Ali Koyuncu – Çugay

MÖ 88 Ötüken Ağustos güneşi masmavi gökyüzünün altını, ulu atalarının kurganlarından birinin başında toplanmış küçük grup için adeta cehenneme çevirmişti. Celladın önünde dizlerinin üzerine çökertilen ünlü Han 1 generali, yalvaran gözlerle şanyüye bakıyor, merhamet dileniyordu. Şanyünün yüzünde ne ufacık bir acıma ne de bir merhamet kırıntısı görebildi; bütün umudunu kaybetti, öfkeyle haykırdı. “Benim ölümüm Hunların sonu olacaktır!” Huluku Şanyü, elinde generalin gösterişli kılıcıyla buyruk bekleyen iri cüsseli cellada başıyla bir işaret verdi. Ağır, keskin çelik ıslık çalarak indi, kurbanın başını gövdesinden ayırdı. Generalin boyun damarlarından fışkıran kan, Kutluğ Şanyü’nün sıcaktan kavrulmuş kurganını suladı. Şanyünün kurganı üzerine yeteri kadar kan akıtıldıktan sonra başsız beden diğer Hun savaşçılarının kurganları üzerinde dolaştırılarak kalan kanı da akıtıldı. Tören, kurbanın gösterişsiz, küçük bir kurgana gömülmesiyle sona erecekti. Basit bir ahşap tabuta konulan ceset ve kesik baş kurgana indirilirken, buz gibi soğuk bir rüzgar esmeye başladı. Oradakilerin şaşkın bakışları altında öğle güneşinin aydınlattığı gökyüzü birden bire huzursuz ruhlar gibi oradan oraya savrulan kara bulutlarla kaplanıverdi! Generalin kendi kanına bulanmış kılıcı da tabutunun üzerine yerleştirildi; öte yerde şanyüye kılıcıyla hizmet edecekti! Kurgan toprakla doldurulmaya başlandı. İlk toprak kitlesi ahşap tabuta çarptığı anda kararmış gökyüzü adeta patladı; kulakları sağır eden bir tarraka ateşten yılanlar gibi bir uçtan bir uca bütün göğü dolaştı. Gümbürtünün şiddeti orada bulunan herkesi adeta yerinden hoplatmış, soğukkanlılığıyla ün salmış Huluku Şanyü bile irkildiğini saklayamamıştı. İlk gümbürtünün arkası kesilmeden iri yağmur taneleri de yer yüzüne ulaşmış, kurak bozkırın çatlamış kuru toprağını buz gibi kamçılarla dövmeye başlamıştı. Huluku Şanyü, hasta annesinin iyileşebilmesi için generalin kurban edilmesi gerektiğini söyleyen Ağduk Kam’a baktı. Hemen yanı başında duran kamın gözlerinde ilk kez korkunun gölgesini gördü.


İçini tuhaf bir pişmanlık ve derin bir korku kapladı. Generalin haykırışları kulaklarında çınlıyordu. “Benim ölümüm Hunların sonu olacaktır!” Ayeçe duyduklarına inanamadı: Babası kocasını kurban etmiş, kanını dedesinin ve diğer Hun savaşçılarının kurganlarına akıtmıştı! Haberi veren anasının yüzüne bakakaldı. “Senin dilin ne der ana? Sen ne dediğin bilir misin?” “Bilmez olaydım ay yüzlüm! Kopaydı şu yılan dilim de söylemez olaydım… Ayeçe’m, görklü kızım, bahtsızım, can parçam…Ne ki; dediklerim doğru…” “Nerden çıktı bu ana? Kişioğlunu kurban etmek nicedir görülmemiş bir iştir, duyan bilen kalmamıştır…Kişioğlunu canlı canlı balbal dikmek yitip yok olmamış mıydı, töremizden çıkmamış mıydı ana?” “Çıkmıştı…hem de çoktan çıkmıştı…Masallarda bile söylenmez olmuştu…Nenenin hastalığı geçmeyince, atan şanyü Ağduk Kam’a “Bre aman!” diyesiymiş, bunun üzerine Ağduk denen kör olasıca Atalar İninde şanyü atan ve beylerin önünde coşa geçesiymiş, coşunda bir kara bürküte binip kat kat göğe çıkasıymış, kara bürkütün gölgesi uçmağ üzre görünesiymiş, Ağduk Kam uçmağ içre varıp ulu atan Kutluğ Şanyü’nün tinini bulasıymış, Kutluğ Şanyü’müz; “Hani ya uğraştan önce söz vermiştiniz, fatih generali yakalarsanız Gök Tanrı’ya kurban edecektiniz? Niçin sözünüzde durmaz, Tanrıyı kızdırır ruhumuzu böyle huzursuz edersiniz?” diyesiymiş, Kutluğ Şanyü’nün sözleri Atalar İninin duvarlarını yıkacak gibi dövesiymiş, beyler ve atan şanyü dahi Kutluğ Şanyü’nün sesini duyup bilesiymiş, beyleri ve atanı bir korku alasıymış, pişman olup hepsi Gök Tanrı’ya yalvar yakar olasıymış, atan şanyü ellerini göğe kaldırıp “Adağımız adaktır, adak töresi ya ıduk salmak ya da kan akıtmaktır. Görklü Tanrı, Hun Budun bağışla, yarından tezi yok sözümüz yerine gelse gerektir!” diyesiymiş…İşte böyle yavrum, işte böyle bahtsızım, işte böyle böyle olasıymış.” “Her şeyi duyup bilirdin ana, bunu niye duyamadın, niye önceden bilemedin? Atamın ayaklarına kapanır, yalvar yakar olurdum, belki erime haber verir “kaç kurtul” derdim… Niye duymadın ana? Yoksa duyup da demedin mi bana ana?” “Elbet bilirdim Ayeçe’m, elbet bilirdim…işin içinde oyun olmasaydı elbet duyar bilirdim…” “Ne oyunu ana, ne oyunu? Ne demek istersin?” “Ne oyunu olacak? Nenen olacak Lan kızının oyunu bu! Karıdı gitti de gebermedi kör olasıca…” Ayeçe anasının sözünü kesti, öfkeyle haykırdı; “Ana! Nenemin ne suçu var! Yetmedi mi gelin kaynana çekişmesi? Yaşın nerdeyse kırka vardı, çuançü yenki oldun, il üzre buyruk salar oldun, daha doymadın mı ana? Boy soy gütmeye doyamadın mı?.Daha düne kadar “seni bu Hen oğluna verdiren nenen” demiyor muydun ana? Ne oldu da ölüm döşeğine düşmüş nenem, varmamı kendi istediği erimi kurban ettire?” “Ayeçem…” “Sus ana sus! Şu kara günümde gelip boy-soy davası gütme bana!” Ayeçe birden sustu. Sakladıklarını söküp çıkarmak istercesine anasının gözlerinin içine baktı; “Anaa! Bu işte senin parmağın yok değil mi?” “Ayeçe!…” “Var mı ana? De bana! Var mı senin parmağın?.” “Sus Ayeçe’m sus! Acın var, sen ne dediğin bilmezsin…” “Sözü dolaştırma ana! Az önce nenemi diline dolarken acın var demiyordun…” “Ayeçe’m…” “Git ana, git! Boyunuz batsın! Yaktınız beni, yaktınız. Siz de yanın ana, siz de yanın…” Ayeçe acıyla haykırarak olduğu yere çöktü. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, gözyaşları adeta yurdunun keçelerini kırbaçlayan yağmurla yarışıyordu. Çuançü Yenki Çuğay Hatun, kızının önünde diz çöküp okşamak için ellerini onun saçlarına uzattı. Ayeçe anasının elini tokatlar gibi ittirerek haykırdı; “Çek elini ana! Değme, dokunma bana!” Çuğay Hatun usulca doğruldu, acı içinde kıvranan kızını orada öylece bırakıp yurttan çıktı. Ayeçe’nin yurdunun önünde yağmur altında bekleşen Henli (Çinli) halayıklar Çuğay Hatun’u görünce diz kırıp baş eğdiler; içlerinden biri çuançü yenkinin başının üzerine Çin işi büyükçe bir şemsiye uzattı. Çuğay Hatun ana rolünden çıkıp Kogüryo’dan Hazar’a kadar söz geçiren, güç yetiren Hun İlinin kudretli çuançü yenkisi (imparatoriçe) oluverdi.

Başını dikti, çökmüş omuzlarını kaldırdı, güç sahibi kişilere mahsus bir kararlılıkla otağına doğru yürüdü. Otağının önünde durdu, rahatça görebilmek için Henli halayığın tuttuğu şemsiyeyi eliyle ittirip başını gökyüzüne çevirdi. Buz gibi yağmur damlaları yüzüne gözüne düşmeye başladı, gözlerini kapayıp havayı derin derin kokladı. Bir süre o vaziyette kıpırdamadan bekledi. Sonra göz kapaklarını aralayıp başını kaynanası Ana Yenki Uldız Hatun’un gösterişsiz yurduna çevirdi. Gözbebekleri heyecanla açıldı, kapandı; dudak uçları zafer kazanmış toy savaşçılar gibi keyifle kıvrıldı; abartısız, zarif bir çalımla geriye döndü; otağının kapısına yöneldi; burnu havadaydı. Han İmparatoru Vudi, önünde yere kapanmış vaziyette Hunlarla ilgili son haberleri anlatan casusunu dinliyor, dinledikçe morali düzeliyor, morali düzeldikçe ağrıları hafifliyordu. İmparatorun casusu, Hunların General LiKuang-Li’yi kurban ettiklerini söyleyince Vudi’nin kaşları çatılıverdi, tiksinti dolu bir ifadeyle adeta bir yılan gibi tısladı: “Gebersin melun! Layığını bulmuş sonunda… hain köpek!” dedi. Adamının dediğine göre; Li-Kuang-Li’nin kurban edilişi sırasında başlayan yağmur kısa sürede kara çevirmiş, mevsim yaz ortasında kara kışa dönmüş, yağış aylarca sürmüştü. Kış, Hunları hazırlıksız yakaladığından yüz binlerce hayvan telef olmuş, pek çok insan ölmüştü. Korkuya kapılan Huluku Şanyü generalin kurganı üzerine onun inançlarına uygun bir tapınak yaptırmıştı. Vudi, hükümdarlığının son kırk yılını Hunları yok etmeye adamıştı. Onları yer yüzünden silmek için donattığı son ordusu iki yıl önce (MÖ.90) Yen-jan Dağı yakınlarında Hunlar tarafından son neferine kadar kılıçtan geçirilmiş, ordunun başkomutanı General Li-Kuang-Li esir düşmüştü. Çok şükür ki; 0 utanç verici yenilgi haberinin Çangan’ın üzerine kara bir bulut gibi çöktüğü felaket günleri geride kalmıştı.

O zamanlar kendisi de dahil ülkede yaşayan herkes, kurbanlık koyun gibi kaderine boyun eğmiş bir ruh hali içinde, kırk yıl süren Han saldırganlığını durduran Hunların kanlı bir intikam akınını beklemekteydi. Neyse ki beklenen olmamış; Hunlar anlaşılmaz bir şekilde, yakaladıkları bu müthiş fırsatı tepmişlerdi! Kazandıkları o ezici ve kahredici zaferin üzerinden bir yıl sonra kasıtlı olarak küçük rütbeliler arasından seçilmiş bir Hun elçisi, şanyünün mağrur bir üslupla yazdırdığı, imparatoru aşağılayan ve alçaltan mektubunu getirmişti. Huluku Şanyü, küstah bir ifadeyle kalme alınmış mektubunda Han hanedanına mensup bir kız ile evlenmek istediğini belirtmiş, verilmesi gereken yıllık haracın miktarını sayıp dökmüş, Şanyü Mete’den beri Hunların zorla kabul ettirdikleri bütün eski anlaşma hükümlerinin yürürlükte olacağını da belirttikten sonra şayet istekleri yerine getirilmezse Han ülkesini yağma ve talan edeceğini bildirerek imparatoru fütursuzca tehdit etmişti. Neredeyse yüzyıldır hiçbir imparator bu kadar aşağılanmamıştı. Gelmiş geçmiş imparatorların en mağruru olmasına rağmen Vudi soğukkanlılığını korumuş; Hunların yaptıkları bu hatadan istifadeyle zaman kazanmaya çalışmaktan daha çıkar bir yol olmadığına vermişti. İmparator, şanyünün istediği haracı eksiksiz hazırlatmış ve Han hanedanına mensup genç ve güzel bir konçuyu yüzlerce halayıkla beraber, imparatorluk sarayının en uyanık iki elçisinin başkanlık ettiği kalabalık bir heyetle Ötüken’e doğru yola çıkarmıştı. Elçilerden başka, halayık ve hizmetçilerin arasına son derece yetenekli casuslarını yerleştirmeyi de unutmamıştı elbette! Şimdi önünde secdeye kapanırcasına eğilmiş, Hunlarla ilgili haberleri anlatan Su Wu da bunlardan biri ve şüphesiz en maharetlisiydi. Yaşlı imparator duyduklarından memnun ve mesut, keyifle sakalını sıvazladı. “Demek öyle ha?” dedi. “Evet Göğün Oğlu. İkiye bölünmüş durumdalar. Birbirlerine diş biliyorlar.” Yüz binlerce kişilik orduların yapamadığını, tavır ve hareketleri erkekten daha çok bir kadına benzeyen bu ahlaksız hadım mı başarmıştı yani? İmparatorluk haremindeki ahlaksız ve hudutsuz cinsel tavırları nedeniyle erkekliğini giderttiği, halen Hun ülkesinde sürgünde bulunan meşhur Han elçisi ile aynı adı taşıyan Su Wu’yu heyete bizzat kendisi yerleştirmişti. Kadınlarla ilişki kurmak ve kendini sevdirmek konusunda kimse Su Wu’nun eline su dökemezdi. Erkekliği giderildikten sonra sadık bir hizmetkar, ketum bir sırdaş ve candan bir yoldaş görüntüsü altında özellikle güç ve iktidar sahibi asilzadelerin kadınlarına yanaşıyor, kısa sürede güç sahibi kadını avucunun içine alıyor, zavallı kadını akıl almaz entrikaların ortasına atıyor, yuvalar yıkıyor, hayatlar karartıyordu.

Huluku Şanyü’yle evlenmek üzere gönderilen Han konçuyu imparatorun talimatına uygun olarak ilk fırsatta Su Wu ve birkaç güzel halayığı Hun İmparatoriçesi Çuğay Hatun’a hediye etmişti. Su Wu Çuğay Hatun’un iktidar hırsını, ihtişam ve lüks düşkünlüğünü keşfetmiş, yeni efendisine karşı yaltaklanma becerilerinin hepsini cepheye sürerek kısa sürede onun gözüne girmeyi başarmıştı. Huluku Şanyü ve Hun aksakallarının şiddetle karşı çıkmalarına rağmen; bazı genç Hun asilzadeleri ile özellikle soylu Hun kadın ve kızları arasında Han tarzı yaşama özenmeler başlamıştı. Bunların başında Çuğay Hatun’un gelmesi bu özentili ve Hun gelenekleri için tehlikeli gelişmenin önünün alınmasını güçleştirmekteydi. Su Wu, imparatorun sağladığı destekle Çuançü Yenki Çuğay Hatun’u lükse boğuyor, o güne kadar Ötüken’de görülmedik güzellik ve miktarda envai çeşit kumaş, takı, değerli taş ve süs eşyasını dört bir yandan Çuğay Hatun’un otağına akıtıyordu. “Beni dinle Su! Bir daha Ötüken’i terk etmeyeceksin. Ne pahasına olursa olsun Çuğay Hatun’un yanından ayrılmayacak, hiçbir fırsatı kaçırmayacaksın. Ne istiyorsan konçuyumuza ileteceksin; her istediğin karşılanacak. Şimdi Çuğay Hatun’un istediklerini fazlasıyla al ve beklemeden yola çık.” dedi imparator. “Başüstüne göğün oğlu!” “Çık!” komutunu alan Su Wu, imparatoru selamladıktan sonra değme dilberlere taş çıkartan kırıtmalarla odayı terk etti. Hak etmediği bir yalnızlığa mahkum edildiğini düşünen Huluku Şanyü otağına çekilmiş, yegane sırdaşı ve danışmanı Temür Koca’yı bekliyordu. Yen-jan Dağı Savaşı’ndan (MÖ.90) bu yana şanyü ve budun arasında anlaşılmaz bir soğukluk yaşanıyordu. Şanyü öylesine dalgındı ki; Temür Koca’nın otağa girdiğini son anda fark etti, yaşlı ata yoldaşının güçlükle eğilip diz vurmasına engel olamadı.

Hemen yanına varıp saygıyla tuttu kaldırdı bilge kocayı: “Ne iyi ettin de geldin atam yoldaşı! İnat etmeyeydin de biz varaydık ya yanına! Bir dolu tatlı kımızın içeydik.” “Ulu şanyü, yoz koyunlar gibi kocamış şu Temür’ü onurlandırırsınız. Var olun, Yüce Tanrı yaşınızı çoğa erdirsin, budun üzre gölgenizi eksik etmesin.” Hal hatır sorduktan sonra yere bağdaş kurup karşılıklı oturdular. Şanyü sıkıntılı gözüküyordu ve bunu başkalarının yanında olduğu zamanların aksine Temür Koca’nın yanında saklamaya gerek görmüyordu. Bir süre her ikisi de konuşmadan sessizce önlerine baktılar. Sonunda konuşan şanyü oldu: Sesinde acuna hükmeden bir hükümdardan daha çok, kendi iç sıkıntılarıyla bunalmış sıradan bir adamın bıkkınlığı vardı. “Atam yoldaşı bilge koca! İki yıldır özünü kurtlar kemiren bir ardak gibi dolanıyorum. Beylerim, budununum bana yanaşmaz oldu. Eskiden övüne sevine karşıma gelip diz vurup coşkuyla söyleşenler, şimdilerde benimle danışıp-görüşmekten köşe-bucak kaçınır oldular. Hun İlinin ileri gelenleri bana öz yüzlerini göstermez oldular. Eskiden il işi için canla başla ileri atılan beylerim, il işi deyince kaş yıkıp, yüz çevirir oldular. Ne yaptık, ne ettik de böyle oldu? Anlamaya, yormaya gücüm kalmadı Temür Koca.” Temür Koca cevap vermedi. Şanyü devam etti.

“Bir şanyüden daha ne istenir ki? Kırk yıldır kudurmuş gibi Hun üzerine ordu salan Hen oğlunun çerisini kırıp subaşını esir etmedim mi? Hen oğlunun belini bir daha ordu kuramayacak kadar kırıp vireye bağlamadım mı, konçuyun alıp avulumuz içre yurt kurup oturtmadım mı? Hun elinde aç çıplak koymayıp, Hun Budunu acuna bey kılmadım mı? Ulu atalarımız Mete, Kiyok ve Künçin şanyüler zamanından beri böyle baylık, böyle dirlik görülmüş müdür? De bana atam yoldaşı; daha ne etse idik?” Temür Koca hâlâ susuyordu. Huluku Şanyü hakkıyla takdir görmeyen adamların hayal kırıklığını gösteren bir tavırla başını esefle salladı, umutsuzca Temür Koca’ya baktı. Koca sağ eliyle başını sağa sola devire devire sakalını sıvazlıyor, dingin bakışları ve neredeyse ölü hareketsizliğine uğramış yüzünden ne düşündüğü anlaşılmıyordu. “Temür Koca! Atam yerine bildim seni, niçin susarsın? Yoksa sen de mi ıradın gittin bizden?” Temür Koca şanyünün yüzüne bakmadan yumuşak bir ses tonuyla konuşmaya başladı. “Ulu şanyü! Dedikleriniz de yanlış yoktur. Ulu atamız Mete Şanyü’den bu yana böyle baylık, böyle dirlik görülmemiştir. Ne var ki Hun; beyinden, başbuğundan soğumuşsa bilin ki; töre yara almıştır ulu şanyüm…” Huluku Şanyü Temür Koca’nın sözünü kesti. “Ne demek istersin atam yoldaşı? Töreyi mi çiğnedik?” “Çiğnediniz ulu şanyüm, çiğnediniz…hem de Mete Şanyü’nün koyduğu kut töresini çiğnediniz.” Huluku Şanyü başını öne eğdi. Yüzünde derin bir pişmanlığın izleri belirdi. Bugüne kadar kendine bile açık yüreklikle itiraf edemediği, yıllardır içini bir kurt gibi kemiren suçunu Temür Koca yüzüne çarpıvermişti! Babasının ölümünden hemen sonra gelişen olayları hatırladı: Babası Kutluğ Şanyü öldüğünde Huluku Şanyü Hen fitnesi nedeniyle babasının yoğuna katılıp katılmamakta tereddüt etmiş, bunun üzerine Hun ileri gelenleri kardeşi Od Tigin’i tahta çıkarmışlardı. Od Tigin tarihte örneği görülmemiş bir davranışla atasının vasiyetine uyarak tahtı ilk fırsatta ağabeyi Huluku Tigin’e bırakmıştı. Huluku Tigin de kardeşine “senden önce ölürsem benden sonra sen şanyü olursun” diye söz vermişti. Ne var ki; Od Tigin kendinden önce ölmüştü. İşte ne olduysa ondan sonra olmuştu: Herkes Od Tigin’in oğlu Kül Bilge Tan Tigin’in Sol Bilge Beyliğine atanmasını beklerken, Huluku Şanyü yeğenini mevki ve makam olarak çok aşağı seviyelerde olan bir uç beyliğine atamış, veliahtlık makamına da çok küçük yaştaki kendi oğlunu getirmişti! Bu; ne töreye ne görgüye ne de vicdana sığardı.

Şanyü Mete’nin koyduğu kut töresine göre Hun tahtı, yaşı ve yetenekleri uygunsa babadan büyük oğla, yoksa şanyünün büyük kardeşine, o da yoksa şanyünün büyük kardeşinin büyük oğluna, o dahi yoksa Hun ileri gelenlerinin kutlu Luandi Boyuna mensup tiginler arasından seçecekleri tigine geçiyordu. Bunlardan başka Luandi Boyuna mensup her tigin kılıca sarılıp kuta talip olabilir, rakiplerini alt eden tigin tahta geçebilirdi. Huluku Şanyü işte bu töreyi değiştirmişti! Sonuçta; boy beyleri, Hun ileri gelenleri ve kara budundan herkes, savaştan hemen sonra hatasını düzeltmesini bekledikleri şanyüden beklentilerine karşılık bulamayınca ondan yüz çevirmişlerdi. Şanyü pişmanlıkla başını salladı: Temür Koca haklıydı, doğruyu olduğu gibi söylemişti. “Doğru dersin atam yoldaşı, doğru dersin… Yaptığım yanlışı çoktan fark ettim, ne ki; düzeltmede geç kaldım. Yarından tezi yok bundan dönmenin yolunu bulacak, ulu atamız Mete Şanyü’nün koyduğu töre üzre, bizden sonra şanyülüğü kim yüklenebilecekse o tigini bulup çıkaracağım.” “Ulu şanyü Yüce Tanrı sizi başımızdan eksik etmesin. En büyük erdem hatasını anlayıp ondan dönebilmektir. Tanrı sizi utandırmasın!” Huluku Şanyü kendisine bile itiraf edemediği yanlışını itiraf etmenin rahatlığına kavuşmuş, yüzündeki derin pişmanlık ifadesi kaybolmuş, vücudundaki gerilmiş tüm kaslar, sinirler gevşemiş, başını dikmiş, kendini arkaya atıp törün yüksek arkalığına dayanmış, gözlerini otağın kapısına dikmiş dalgın dalgın uzakta bir noktaya bakıyordu. Temür Koca’nın tane tane konuşmaya başlamasıyla kendine geldi. “İl işlerinde bilenin bilmeyene borcu vardır ulu şanyüm. Borç namustur, ödemeden gitmek en büyük onursuzluktur. Şimdi söyleyeceklerim canınızı sıkacak olsa da söylenmesi bizim boynumuza borçtur.” “Çekinmeden söyle atam yoldaşı.” “Töremiz bozuluyor ulu şanyüm…” “?” “Töre bozulunca düzen bozuluyor, düzen bozulunca dirlik bozuluyor, dirlik bozulunca birlik bozuluyor, birlik bozulunca da budun bozuluyor…” “Be koca bilge, sen ne dediğin bilir misin? Üstte yaşıl gök, altta yağız yer durdukça, Hun şanyüleri Ötüken Yış’ta oturdukça kim bozabilir bizim töremizi?” “Biz ulu şanyüm! Biz, kendi elimizle, biz bozuyoruz töremizi.

” “Ne dersin, nasıl konuşursun Temür Bey? Biz kendi töremize nasıl el uzatırız?” “Bilge şanyüm, ekmek yapmak için darı bulamayınca Han’a yapılan akınlarda çok sayıda Hen oğlunu tarıg yapmaları için zorla getirip kendimize kul ettik. Bu Hen oğulları Huna kul olmayı, Vudi’ye teba olmaya yeğlediler. Onlar Hun’da, Han’da olduklarından daha rahat olduklarını görünce kaçıp gitmediler. Diğer yandan ta Çin zamanından (Ch’in hanedanlığı dönemi) beri Hen oğlunun atalarından bize sığınan erler ve hatunlar var. Bunların sayısı az da değil. Neredeyse yüz elli yıldır içimizde yaşarlar ama kendi törelerini, görgülerini asla bırakmadılar. Savaşlarda aman dileyip baş eğen Han askerleri ve subayları da kaçıp gitmek yerine, bir yolunu bulup Han’dan kadınlarını, çocuklarını bozkıra, yanlarına getirtmektedirler. Hunda yaşamın, Han’dan kolay olduğunu duyan, Vudi’nin baskısından ve salmalarından yılmış başka Hen oğulları da evini ocağını kapatıp Huna kaçar. Bununla kalsa iyi! Vudi’nin kellesini istediği kişioğullarından kaçabilenler de buraya Hun bozkırına gelir. Bunlar arasında saray görevlisi de var hırsız da var, haydutta var. Görmez misiniz; son dönemde her obada, her ocağın yanında neredeyse Hun oğlu kadar da Hen oğlu sayarız. Hun bozkırına gelen sadece Hen oğulları da değildir.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir