Aksit Gokturk – Okuma Ugrasi

Yirminci yüzyılın ünlü İspanyol ressamlarından Juan Gris’nin “Açık Kitaplı Ölüdoğa” adlı bir yağlıboya resmi vardır. Bir küçük masa ortasında kocaman bir kitap, silik yazılı sayfaları bize bakarcasına açılmış durur. Çevresinde gündelik yaşamdan nesneler; bir pipo, bir peçete, bir şarap kadehi, sırtı bize dönük yalnız tepesi görünen bir başka kitap, bir salkım üzüm, kavun ya da armut benzeri kesik bir meyve. Yazıları belirsiz açık kitapla çevresindeki bildik yaşam nesneleri arasında garip bir bağdaşmazlık vardır sanki. Bu bağdaşmazlığı, kırmızı üstünde kara bir art-alan, gizemli bir dölyatağı yumuşaklığıyla kuşatır. Kitabın sayfalarındaki yazılar, belli belirsiz lekeler biçiminde sunulmuştur. Seçilir nitelikte değildirler. Ama resme ilk bakışta, tam ortada duran bu koca açık kitap, bildik nesneler dünyasıyla kuşatılmış bir başka dünya gibi çeker gözü. Sayfalara eğiliverir kişi ister istemez. Resmin bütün anlamının kavranışında, gözün bu edimi bir başlangıç noktası olur. Gris’nin resmindeki bu kitabın, bütün kitaplarla paylaştığı bir özellik vardır. Kitapçı raflarında ya da vitrinlerde bir alıcı, bir okur bekleyen yüzlerce binlerce kitap da, bildik bir dünya ortasında, bütününü bilemediğimiz bir belli belirsiz dünyanın taşıyıcılarıdır. Kapaklarıyla çağırdıkları okurun, ilkin duyusal dokunuşu, sonra da sayfaları aralayıp ak kâğıt üstündeki mürekkep lekelerini anlamlandırmaya girişmesi ile taşıdıkları bilinmedik dünyayı açmaya, yaşamaya başlarlar. D. H.


Lawrence “Kitaplar” adlı denemesinde: “Bir kitap, iki kapaklı bir yeraltı kovuğudur. Yalan söylemek için eşi bulunmaz bir yer,” diyor. [1] Kapağın aralanmasıyla bir karanlık kovuk açıverir kendini bize. Evet, özellikle yazınsal yapıtlarda, yalan söyleyen bir karanlıktır bu belki. Ama bu yalan her zaman, kendisini kuşatan gerçek yaşam aracılığıyla anlam kazanır. Tıpkı Gris’nin resminde olduğu gibi. Bu kurmaca dünyanın anlamıyla işlevi bize, gerçek yaşam dünyasıyla varoluşsal ilişkileri ışığında açılır. Her yazınsal metin, insan yaşamındaki iletişim biçimlerinden biridir. Bu metin, dilsel düzenlenişiyle bir kurmaca dünyayı taşıdığı gibi, kendisini çevreleyen gerçek toplumsal-kültürel yapıdan, geçmiş yazın dönemlerinden, kendi dışındaki başka iletişim olanaklarından öğeler de içerir. Bunları yazar, bölüm başlıkları, paragraflar aracılığıyla belli bir dizgeye sokmuştur. Ancak, bu dilsel dizge hiçbir zaman, daha önce varolan bir gerçeğin doğrudan doğruya aktarımı değildir. Varolan gerçek üstüne temellenmiş kurmaca bir gerçeğin iletilmesidir. Bütün bölüm başlıkları ya da metnin akışı içindeki buna benzer göstergeler, okurun metin ile yaşam arasındaki bağları bulgulamasını sağlayacak kavrayış sürecinin çıkış noktalarıdır. Metnin anlamı ile yaşam açısından geçerlilik alanı, bu tür göstergelerin oluşturduğu bağımsız metiniçi düzen ile okurun düşgücü arasındaki karşılıklı alışverişle belirlenir. Bir yazınsal metin, kurmaca iletinin okurca bu yoldan kavranışı ile estetik boyutlar kazanır.

Bu kavranış olgusunu ise, yazarın belli dil, yazın, yaşam gereçlerini seçmesindeki ilkeler yönlendirir. Bu bakımdan, bir yazınsal metnin kavranışı, metnin içinde bu ilkelerin oluşturduğu güdüm-kurgularının okur üzerinde etkisiyle gerçekleşir ancak. Başka bir deyimle, her metin okurun tepkisiyle bütünlenir, bir okurca alımlandığı an yaşamaya, soluk almaya başlar. Yazınsal iletişim, metin ile okur uçları arasında gerçekleşen böyle bir süreç olarak görüldüğünde, geleneksel yazın kavramı ile birtakım dilbilimsel metin kuramlarının yetmezliği açıkça ortaya çıkar. Bir metnin okurca alımlanması, katı ilkelerle açıklanabilecek bir olgu değil, devingen bir iletişim sürecidir. Bu çalışmanın ilk üç bölümü, metne dilbilim açısından, geleneksel yazın tarihi açısından yaklaşımların değişik yönlerini sergilemeye, kurmaca nitelikli sanat metninin yapısı ile iletişim özelliklerini geniş bir açıdan belirlemeye yöneliktir. Çağdaş dil felsefesinin Austin, Searle gibi düşünürlerce geliştirilmiş söz-eylem kuramı, dilde dural değil de devingen bir iletişim örneğini sunduğu için, yazınsal metinlerin kavranışını tanımlamakta gerekli esneklikleri taşıyan bir temel olarak görülebilir. Bu bakımdan, birinci bölümde bu kuramın ne olduğu üzerinde özellikle durulmuştur. Çalışmanın dördüncü bölümü ise, söz-eylem kuramına bir dönüşle, dural değil işlevsel bir metin kavramını, iletişim açısından irdelemeye yöneliktir. Bir metnin gereçler-donanımı ile güdümkurgusunun, okurun kavrayışını nasıl yönlendirdiği, okur açısından hangi bilinç süreçlerini başlattığı; bu güdüm-kurgusunun, metnin izleği ile kavranış çevreninin birlikte oluşturduğu ortak yapı aracılığıyla hangi yollardan işleyerek, metnin göndergesini kurma çabasındaki okuru bir işbirliğine soktuğu, örneklerle açıklanmaya çalışılmıştır. Son bölüm, bu ilkelerle işleyen bir okuma ediminin ana çizgilerini sunmak amacındadır. Çalışmanın bütünü, yazın araştırması ile öğretimini, katı kalıplardan, kesinlemelerden, gelişigüzel yorum uygulamalarından ayrı görmek, yazın etkinliğinin yaşamdan ayrılmazlığını göstermek yolunda bir çabadır. Bu çaba, bu konularda üretici bir düşünceye dürtü olabilirse, amacına büyük ölçüde ulaşmış olacaktır. Bu çalışma, Haziran 1974 – Kasım 1975 arasında, Alexander von Humboldt kuruluşunun bana Konstanz Üniversitesi’nde sağladığı olanaklarla ortaya çıkmıştır. Bu bilimsel kuruluşa, ayrıca da görüşleriyle bana sürekli yol gösteren Prof.

Dr. Wolfgang Iser’e duyduğum borçluluğu belirtmeyi görev sayıyorum. İstanbul, Ocak 1979 Akşit Göktürk Giriş 1. Dil ile Sanat Bütün sanat dalları, toplum yaşamında göze çarpan değişik iletişim alanlarıdır. Yazın sanatı da toplumdaki sayısız iletişim yolundan biridir. Sanat yapıtı konuşursa, Heidegger’in dediği gibi, konuşurken de bir dünya koyarsa ortaya, bunu hiç kuşkusuz birileri için yapar. Sanatta güzellik, bir konuşma aracılığıyla “gerçeğin örtüsünün kaldırılmasından”, kurmaca bir dünyanın bir biçim aracılığıyla görünür kılınmasından doğan bir olgu ise [2] , her sanat yapıtı, görünür kıldığı şeyin birilerince alımlanması ile işlevini bütünlemiş olur. Sanat, sürekli olarak bulgular. İnsan yaşamının yeni gerçeklerini ya da başlangıçtan beri varolup da şimdiye değin özdeşlenememiş yönlerini bulgular, adlandırır. “Adlandırılmayan, bilmediğimizdir.” [3] Bizlerin bilmediği: okurun, seyircinin, dinleyicinin. Bir resim, bir yontu, bir müzik parçası, bir mimarlık yapıtı, hep bu bulgulayıcı özelliği paylaşır. Gerçekte bizim yeni bir sanat yapıtında ilk anda yadırgadığımız da çoğunlukla, dile getirdiği bilmediğimiz öğelerdir. Sanatçının, yapıtı aracılığıyla konuşarak ilettiği şeyler, çok değişik tepkiler doğurur bizde: Dediklerini benimseriz, benimsemeyiz, düzeltmeye kalkışırız, eleştiririz, hayranlıkla karşılarız. Tıpkı yüz yüze bir söyleşide olduğu gibi.

Bir romanın, şiirin, oyunun yazarı olan sanatçı da bütün öbür sanatçılar gibi belli bir iletinin göndericisidir. Bu iletinin yöneldiği alıcı ise, okurdur. Sartre, kuşkuya yer görmüyor bu noktada, “evrensel okur için yazıyoruz; gerçekten de… yazarın bekleyişi ilke olarak bütün insanlara yönelmiştir,” diyor. [4] Yazar-okur iletişiminin ilkelerini belirleyen birçok değişken toplumsal-tarihsel koşul, ayrıca da bu iletişimi bozarak bilgi yitimine uğratan sansür, dizgi yanlışı, yapıtın yakılması, yok edilmesi, bir elyazmasının çürümesi gibi durumlar, her yazar ile okur ilişkisinin önemli yönleridir. Bir telefon ya da radyo konuşmasına karışan gürültünün, aktarılan bilgiyi engellemek yönünden etkisi, Yunus ya da Shakespeare ile aramızdaki zamanın çok dolaylı yollardan engelleyici etkisine benzer bir bakıma. Hem oluşumunun hem de çağlar boyu etkisinin koşulları yönünden, tarihsel bir olgudur sanat yapıtı. Alımlanmasında da, tarihsel akış, insan dili ile bilincinin tarihsel kuşatılmışlığı, göz önünde tutulmalıdır. Okunmak için yazmayan kimse var mıdır? Bütün yapıtlarını yakılmak üzere yazan Kafka da bilincindeydi bu gerçeğin. Gizli bir günce tutan, yalnız kendim için yazıyorum diyen kişinin durumunda da, kâğıt üstüne dökülen metnin göndericisi ile alıcısı birleşmiştir. Tıpkı bir yapıtını kendi sesinden izleyen, oyununun sahnede oynanışını gören ya da kendi düzenlediği müziğin çalınışını dinleyen kimsenin durumunda olduğu gibi. Ancak, sanat metni, kendine özgü biçimde örgütlenmiş bir iletidir. Alımlanmasında bu yönünün de göz önünde tutulmasını gerektirir. Her sanat metni, toplumun bütün üyelerinin iletişim aracı olan dil içindeki sayısı sınırsız düzenlemeden ancak biridir. Türkçe, Almanca, Çince, İngilizce belli toplumların doğal olarak kullandığı iletişim dizgelerine verdiğimiz adlar. Ama bu genel doğal dizgeler dışında başka iletişim biçimleri de var.

İnsandan başka canlıların kendi aralarındaki iletişimi, dil kavramının yalnız insanlar arası bir anlaşmayı belirlemekle kalmayacağına birer örnektir. Ayrıca, insan dili dışında diller olduğu gibi, bu dil içinde de dillerden söz edilebilir. Sözgelişi, doğa bilimlerinde birtakım olgularla gerçeklerin betimlenmesi için bulgulanmış anlatım dizgelerine bakılarak, bir kimya, bir fizik dilinden söz edilebiliyor. Öte yandan, gündelik yaşamda toplumsal törelerle alışkanlıklardan doğma bir alışveriş dilinden, politika dilinden, futbol dilinden, sanat alanında da, bir sinema dilinden, resim dilinden, mimarlık dilinden söz edilebiliyor. Bunlardan her biri, kendine özgü ilkeleri olan birer iletişim düzenlemesi özelliğini gösterir. Yazın sanatı da bu özelliği taşır. Dil içindeki her özel iletişim dizgesi gibi, o da dilin bütününden kökenlenir, ama bu bütün üstüne kendi başkanlığını kurar. Bu bakımdan yazın dili, içinde oluştuğu doğal dilin bütününe oranla “ikincil nitelikte bir dil” olarak bile tanımlanmıştır. [5] Göstergebilimsel açıdan bakılırsa, kendine özgü bir biçimde düzenlenmiş göstergeleri olan her iletişim dizgesi bir dildir. Gerek doğal diller, gerekse bir doğal dil içinde varolan özel diller bu tanıma girer. Her dilin de bir sözlüğü, abecesi, ses, sözcük, renk gibi birimlerini düzenleyen bir işleyiş yolu vardır. Her dil, belli birtakım anlamların göstergesi olan ses, sözcük, tümce gibi birimleri kendine özgü kurallarla birbirine ekler, yapısıyla da en yalından en karmaşığa doğru aşamalı bir özellik gösterir. İşte sanat, bir dilin içindeki bütün öbür iletişim düzenleriyle ya da bütün öbür dillerle bu özelliği paylaşır. Onun da kendine özgü biçimde düzenlenen göstergeleri taşır iletisini. Sık sık belirtildiği gibi, yazın sanatının dili doğal dili gereç olarak kullanır, onun içinde oluşur.

Ancak, müzik, resim, yontu gibi sanatların iletişim düzeni biraz ayrı bir özellik gösterir. Bu sanatlarda doğal dilin her yönü yansımaz. Sözgelişi, müzikte ya da resimde, iletişim düzeninin öğeleri arasında anlambilimsel bir ilişki yazın sanatında olduğu ölçüde bir zorunluluk değildir. Ama gerek müziğin gerekse resmin iletilerinde doğal dillere özgü birtakım dizimsel çağrışımsal ilişkilerin ağır bastığı, ya da en azından, bu sanatların ürünlerini alımlayan bilinçlerin bu ilişkiler çerçevesinde birtakım özdeşlemelere girişebileceği açıktır. Bütün etkinlikleriyle insan bilincinin kendisi de doğal dille kuşatılmış, onunla koşullu, her şeyden önce dilsel diye tanımlanabilecek bir bilinçtir. [6] İnsan varlığının, kendi aralarında birer anlaşma yoluna sahip bütün öbür canlılardan ayrılan en önemli yönü, bilincinin bu niteliğinden doğar. İnsan dili, yeni varoluş durumlarıyla ilgili yeni bulgularını tarihsel akış içinde bir birikim olarak sürdürür. Bilincin, bu birikime eklenen etkinliklerinden biri olarak yazınsal sanat metni de, her şeyden önce, tarihsel gelişim boyutu ile koşulludur. Yalnız, bu metin, kendine özgü yapısından doğan birtakım karmaşıklıklar taşır. Göstergebilimsel bir dizge, ilettiği bilgi yalın olduğu ölçüde yalın, karmaşık olduğu ölçüde de karmaşıktır. Bir şiirde ya da romanda rastlanan türden karmaşık, çok yönlü bir ileti, kendisini taşıyacak göstergebilimsel dizgenin de karmaşıklığını sonuçlar. Oysa, sözgelişi, trafik ışıklarının bize aktardığı bilgiyi çok yalın bir dizgenin kuralları içinde kavrarız. Burada, gösterge ile anlamın ilişkisi kesinlikle belirlenmiş olduğundan, alıcının yanılması çok uzak bir olasılıktır. İletilen bilginin bize ulaşmaması ya da yanlış ulaşması, görme koşullarının elverişsizliği gibi dışımızdaki bir nedenden ya da görme duyumuzdaki bir bozukluk –sözgelişi, renk körlüğü– gibi içimizdeki bir nedenden ileri gelebilir. İletişim türünün kendi yapısal özelliğinden doğan karmaşık güçlükler yoktur burda.

Doğal dil de, gündelik kullanımında birçok alışkanlıklarla, davranış töresiyle, kalıp deyimlerle çoğu zaman geleneksel bir yalınlıkla işler. Selamlaşmalar, alışverişte karşılıklı soru-yanıtlar, görgü kurallarıyla ilgili sözler, bunun ilk anda sıralanabilecek örnekleridir. Bir yazınsal metin ise, taşıdığı ileti yalnız yerleşik iletişim öğelerinin, göstergelerin kesin anlamlarıyla kavranamayacak bir düzenlemedir. Bir bakıma sanat, iletisi yerleşik dilde gerçekleştirilemeyeceği için vardır. Bir sanat metninin sunmak istediği türden bilgi, kendisini taşıyan dil düzenlemesinin dışında var olamaz. Bir şiiri gündelik dilde yeniden anlatmaya kalkıştığımız an, şiirin dile getirdiği anlamın büyük kesimini doğal dilin geleneksel işlevli öğelerine taşıtamayacağımızı görürüz. Gözsüze el eyledim sağır sözüm anladı Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü. dizelerindeki ileti, ancak bu şiir içinde, sözcüklerin yerleşik yalın anlamları ötesinde amaçlanan, “tasavvufçu” dünya görüşünün sezgisel iletişim düşüncesi çerçevesinde kavranır. Doğal dilin gündelik mantık çerçevesine sokulduğu an, saçmalıkla bile suçlandırılabilecek bir bilgi olur. İngiliz ozanı Andrew Marvell’in: But at my back I always hear Time’s winged chariot hurrying near; And yonder all before us lie Deserts of vast eternity. [7] diyen dizelerindeki ileti de, sözcüklerinin gündelik dildeki yalın anlamlarına sıkıştırılırsa, kişiyi anlamsızlığın sınırına değin itebilir. Oysa toplumda kısa bir süre içinde art arda yaşanan hızlı değişmelerin, on yedinci yüzyıl İngiliz duyarlığında yarattığı gerilimli zaman kavramı çerçevesinde bu dizelerdeki sözcükler, tarihsel bir bağlam aracılığıyla, alışılmışın ötesinde bir anlam kazanır. İşte böyle anlamlarla yazınsal bir işlev kazanır metin. Başka deyimle, sanat yapıtının iletisi, kendinden hiçbir zaman ayrılmayacak bir göstergesel dizge biçiminde gerçekleşir. Yalnız şiir için değil, bütün yazınsal metin türleri için geçerli olan bu kural, plastik sanatlarla müzik için de su götürmez geçerliktedir.

L. N. Tolstoy’un, Anna Karenina’da ne demek istediğini soranlara yanıt olarak söylediği: “Romanımda ne demek istediğimi sözle anlatmam bekleniyorsa, aynı romanı bir daha yazarım,” [8] sözü bu kuralın yazınsal metin açısından önemini dile getirir. Sanat eleştirisinde öteden beri süregelmiş içerik-biçim ikilemi, temelde uzamsal bir kavram olduğu için, sanat yapıtını bütünüyle açıklayamaz. Gerçekte sanat metninin dilsel yapısıyla iletisi, uzamda bir kap ile içindeki sıvı gibi birbirlerinden yalıtık nesneler olarak görülemez. Bir göstergebilimsel dizge ile bu dizgenin iletisi arasındaki bağ, canlı bir gövde ile yaşam arasındaki bağ gibidir. Gövde, kendisini oluşturan canlı dokuların işleviyle yaşar. Hiçbir doğabilimci yaşamı canlı yapıdan ayrı görmez. Bir sanat yapıtının da dile getirdiği düşünceyi, duyguyu, kısaca iletiyi, hep birlikte işleyen küçük ya da büyük dilsel öğelerinden ayırmamak gerekir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir