Annemarie Schimmel – Tanrının Yeryüzündeki İşaretleri

‘ı 95o’lerde Ankara’da, ilahiyat Fakültesi’nde dinler tarihi okuturken, öğrencilerime Rudolf Otto’nun mysterium tremendum He mysterium fascinans arasında yaptığı ayrımı açıklamaya çalışmıştım; çünkü Numen [llahi] kendisini ürkütücü bir ihtişam ve büyüleyici bir güzellik içinde açığa vurur. Öğrencilerimden birisi hemen ayağa kalkmış ve gururla şöyle demişti: “Fakat Hocam! Biz Müslümanlar bu aynını yüzyıllardır bilmekteyiz. Allah’ın iki görünümü vardır: celal -ihtişam, kudret ve hiddetve cemal – güzellik, şefkat ve merhamet.” O zamandan beri, lslama görüngübilimsel bir açıdan yaklaşma fikri aklımdaydı; ama çok daha önemlisi, bu alandaki birkaç temel kitapta lslamın (eğer o da söz konusu ediliyorsa) kötü bir biçimde sunulduğunu görmüş olmamdır; onsekizinci yüzyıl Alman düşünürü Reimarus’un eleştirisi- dinler tarihi uzmanları için hala geçerli gibi görünüyor: Eminim ki, Türklertn dinini şu ya da bu kusurlar yüzünden suçlayanlann yalnızca küçük bir kısmı Kuran’ı okumuştur, okuyanların da pek azı sözcüklere doğru anlamı verme niyetindedir. Tarihsel olarak geç gelmiş bir din olan lslam hala pek çok din tarihçisi için “bir Hıristiyan zındıklığı”ndan başka bir şey değildir; nitekim bu düşünce Adolf von Hamack’ın dönemine kadar yüzyıllarca tekrarlanıp durmuştur; ya da lslam başka yer ve zamanlarda Hıristiyan karşıtı, insanlık dışı ve ilkel bir din o1arak görülmüştür. Savaşın paramparça ettiği Ortadoğu’daki siyasal durum ve köktendinci grupların yükselişi yüzünden şimdilerde çok sık karşılaşılan fikirlerdir bunlar. Bununla birlikte sorun, doğduğu yer olan Arabistan’ dan Çin’in iç kısımlarını, Endonezya ve Filipinler gibi Asya’nın büyük bölümlerini içine alarak doğuya; Türkiye ve Balkanların bir bölümünü içine alarak batıya, Kuzey Afrika’ya ve kıtanın Atlas Okyanusu kıyılarına kadar Uzanan bir dinin doğru bir resminin nasıl verilebileceğidir. lslam, kara Afrika’nın çeşitli bölgelerinde de ortaya çıkmıştır ve kısmen lslam dünyasından gelen göçmenlerin artan sayısının sonucu olarak, kısmen de tasavvuf, sözde-ta1 Bu bölümdeki konularla ilgili genel bir fikir edinmek için bkz. Charles j. Adams (1967), “The Histoıy of Religions and the Study of lslam;” Willem Bijlefeld (1972), “lslamic Studies within the Perspective of the Histoıy of Religions;” ]. jacques Waardenburg (1980), “lslamfors chung aus religionswissenschaftlicher Sicht;” a.g.y. ( 1978), “Official and Popular Religion in lslam;” vejames E. W.


Royster (1972), “The Study of Muhammed. A Survey of Approaches from the Perspective of the History and the Phenomenology of Religion.” 10 GlRlŞ savvuf veya köktendincilik gibi lslamın şu ya da bu biçimine geçişler yoluyla Avrupa ve Amerika gibi dünyanın geleneksel olarak Hıristiyan bölgelerinde de yeni müntesipler kazanan bir dindir. lslam, kutsal kitabı Arapça vahyedilmiş bir dindir; fakat bu dinin mensupları -Arapçanın dinsel alandaki belirleyici hakimiyeti sürmekle birlikte- aralarında Arapça, Farsça, Türkçe, Urduca ve Svahili dillerinin bulunduğu yüksek ve yaygın bir literatürün engin mirasının gururunu taşıyan sayısız dilde – lehçelerini saymıyoruz- dinbilımsel ve edebi eserler, ilmihaller, şiirler, dergi ve gazeteler, tarihsel incelemeler olmak üzere sayısız eser vermişler ve halen de vermeye devam etmektedirler. lslamla ilgili çalışmaların farklı alanlarındaki sayıları sürekli artan yayınları izleyebilmek bile mümkün değildir. Bu nedenle de araştırmacı, lslam hakkında yazmaya çalışırken genellikle iftiraya uğramış bu dine karşı adil davranabileceği bir yapı bulmakta ve lslamı genel diriler tarihi içine yerleştirmekte kendisini aciz ve biraz da ümitsiz hisseder. Dikey, yani tarihsel yöntemi kullanarak lslam hakkında bir şeyler öğrenmek kesinlikle mümkündür ve bir araştırma alanı olarak ls1am tarihi, Doğu ve Ban kütüphanelerinde zengin, ancak zorlukla bulunan kaynaklarla ortaya çıkan belgeler sayesinde her geçen gün daha da mükemmelleşmektedir. Şimdiye dek, Zengibar’daki bir camide gözden kaçmış bir kitabe ya da Müslüman bir şairin herhangi bir Güney Hindistan lehçesiyle yazılmış şiiri, lslam uygarlığının ilk dönemlerine ilişkin yepyeni bir bakış açısı getirebileceği gibi, belirli tarihsel gelişmelere de şaşırtıcı dere� cede ışık tutabilir. Bir din olarak lslamın farklı yönlerini sınıflandırmaya çalışırken yatay kesitler de kullanılabilir. Bu noktada, Nathan Söderblom ve Friedrich Heiler tarafından aynntılı biçimde incelenmiş olan “nebevi” ve “mistik” dinlerin geleneksel karşıthğı kolaylıkla kendini gösterir; ancak görünüşe bakılırsa lslam bir yandan şeriatçılığın güçlü bağı, öte yandan farklı biçimleriyle gizemcilikle yoğrulmuş “nebevi” bir din paradigmasını kurmuştur. lslam, sosyolojik bir bakış açısıyla da incelenebilir ve insanın durumu, mezhepler ve toplumsal gruplar, mürit ve mürşit ilişkisi, tebliğ ya da savaş yoluyla yayılma ve evrenselleşme eğilimleri araştırılabilir. Ilahi’nin farklı kavramlarına başvurarak Islama yaklaşılırsa, uzlaşmaz bir tektanrıcılık [vahdaniyyet] bulunabilir, ama yine de bu tektanrıcılık bazen Ilahi’nin birliğini çok fazla vurgulayarak “panteist” [vahdet-i vücudcu] ya da tektanrıcı [muvahhit] eğilimlere dönüşür. Aynca lslamın dünyaya yönelik tutumu -Budizm gibi, dünyayı dışlayıp dışlamadığı (ilk süfiler arasında görülen bir tutumdur) veya lslamın yaygın ve ehl-i ,, TANRI’NIN YERYÜZÜNDEKl lŞARETLERl sünnet biçimi gibi dünyaya tahakküm edip etmediği- sorulabilir. lslamın kendine özgü psikolojik özellikleri nelerdir ve Müslümanlar, Bir olan Allah’la karşılaştığında nasll bir tepki gösterir; ağırlıklı olarak saygı mı gösterir, korku mu duyar, üınitlenip sevgi mi besler yoksa yalnızca sarsılmaz bir iman ve tevekkül mü gösterir? Bütün bu yaklaşımlar geçerlidir ve araştırmacıya bir dini -ki burada lslam söz konusudur- bir yere kadar daha doğru anlamanın yollarını sunar. Bununla birlikte din alanında çalışmak başka araştırma alanlanna göre daha fazla zorlukla kuşatılmıştır; bu zorlukların en önemlisi de araştırmacının yargısını ertelerken araştırma nesnesiyle ilgili tutumunu kesin ve açık olarak belirtme zorunluluğudur; çünkü her şeyden önce milyonlarca insanın hayatında en kutsal alanı oluşturan bir şeyle uğraşmaktadır.

Günümüzde din tarihçilerinin birçoğunun ileri sürdüğü gibi, dinle -belirli veya genel biçimleri dolay151yla- başka herhangi bir araştırma nesnesiyle ilgilenildiği gibi ilgilenilebilinir mi? Kendi adıma llahi’nin alanına ve birisinin yaklaşımındaki ötedünyayla ilgili duygulara saygı gösterirken ve davranışlar, düşünce sistemleri, insan tepkileri ve saf “bilimsel” araştırmanın dışında kalan bir şeye verilen yanıtlarla uğraşıldığının farkındayken, din konusunda tümüyle nesnel bir çalışma yapabilmenin mümkün olup olmadığını merak ediyorum. Bu nedenle dinle uğraşırken mesafeli durmak zordur ve araştırmacının kişisel eğiliminin yansımaması mümkün değildir. Ben söz konusu olduğumdaysa eğilim, burada hiçbir biçimde ele alınmayan lslamın şer’i yönünden çok (aslında lslam hukukunu ve uygulamalarını kapsamh ve karşılaştırmalı bir çalışmada yorumlamak da çok yerinde olurdu) lslamdaki mistik ve şiirsel eğilimlere yöneliktir. Din tarihçilerinin, Islam kültürünün örneklerini kendi görüngübilimlerine dahil etmeye yeltendikleri ender durumlarda, dilsel beceri eksikliği üzücü bir biçimde ortaya çıkar ve büyük ölçüde zamanın gerisinde kalmış çevirilere bel bağlayan bu eğilim, sekr ve vecd imgelerinin bol olduğu Farsça şiirlerin eski çevirilerinin aşırı kullanımında olduğu gibi vurguda tuhaf kaymalara neden olmuşıur. Bu görüngülerin kesin olarak tasavvufta bir yeri vardır; ancak lslamın gene-1 idealleriyle ilgili olarak düşünülmeleri gerekir. Bununla birlikte görüngübilimsel yaklaşımın, özellikle de Friedrich Heiler’in, yapısını bu kitapta kendime örnek aldığım kapsamlı çalışması Erscheinungsfarmen und Wesen der Reügion’da (Stuttgart, ı g6ı) geliştirdiği modelin lslamın daha iyi anlaşılması açısından son derece uygun olduğuna inanıyorum. Çünkü Friedrich Heiler, önce görüngüye, ardından her dinin en içteki kuısal merkezine, llalii’ye, deus absconditus’a ulaşıncaya kadar insanın llahi’ye verdiği yanıtların gittikçe daha derin katmanlaıı GiRiŞ r1na inerek dinin özüne ulaşmaya çalışır. Heiler her fırsatta Friedrich von Hügel’in “ruh maddi şeylerle bağlanıı kurduğunda uyanır” saplamasına gönderme yapmakıan hoşlanırdı. Bu, en yüce manevi tecrübenin duyusal bir nesne -bir çiçek, güzel bir koku, bir bulut ya da bir kişi- tarafından harekete geçirilebileceğini ifade eder. Müslüman düşünürler, “Biz ayetlerimizi ufuklarda ve kendi nefslerinde onlara göstereceğiz” (Sure 4ı:53) ayetine dayanarak, zahiri tecelliler ile Zat arasındaki ilişkiyi uzun uzun düşünmüşlerdir. Müslümanlara göre her şey bir ayet, yani Allah’tan gelen bir işaret olabilmiştir ve Kuran, Allah’ın ayetlerine inanmayan ya da onları yalanlayanları uyarmak için bu gerçeği defalarca tekrarlamıştır. Bütün mahlukat birer ayettir; geceyle gündüzün değişimi bir ayet olduğu gibi, koca ile kansı arasındaki sevgi de bir ayettir; mucizeler birer ayettir (krş. Sure 30:19-25); bütün bunlar her şeyin kaynağı hay olan Allah’ın varlığım karutlamaktadır. Bu ayetler yalruzca “ufuklarda,” yani kainatta değildir; aynı zamanda insanların nefslerinde, yani insanın anlama ve hayran kalma yeteneğinde, aşk ve merak duygusunda, hissedilebilen, düşünülebilen ve tecrübe edilebilen her şeyde bulunur Alem adeta görecek gözü, işitecek kulağı olanların Allah’ın ayetlerini tamyıp, böylece kendi müşahedeleriyle Yaradan’ın Zatına yönelebilecekleri uçsuz bucaksız bir kitaptır. Duyusal ve manevi mertebelere ayetlerin içinde ve her yerinde rastlarur ve ayetler anlaşılıp yorumlanarak ilahi hikmet ve kudret kavrarulabtlir; aynı zamanda Kuran’da sürekli olarak ifade edildiği gibi, Allah’ın, insan kalbini yaradılışın dışsal ve çevresel yönlerinin ötesine çekmek için karşılaştırmalara, kıssalara ve benzerliklere başvurduğu anlaşılır.

Hayatın manevi yönlerinin ancak duyusal şeyler aracılığıyla kendisini gösterebileceğini akıldan çıkarma_mahyız; ondokuzuncu yüzyılın Hintli Müslüman şairi Galib’in terennüm ettiği gibi rüzgar ancak çimenlerin hareket etmesi sayesinde görülür; çölde uzaktan gördüğümüz toz bulutu içindeki atlıyı gizler; okyanusun yüzeyindeki ince köpük tabakaları ulaşılmaz derinliklere işaret eder. Bu ayetler gereklidir, çünkü insan kalbi -Tanrı bütün biçim ve imgelemlerin ötesindeyse de- llahi’yi bir an için bile olsa görme özlemi duyar ve şu ya da bu biçimde ilahi kudrete “dokunma”yı ümit eder: Allah kelamının yazılı olduğu Kuran nüshası hürmetle öpülmez mi? Yalnızca Kuran ayetleri değil, her şey bir ayet, bir işaret olabilir. Kuşkusuz O, daima gizli kalan deus absconditus değil, aynı zamanda ayetler aracılığıyla bulunabilen deus revelatus’tur; O, iradesini Kendi kelamı aracılığıyla açıklar, peygamberler aracılığıyla konuşur ve rehberliği insanoğlunu kurtuluşa giden doğru yola götürür. Müslümanlar, yaratılan her şeyin kendi hal lisanıyla Yaradan’a hamdettiğini anlamış13 TANRI’NIN YERYüZÜNDEKl IŞARETIERI !ardır; çünkü bu, onların yaradılış gayesidir. Böylece bütün alem adeta dinsel bir ışık altında görülebilir: bu, görünürde dünyevi bile olsa her insan davranışının dinsel açıdan değerlendirilmesinin ve ilahi olarak vahyedilmiş Şeriata göre düzenlenmesinin nedenidir. inanç ve ibadetle ilgili görevler de dışsal önemlerinin ötesinde daha ulvi bir şeye yönelen ayetler olarak yorumlanabilmiştir: Namaz, Kutsal’a katılma halindeyken kişinin cüzi benliğini yitirmesi veya insanın nefsini, maşuku olan, mutlak kudret sahibi Rabbin huzurunda kurban etmesidir; hac, ruhun Allah’a doğru bitmeyen yolculuğuna işaret eder; oruç, kişiye melekler gibi nur ve hamdü senayla yaşamayı öğretir; böylece her zahiri ibadet biçimi manevi tecrübenin işareti haline gelebilmiştir. Fakat yalnızca “dış kabuğu” görüp, dışsal ibadeti saygıyla yerine getirenler bile kendilerini Allah’a itaat etmiş ve böylece ahretteki mutluluğa götüren yola hazırlanmış hissedeceklerdir; çünkü Allah’a ve/ya O’nun kelamına teslim olmak islam sözcüğünün anlamıdır. Aynı şekilde simgesel eylemler de lslamın belirli manevi yönlerine ışık tutabilmiştir: Dolayısıyla Sure 8:ı]’de belirtildiğine göre, Peygamber’in Bedir Savaşı’nda (024) düşmanların üzerine toprak ve taş atması (“Attığında sen atmadın, Allah attı … “), Allah’a hakkıyla itaat eden bir insanın, deyim yerindeyse, Allah’ın kudretiyle hareket edebileceğini gösterir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir