olmasına karar vermişti. Naziler kasabaya gelip, annesini vurarak kendisini babasıyla birlikte toplama kampına gönderdiklerinde Appelfeld sekizindeydi. Kısa süre sonra oradan kaçtı, sonraki üç yılı Ukrayna ormanlarında saklanarak geçirdi, Rus askerleri onu bulup beraberlerinde götürdüler, nihayet 1946’da İtalya üzerinden Filistin’e gitmeyi başardı. Bugün İsrail’de yaşıyor, Negev Üniversitesi’nde otuz yıl öğretmenlik yaptıktan sonra zamanını yazmaya ayırmış. Doğal olarak, İbranice yazıyor ama eserlerinin arka planı göz önüne alındığında, romanları, duygu bakımından, İsrail’in yerlileri olan Amos Oz ve A.B. Yehoshua’dan çok, Avrupa doğumlu şairler, Dan Pagis ve Yehuda Amihay’a yakındır. Celan ve Pagis’inkilerde olduğu gibi Appelfeld’in eserlerinde de Avrupa Yahudi kültürünün belirgin sesi duyulur, İncil ve Talmud’un yanı sıra, Hölderlin, Kleist, KaĤa ve Proust’un izleri görülür. Adından da anlaşılacağı gibi Badenheim 1939 İkinci Dünya Savaşı arifesinde bir kaplıca kasabasını konu alır. O açılış paragrafı, “Bir geçiş anıydı,” diye devam eder. “Fazla sürmez, kasaba tatilcilerin işgaline uğrardı. İki müfeĴiş bir sokaktan borulardaki lağımın akışını inceleyerek geçtiler. Yıllar boyunca sakinlerini çok kere değiştirmiş olan kasaba mütevazı güzelliğini korumuştu.” Avrupa’daki bütün eski ve güzel kasabalar turist çekmek için özenle korunduğundan, sanırız ki müfeĴişler (kasabanın sakinleri ve misafirleri de) kasabayı korumak için oradalar. Ama yanılırız. MüfeĴişler romanın kaynağı olan yeninin habercileridirler. Turistler toplanıp yerli halkla karıştıkça, yavaş yavaş, buradaki herkesin Yahudi olduğunu fark ederler. Ve kısa süre sonra otelin ilan panosuna bütün Yahudi vatandaşların ay sonuna kadar Sağlık Dairesi’ne kayıt yaptırmaları gerektiğini bildiren bir duyuru asılır. Kasabadan çıkan yollar kapatılır ve Daire Badenheim’da (“Çalışmak hayat demektir”, “Polonya’nın havası daha temiz”, “Yolculuğunuzu Vistula ile yapın”) diyen posterlerle süslü bir seyahat acentesi ile sakinlerin Doğu Avrupa’yı anlatan kitaplara bakabilecekleri bir kütüphane arasına bir şube açar. Badenheim’da hayatın akışı giderek değişir. Yürüyüşler ya da piknikler bitmiştir artık. Hayat, otel, pastane ve yüzme havuzuna sıkışıp kalmıştır. İşin ilginç yanı, misafirler bunu tereddütsüz kabul ederler. Bir tür rüyada hareket ediyor gibidirler. “Bu yıl” denir, “açlıkları sınır tanımıyordu.” “Havada tuhaf bir zehir vardı,” bir tür “ateşli, heyecanlı coşkunluk”. Orkestra “farkında olmadan” Yahudi ezgileri çalmaya başlar. Okullu kız birdenbire hamile olduğunu bildirir. Körkütük sarhoş olan garson kız organizatör Dr. Pappenheim’a etinden bir dilim teklif eder ve kibarca geri çevrilince (“Kasaba mı benziyorum?”) organizatörün önünde eteğini kaldırıp kalçasını kesmeye başlar. Müzisyenlerden biri, Samiĵky, onları rahatlatmaya çalışır: “Endişelenmeyin çocuklar. Yakında Polonya yolundayız. Bir düşünün -Polonya.” “Polonya kokusu ona çocukluğunu geri getirmişti,” yorumunu yapar. Ama bazıları onun kadar iyimser değildir. Dr. Langmann ısrarla: “Kendimi hala özgür bir Avusturya vatandaşı olarak görüyorum. Polonya’ya Polonyalı Yahudileri yollasınlar; ülkelerini hak ediyorlar. Bu karmaşanın içine yanlışlıkla düştüm. İnsan ara sıra hata yapamaz mı?” demektedir. Ama sonuçta, protestolar ya da boyun eğme, iyi huylu ya da aksi birisi olmak, hepsi boşunadır. Geleneksel romanların aksine, anlatım, bu olaylar üzerine, bunların nelerden kaynaklandığı ya da dünya genelinde neler olduğu üzerine odaklanan bir bakış açısı sunmaz. Bu bakış açısından mahrum bırakılmak, bu talihsiz insanları pençesine almış olan çaresizlik duygusunun aynını bizim de fazlasıyla yaşamamıza neden olur. Yaz sona ermektedir. Kasabaya her gün daha çok insan gelmekle birlikte, haftalardır, kimsenin kasabayı terk etmesine izin verilmemektedir. Şartlar kötüleşmiştir. Şimdi yemek, içmek için sadece ekmek ve su kalmıştır, insanlar ölmektedir ama hayata benzer bir şey sürüyordur. Nihayet, herkesin otelin lobisinde toplanması istenir ve uzun bir bekleyişten sonra hareket işareti verilir. Epeydir hapsoldukları kasabayı terk edeceklerdir: Islak, yeşil tarlalar etraflarında uzanıyordu. İnce bir sabah sisi ağır ağır yükseliyordu. Geçiş ne kadar yumuşakƨ -neredeyse hiç fark edilmiyordu. Otelsahibi, hahamın tekerleklisandalyesinisanki bu iş için doğmuş gibi itiyordu. Kimse yardım teklif etmiyordu… Polisler biraz arkadan geliyor, onlarısıkışƨrmıyordu. Profesör Fussholdt sevinçliydi. Yeni kitabının düzeltmelerini biƟrmişƟ. Sayfalar bir sicimle balya yapılmışƨ. Mandelbaum onun yanı sıra yürüyor, sorular soruyordu… Yürüdükçe daha yeşil tarlalardan geçiyorlardı. Mera karelere bölünmüştü; her birini cetvelle ölçmüşlerdi sanki. Tarlada bir at otluyor, çiŌçinin karısı evinin kapısı önünde dikiliyordu. Hep böyle olmuştu ve şimdi de böyleydi… “Ne kadar garip,” dedi garson kız ve gözleri doldu. “Ne demek isƟyorsun?” dedi şef. “Bu sadece bir geçiş süreci. Yakında Polonya’ya varacağız. Yeni yerler, yeni insanlar. İnsan ufkunu genişletmeli, değil mi? Küçük taşra istasyonuna varırlar. Oradan “İstasyondan Badenheim’ı hala görebiliyorlardı: külah biçiminde kesilmiş bir tepecik, evlerin katlanmış kartona benzeyen çaƨlar. Sadece otel ve çan kulesi gerçek görünüyordu “ Bekleşirlerken, “birdenbire, bulutlar açıldı, gökyüzünden ışık yağdı. Bütün görkemiyle vadi ve etrafa serpilmiş olan tepeler ışıdı, istasyonun ucunda zavallı bir şekilde dikilen, Ɵtreşen çıplak ağaçlar sanki derin bir nefes aldı”. İki polisin önünde yürüyen biri görünür. Bu onlardan biri, emirlere kulak asmayıp kasabada kalmaya karar veren Peter’dir. Onu sevinçle aralarına alırlar fakat bu esnada: Bir lokomoƟf, dört kirli yük vagonuna koşulmuş bir lokomoƟf, tepelerin arkasından çıkıp gelerek istasyonda durdu. Ortaya çıkışı sanki yerdeki bir çukurdan ķrlamış kadar ani olmuştu. “Atlayın!” diye bağırdı görünmez sesler. Ve insanlar emildi. HaƩa ellerinde limonata şişeleriyle, çikolata çubuklarıyla dikilenler, köpeğiyle dikilen başgarson bile – hepsi bir huniye dökülen buğday taneleri kadar kolayca emildiler. Yine de Dr. Pappenheim şu yorumu yapmaya vakit buldu: “Vagonlar çok kirli, demek ki, fazla uzağa gitmeyeceğiz.” Eşitliğin Almanya tarafı Appelfeld’in ilgisini hiçbir zaman çekmemiştir, yalnızca Yahudi tarafı. Yıllar süren asimilasyonun götürdükleri ve getirdikleri ve Yahudilerin başlarına gelenlere verdikleri tepki romanları boyunca sürdüğü izlektir. Mucizeler Çağı gibi en yalın kitaplarında, son ana kadar Yahudiliğini reddetmeye çabalayan, bazen hayatlarını kurtarabilen -mesela ev sahipleriyle evlenerek- ve saklanarak, ama kalan ömürlerini kendilerinden önemli bir parçaya ihanet etmiş oldukları duygusuyla yaşamak zorunda kalan insanlarla Yahudiliklerini kabullenip şerefli bir şekilde ölüme gidenler arasında keskin bir karşıtlık kurar. Şifacı gibi daha karmaşık kitaplarında, daha dindar, doğulu kardeşlerinin basit inançlarını reddederek, karmaşa ve çelişkilerine sımsıkı sarılan, ama ne seküler adetlerde ne de Musevilikte huzur bulamayan Batılılaşmış seküler Yahudilerin tavrında hastalıklı, haĴa mazoşist bir yan olup olmadığı sorusunu ortaya atarken; aynı zamanda, asimilasyonda başarısız olduklarını görerek, Hasidizmin basit inançlarına yönelenlerin bu “dönüş”lerinde fazlaca Hıristiyan bir koku bulunup bulunmadığını ve bunun Yahudiliğin özü olan, karışıklık ve çelişkiler içinde yaşamak esasını reddetmek anlamına gelip gelmediğini sorgular. A maBadenheim 1939 biraz farklıdır. Burada söz konusu olan bir ya da iki karakter değil, koca bir gruptur. Gerçekten de içlerinden hiçbirinin başarması gereken bir test yoktur, yalnızca idraklerini aşan olayların acımasız baskısı. Bazı okurlar bunu kitabın ölümcül bir kusuru olarak görmüşler, Appelfeld’in Almanya ve Avusturya Yahudilerini, bizim şu anda bildiğimiz bir gerçeği yani, 1939’un vicdansız bir mantıkla 1943’e ve Auschwiĵ’deki gaz odalarına yol açacağı gerçeğini göremedikleri için haksız yere eleştirdiğini iddia etmişlerdir. Yine bu okurlara göre, bu bilgi uçurumu kitaba, tabiri caizse, kendi başına hak etmediği sahte bir patos katıyor. Böyle bir eleştiri bir bakıma Amerikalı editör / ya da çevirmenin (takdire şayan Dalya Bilu) aldığı bir karardan dolayı yazarı suçlamanın sonucudur, çünkü kitabın İbranice adı “Aylaklık Şehri” ya da daha günlük söyleyişle “Tatil Yöresi” ya da “Kaplıca” anlamına gelen Badenheim ir Nofeş’tir. Başlığa hem de böylesine yüklü bir tarih eklemek yazarın kendi düşlem ürününün etkisini artırmak amacıyla tarihe bağlı duyguları yardıma çağırdığını ima etmek demektir. Oysaki özgün başlıkla bile, daha ilk sayfalarda, anlatılan olayların geçtiği bahar ve yazın sıradan bahar ve yaz olmadığını anlamak mümkündür. Bana öyle geliyor ki, bu tür eleştiri sahipleri kitabı gerçekten okumamışlar. Kitap aslında onların kabul eşiklerini çok aşan bir seviyede rahatsız edici. Çünkü bir düzlemde, kitap hiç de Yahudileri konu almaz. Appelfeld yazlarını bir “aylaklık şehrinde” geçiren bu insan grubunu numune olarak alır; hoşça vakit geçirmek ya da başarısızlıklarımız, kayıplarımız, zamanın engellenemez geçişi gibi kabullenmesi çok acı verecek şeylerden kaçmak amacıyla hepimiz kendimize birtakım meşgaleler bulmaya çalışırız. Sonuçta, “İnsanoğlu çok fazla gerçekliği taşıyamaz,” diye yazan asla bir Yahudi sayılamayacak olan Eliot’tur. Appelfeld’in kitabı sadece Kierkegaard ve Heidegger’in araştırıp bizim dikkatimizi çekmeye ömürlerini adadıkları modern felsefenin ortak bir temasını işlemektedir. İnsanlık durumumuzun, ki en önemlileri ölümdür, gerçeklerini görmezden gelerek “sahte” hayatlar yaşıyoruz diyor bu filozoflar. İnsanın bunu fark edip kendisini kökten değiştirmesi gerekir doğrusu, çünkü yaşaması ancak böylelikle mümkün olacaktır. Appelfeld’in bu konuya yaklaşımı tipik Yahudi özellikleri gösterir. “Sevgili Doktor Heidegger,” diye yazar Saul Bellov’un romanla aynı adı taşıyan kahramanı Moses Herzog, “‘Sıradanlığa düşmek’le neyi kasteĴiğinizi bilmek isterdim. Bu düşüş ne zaman gerçekleşti? Bu olduğunda biz nerede duruyorduk?” Bu soruları daha sonra yine kendisi cevaplar: “Hiçbir felsefeci sıradanlığın ne olduğunu bilemez, yeteri kadar derinine düşmemiştir.” Başka bir deyişle, insan Heidegger’in hayal eĴiğinden çok daha zengin ve karmaşıktır. Onu “sahteliğinden”, akıl karışıklıklarından ve çelişkilerinden kurtaracak hiçbir tek davranış yoktur. Bu açıdan bakıldığında, Badenheim’ın sakinleri sadece, bütün insanların yaptığı gibi, kaderlerinin karmaşasıyla boğuşan kişilerdir. Appelfeld’in sarsıcı etkisi onun tarafsızlığından kaynaklanıyor. Dr. Langmann’ın, bir hata olmuş diyerek, kendisini Yahudi arkadaşlarının kaderlerinden soyutlama çabasını eleştiriyor olabilir, ama ya Samiĵky, Dr. Papenheim ve saklanıp zorunlu göçten son ana kadar kurtulmaya çalışan Peter’a ne demeli? Yaklaşmakta olanı görmedikleri için bu insanlarla alay etmek ya da onları eleştirmekten ziyade kitap, sadece, onların tarihin tuzağına düşmüş insanlar oldukları duygusunu verir. Onları mikroskop altına yerleştirerek, Appelfeld, hepimizin, daha az trajik ve göze çarpmayan şekillerde de olsa, tarihin tuzaklarına nasıl yakalandığımızı açıklar: Kaçmaya, daha anlamlı hayatlar sürmeye çabalarız ama, aynı zamanda, her şeyin yanlış olduğunu reddetmeye de çalışır ve insan konumumuza kör bir şekilde yaşamaya devam ederiz. F akat Badenheim evrensel bir fabl olduğu kadar son derece özneldir de: Bu kitap Appelfeld’in bütün kitapları gibi Yahudiler hakkındadır. Ama, bana kalırsa, içlerinde en korkunç olanı. İnsanların kasabadan çıkıp Avusturya kırlarında istasyona doğru yürümelerini anlatan o son sahne -bütün sessizliğine ve sakinliğine rağmen- dünya edebiyatının en ürkütücü sahnelerindendir. Kaçış olmadığından, burada tabiatın kendisinin de nihayet Yahudilerden kurtulacağı, Judenrein 1 olacağı için rahatladığı iması vardır: “Bütün görkemiyle vadi… ve haƩa istasyonun ucunda zavallı bir şekilde dikilen, Ɵtreşen çıplak ağaçlar sanki derin bir nefes aldı.” Ve son imgede hem tarihin hem de tabiaƨn içindeki gizli güçleri bir anlığına görür gibi oluruz. “Ve insanlar emildi… Hepsi bir huniye dökülen buğday taneleri kadar kolayca emildiler.” Tabiat ve tarih, içten içe, evreni Yahudilerden temizlemek için elbirliği mi yapmaktadırlar? Yazar gerçekten bunu kastediyor olabilir mi? Ama burada “kastetmek” derken kastettiğimiz nedir? Başlangıçtan itibaren, sezdirmeye çalıştığım gibi, kitap hiçbir şekilde gerçekçi değil. Öyle yoğun bir şekilde stilize edilmiş ki, komik bir kukla operası kisvesi altında bir kâbus olarak karşımıza çıkıyor. Başka bir deyişle, bu kitap, hayat değil, sanaĴır, KaĤa’nın ilk hikâyeleri “Dava” ve “Dönüşüm” nasılsa öyle. Sadece sanatın kâbusları gün ışığına çıkarma yeteneği vardır. Karmaşık ve şaşkın hayatlarımızın yükünü daha iyi omuzlayabilecek güce belki bu şekilde erişebiliriz. KaĤa ve Appelfeld daha fazlasını istemek çok daha azını istemektir diyorlar sanki: Çünkü bu, kâbusu görmezden gelen bir sanat istemektir. Ne mutlu bize ki, KaĤa ve Appelfeld gibi bazı sanatçılar rüyalarını sürdürüp o çağrıya karşı koyacak güce ve yeteneğe sahipler. Gabriel Josipovici

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir