Bekir Berk – Necmeddin Sahiner

Hekimoğlu İsmail anlatıyor. Dediler ki: “Bekir Ağabey gelmiş”. Hemen hastaneye koştum. Hastalık, onun fizyolojisini çok değiştirmiş. Ağlamamak için kendimi zor tuttum. Metin görünüyordu “İnsanı hastalık öldürmez, hayatı veren kim ise alacak da O’dur.” hakikatine inanmıştı çünkü. Yılların özlemi ile ağzından dökülen birkaç kelime, odasındaki derin sessizliği bozarken onun en nahif ve şefkatli yanını izhar eder gibiydi. – Oğlum geldi. Oğlunun resmini iki seneye yakın masasında tutmuştu, sonra… Evet kırk sene sonra ancak oğlunu görmek nasip olabilmişti. * * * 1971’de İzmir Hapishanesi’nde yatarken ona “Tâhâ” diye seslenmiştim. Tâhâ! Kurtuluş sahiline ulaşan Son Peygamber’in izini takip ediyormuşsun, Tâhâ! Bir kayısı çekirdeğinin ağaç olup meyve verme devrini nasıl bir bir sayabilirsek; aynı şekilde senin yolunun nirengi noktalarını gösterebiliriz Tâhâ! Şu hitap Safa Tepesi’nde toplananlara benzemiyor mu? Belki en yakının seni itham edecek Tâhâ! Sen de bir Habeşistan arar gibisin; lâkin dost belli değil; düşman gizli Tâhâ! Bir evde oturmuşsun “Darü’l-erkâm” mı Tâhâ? Gelenler, Ömer mi yoksa başkaları mı Tâhâ? Yerden yurttan, maldan, mevkiden, makamdan, hatta candan hicret ediyormuşsun, nereye Tâhâ? Yine yolunu kesecekler, yine bir Cafer (radiyallâhu anh) çıkacak, yine bir âyet okuyup, yolu açacak mı Tâhâ? Yakınların, sana boykot ilân etmiş, bu açlığın, bu yoksulluğun müddeti de üç yıl mı Tâhâ? Ayaklarında, kollarında kan var… Ellerini açmış yalvarıyorsun: “Yâ Rab! Bunları affet.


Bunlar ne yaptığını bilmezler…” burası Taif mi, yoksa başka bir belde mi Tâhâ? Bak tamamı iki kişi… Geliyorlar, sana inanmaya, seni taklit etmeye geliyorlar… Sene 620 mi, 971 mi Tâhâ? İmkânsızlıkların el ele verdiği Bedir… Bir yumruk hâline gelen Müslümanlar… Ve çocukları okutma karşılığı serbest bırakılan esirler… Sanki her şey yeniden, her şey yeniden Tâhâ… Zekât yeniden, oruç yeniden, namaz yeniden Tâhâ! Yine Yahudilerin ihaneti… Yine Ekmel Peygamber’e itirazlar yahut değişik teklifler… Yine kopup ayrılanlar, yine İbni Ubeyler… Şu, ciğerine gün vuran Hamza (radiyallâhu anh) değil mi? Şu, Resûlüllah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) zırhını giymiş, O’nun adına şehit olan Mus’ab değil mi? Şu, yüzünden kanlar akan Habibullah değil mi Tâhâ? İlim dağıtmak için, iman dağıtmak için, insana insanca yaşamayı öğretmek için giden âlimlerin, müminlerin kalleşçe katledilmesini düşün Tâhâ! Şu Recî’, şu Bi’r-i Maûne faciası mı Tâhâ? Bütün bu cinayetler, bütün bu kanlar ve bütün bu harpler, sadece gonca hâlinde olan bir imanı koparmak için mi Tâhâ? Benî Müstalik Seferi’nden Hendek’e… Teri gül kokanın, yüzü kan ter içinde… Allah’a yalvaran, yoksulu doyuran, yetimin yaşını silen, kalem tutan eller, kazma ve kürek saplarında paramparça, Tâhâ! On parmağından çeşmeler akıtıp, orduya su içiren, bu sebeple gönülleri kendine kilitleyen eller parça parça; Tâhâ… Kayserlere, Kisralara davetname yazılıyor; diğer taraftan âlemlere rahmet olan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm)’ın kuyusu kazılıyor… Yine Yahudiler sahnede, yine bir Yahudi kadın, O’nu zehirleyecek; tezatta tecelli eden hikmete bak ki saadetimizin sebebi olan Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), Safiye (radiyallâhu anhâ) ile izdivaç buyuracak… Ve hâlâ, putlar arasında Kâbe ziyaret ediliyor, Tâhâ! Tâhâ, çetin günler, zor günler gerilerde kaldı. İslâm’ın güneşi dünyaya yayıldı. Artık bu güneşi kim söndürür Tâhâ? Sen bu büyük ve kıymetli hazineyi taşımaya memursun Tâhâ! Elbette ki düşmanın çok, terin bol olacak… Elbette ki takip ettiğin izlerde gördüğün ve bildiğin hâdiselerle karşılaşacaksın. Elbette bunlar olacak Tâhâ! Hakikatin üzerindeki tül, sadece ve sadece ilim ve iman ile aralanacak, başka şekillerde daima kapalı olacak, gazan mübarek olsun, Tâhâ! Tâhâ! * * * Yazacaksan Sen Yaz!. Bir zaman arkadaşlar: “Bekir Ağabey Cidde Radyosu’nda Tâhâ’yı okuyor.” demişlerdi. Maalesef radyom olmadığı için onu dinlemek nasip olmadı. Bekir Ağabey, paraya, mala düşmandı. Kaç defa hayatını yazmasını rica ettim, her seferinde: “yazacaksan sen yaz” derdi. Onu görmeseydim hayatını yazardım. Gördükten, onu tanıdıktan sonra yazacağım her şey resimden öteye geçmez! Necmeddin Şahiner Bey yazmış, tebrik ve takdir ederim. Gelecek nesil Bekir Berk’i tanısın ki; Bekir Ağabeylerin sayısı artsın. Artık kenara çekilip, bana, sizlere “buyurun!” demek düşüyor. Sizleri bu kıymetli eserle başbaşa bırakırken, saygılarımı sunarım. Hekimoğlu İSMAİL O Bulunduğu Ortamı Değiştirebilen Bir İnsandı. Her insanın bir zâhirî bir de derunî iç yapısı vardır. Fotoğraf buutları içinde, fotoğraflardan mürekkep bir filimle insanın zâhirî alanını tasvir etmek bir derece mümkün olsa da insanın derunî, yani iç yapısını tasvir imkânsızdır. Melekûti alanın tasviri, her türlü sınırı aşan bir alanın küçük bir çerçeve içine sığdırılmak istenmesi anlamını taşır.

Bekir Ağabey bulunduğu atmosferi değiştirebilen, kendi kendine yetebilen, belirsizlikleri belirlilik alanına çıkarmakta muktedir, kalpleri uyaran özellikte bir insandı. Dünyaya yerleşmemişti. Kefeni cebindeydi. Âhirete irtihal etmiş her sevdiği insanın arkasından buğulu duygularla içindeki ağıtı dünyalılara hissettirmek isterdi. Hak dostlarının vefatı Bekir Ağabey’in içindeki bir yangının büyümesine sebep olurdu. Onlarla birlikte âdeta Bekir Ağabey’in yüreğinin bir parçası da ölüyor gibiydi. Hak dostlarının ölümünde sema gibi ağlayıp yağmurlaşanlara, Hak dostluğunun anlamı mânâ âleminde tecelli eder. Âlem-i mânâ insanın içinde bir bostan, bir cennet ve bir gülistandır. Bu âleme dalabilen, oradan, evvel ve âhire; zâhir ve bâtına dair her arzu ettiğini alabilir. Çünkü iç âlem, âlem-i melekût bir sahiplilik alanıdır. Dış alan sahipliliği insanın içindeki sınırsız alanı daraltır. Bekir Ağabey mukadderatça dış alan sahipliliğinden alıkonuldu. Risale-i Nur’un berk-misal avukatının hizmetini îfa ettiği süre içinde müşahede edilebilen hâl, kâinat vüs’atinde bir değer ifade eder. Tefekkürî mânâda kâinat, ancak Bekir Ağabey’in savunduğu fikirlerin pencerelerinden seyredilebilir. Âlemin aklen ihatasında fizikî alan ne kadar dar boyutluysa, bir velinin, bir kahramanın da mülk ciheti itibariyle yani müşahede edilen âlemi itibariyle tanınması ve açıkça anlatılması o ölçüde muhaldir.

Bulunduğu atmosferi değiştirebilen Bekir Ağabey’in kişiliği, esrarengiz tarafları, kullandığı lisanı ile biraz keşfedilebilir. Yakınında bulunanların anlattıklarına göre; son zamanlarında ibadetlerine daha fazla önem vermekteydi. Bundaki muvaffakiyeti, meşale bir hayatın alevinin gittikçe yükselmesi ve hikmet dünyasından kudret dünyasına geçişin şiddetinin bir tezahürüdür. Pek çok kimse Bekir Ağabey’i “Müslümanların avukatı” olarak tavsif ediyordu. Zira Bekir Ağabey, kendisini Risale-i Nur’un ve İslâm’ın gönüllü bir avukatı olarak görüyordu. Bekir Bey, devletin din hakkındaki tutumunun tashihinin gerçekleşmesine ve bir temele oturtulmasına kendisini adamış bir kahramandı. Böylece Türkiye içtimai hayatında gün be gün müsbet değişmeler vuku bulmakta, güneş, daha bir başka gönülleri ve yürekleri ısıtmakta idi. Bekir Bey’in uzun zaman yurt dışında kalmasına sebep olan düşünce bunun karşılığını pek pahalı ödemektedir. Zira ülkede hukuk ihlâllerinin artması nifak tohumlarının ekilmesine elverişli bir zemin meydana getirmişti. Bir nifak tohumunun yeşermesi dal budak salması hatta daha da kötüsü –Allah korusun– kökleşmesi ihtimali vardı. Bu ise Bekir Ağabey’i ve tüm inananları derinden üzmekteydi. Her şeyin temeli hukukîdir. Maddî ve mânevî hukuku yerine getirmeyen toplum felâh bulamaz. Bir tahribatın tamiri, çiğnenen değerlere yeniden önem verilmesiyle mümkündür. Elbette, gözleri perdeli insanlardan hukuk ve fazilet adına hassasiyet beklenemezdi.

Ama İslâm’ı iradî olarak yaşayanların da hukuki olarak bir şeyler yapması gerekmekteydi. Yaşadığımız zaman dilimi içinde Güneş’in tulûa doğru kaymakta olduğu gözlenmektedir. Hukukun da üstünlüğüne daha çok dikkat edilecek günler yakındır. Her geçen gün Anadolu’nun bahadır evlâtları fevc fevc aslına rücû etmektedir. Atılan tohumlar ve çekilen sıkıntılar semeresini bire bin vermektedir. Fakat Bekir Ağabey de tıpkı Üstad’ı gibi acele edip kışta gelenlerdendi. Geleceğin dırahşan çehreli altın kalpli gençlerinin ekseriyeti onu görüp tanıma bahtiyarlığına eremeyecektir. Zira o, çoktan şimşek hızıyla guruba kaymış, sevgililer diyarına göç etmiştir. Bekir Ağabey, fânî ömrünün son durağına gelmek üzeredir. O, gurubun yakın olduğunun farkındadır. Artık yaşadığı gibi şimdi gözüyle gönlüyle tüm varlığı ile âhirete müteveccih olma zamanıdır. Vasiyeti üzerine cenaze namazını o şefkat kahramanı, hapishane arkadaşı muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi kıldırır. Güzel insanlar güzel ata binip gittikleri gibi gittikleri yerlerde de beraberdirler. Artık Sultan Eyyub sırtlarında Ebâ Eyyûb El-Ensarî’nin bir kutlu misafiri daha olmuştur. Tıpkı Zübeyr Gündüzalp, Tahiri Mutlu, Mustafa Polat ve Sadullah Nutku gibi.

Risale-i Nur hizmetinin bu bahadır ve fedakâr talebeleri dünyada olduğu gibi âhirete de yan yana gitmektedir. Hani gidenler gider de iş kalanlara düşer. Bu kutlu davanın mümessillerinin fütursuz hareket etmeleri gerekmektedir. Hani “bir ölür bin diriliriz” dendiği gibi şimdi yeni Bekirler yetiştirme zamanıdır. İçteki kıvılcımlardan sonsuzluğa uzanacak alevi yükseltmek gereklidir. Sonra âdeta müteharrik cenazeler hâline dönenlerin ruhlarına bir diriltici nefes üflenmelidir. Üflenmelidir ki suikastlerden, ihanetlerden, ehl-i nifak ve küfür karşısındaki zillet ve meskenetten kurtulsunlar. Suad ALKAN NUR ÜSTAD BEDİÜZZAMAN’IN AVUKATI BEKİR BERK (1926 – 1992). 1926’da Ordu’nun Uzunisa nahiyesinin Delikkaya köyünde doğan Bekir Berk, 1951 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. İstanbul Barosu’nda başladığı avukatlığa 20 yıl (1953-1973) devam etti. Hukukun ihlâl edildiği bir dönemde hukukun üstünlüğünü, din ve vicdan hürriyetini savundu. Milliyetçiler Derneği’nden ayrılarak mesaisini ve bütün hayatını Müslümanların savunmalarına ayırdı. Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin 1943’ten 1960 Şubat’ına kadar on avukatı olmuştu. Üstad, Bekir Berk Ağabey’e hem Ankara hem de İstanbul’dan vekâlet vermişti. Bekir Berk, hayatı boyunca Hakk’ın ve haklının yanında yer aldı.

Risale-i Nur’u ve Nur talebelerini savunmak için Anadolu’yu karış karış dolaştı. Üstad Hazretleri’nin “Seni bana Allah gönderdi.” iltifatına mazhar oldu. Ankara ve İstanbul’da bizzat Üstad’ın vekâleti ile avukatlığını yaptı. 1973 yılında hac vazifesini ifa ettikten sonra Suudi Arabistan’a yerleşti. Cidde Radyosu Türkçe yayın bölümünde yaklaşık 15 sene programcı ve spiker olarak görev yaptı. 1989’da kansere yakalandı, İngiltere’de tedavi gördü ve ardından İstanbul’a yerleşti. 14 Haziran 1992’nin Kurban Bayramı gününde Hakk’ın rahmetine kavuştu. Eyüp Sultan’a defnedildi. “Zulme boyun eğmeyen mazlumların sesi Üstad Bediüzzaman’ın Avukatı Bekir Berk” olarak bir yâd-ı cemil olarak hafızalarda kaldı. Bekir Berk Ağabey iki sene “Komünizme Karşı Mücadele” adlı bir dergi çıkartmıştır. Üstad’ın ölümünden sonra Nur talebeleri İzmir’de Zülfikar gazetesini çıkardılar. O toplatılınca Uhuvvet yayına başladı. Daha sonra Zübeyir Gündüzalp Ağabey’le beraber 1967-1971 seneleri arasında İttihat Gazetesi’ni çıkardı. “Bediüzzaman ve Siyaset” (Timaş Yay.

, İstanbul 1991); “Bütün İftiralara Paydos” (Aksiseda Matbaası, Samsun 1960); “Dünya Anayasalarında Din” (Doğan Güneş Yay., İstanbul 1961); “Hakkın Zaferi İçin” (Yeni Asya Yay., İstanbul 1972); “İslâmî Hareket Bakımından Alparslan Türkeş Milliyetçi Hareket Partisi 9 Işık Doktrini” (Bekir Berk. Röportajı yapan N. Mustafa Polat, Güneş Matbaası T.A.Ş., İstanbul); “İthamları Reddediyorum” (Yeni Asya Yay., İstanbul 1972); “Körfez Fitnesi: Doğrular Yanlışlar” (Nesil Yay., İstanbul 2003); “Nurculuk Davası” (Hikmet Gazetecilik Ltd. Şti., İstanbul 1971); “Patrikhane ve Kıbrıs” (Doğan Güneş Yay., İstanbul 1962); “Risale-i Nur, Bediüzzaman ve Talebeleri Hakkında Türk Hakiminin Millet Adına Verdiği Kararlar” (Kardeş Matbaası, Ankara 1962) isimli kitaplar da başlıca eserleri arasında yer almaktadır. Ordu’nun Yiğit Evlâdı Bazen ruhumuz daraldığında, bazen gözümüzün önü karardığında, yanı başımızda bir ışıklı kandil buluveririz. Büyüklerin çocukluk hayatları, gençlik günleri, hep hüsn-ü misal olacakları o eşsiz meziyetlerinin müjdecisi gibidir.

Altı yüz yıllık ulu çınar ağacını devirmek isteyenler o çınardan yepyeni, taptaze bir sürgün çıkacağını hesap edememişlerdir. Şimdi Osmanlı’nın torunları yeni bir devletle her şeye sil baştan başlamaktadır. Memleketin her yöresinde –ilk başlarda cılız gibi görünse de– yeniden bir diriliş bir kendine gelme gayreti görülmektedir. Yıl 1926. Mevsim taze bahar günleri. Karadeniz’de Ordu’nun dereleri sanki bir müjdeyi verir gibi akmaktadır. Hani Kafkas Kartalı vardı ya bir zamanlar. Şeyh Şamil gibi bir yüreğe sahip olacak bir yavru dünyaya gelir Delikkaya köyünde. Fatma Hanım varlığı ile gurur duyacağı bir erkek evlât dünyaya getirmiştir. Küçük yavrunun kulağına dokunan ilk ses “Allahu Ekber. Allahu Ekber.” Kafkas kökenli bu asil aile, soyadı kanununun çıkarılması ile “Berk” soy ismini alır. Berk kelimesine sözlüklerde “Şimşek çakması, parlama ve yıldırım” gibi anlamlar yüklenmiştir. Bekir Ağabey, altmış altı senelik ömrü boyunca bu soyadına yepyeni anlamlar yükleyecektir!. Henüz çocukluk yıllarında hem de kendi köyünde haksızlıklara karşı ilk mücadelesini vermeye başlamıştı bile.

İlkokul yıllarında her sabah fırından iki ekmek alır. Ekmeklerden birini sahilde, parçalara ayırarak denizdeki balıklara atar. Sabahları bu ekmek ziyafetine alışan balıklar büyük ruhlu küçük çocuğun önünde toplanır. Aybaşında fırına olan borcunun iki kat çıkması babası Mustafa Efendi’yi şaşırtır. Öğrendiğinde ise oğlunun bu anlamlı ve şefkatli davranışı karşısında gözleri dolar ve Rabb’isine bir kez daha şükreder. Berk ailesi, Mustafa Efendi’nin memuriyeti dolayısıyla İstanbul’a gelir. Beşiktaş’ta Kalas sokağındaki mütevazi bir eve yerleşir. Daha sonra Unkapanı yakınlarındaki Haydar semtine taşınırlar. O günlerde annesi Fatma Hanım, henüz dokuz on yaşlarındaki oğlu Bekir’in elinden tutup, her cuma günü Ayasofya’ya götürür. Neden oraya gittiğini soranlara da Hızır (aleyhisselâm)’la buluşmaya gittiğini söyler. Bu mümin hanım kırk cuma namazında şayet Ayasofya’ya gidilirse, orada Hızır (aleyhisselâm)’la buluşulup görüşüleceğine inanıyordur. Böylece bir yıla yakın bir zaman, tam kırk cuma günü Ayasofya’ya gitmiştir. İşte o günlerde Bekir Berk henüz ilkokul dördüncü sınıfta okumaktadır. Bu Ne Güzel Rüya!. Kutlu bir gece, Güneş henüz sabahın nazlı şafağını yoklamamıştır.

Sabah, bin bir sırra rahm-ı mader olacaktır. Küçük Bekir, yatağında garip bir telâş ve heyecanla sayıklamaktadır: Yaparım Efendim… Emredersiniz Efendim… Baş üstüne Efendim… Cebelden cebele atlarım Efendim… Binerim Efendim… Gidelim Efendim… Başüstüne Efendim… Küçük Bekir Berk, kan-ter içinde kalmıştır. Annesi oğlunun bu fevkalâde hâlini sessiz sessiz seyreder. Uyandığında annesinin ısrarlarına dayanamayan Bekir Berk, istemeye istemeye gördüğü bu efsunlu rüyayı annesine anlatmak zorunda kalır. Emsallerinden farklıdır, okumaya çok merakı vardır. Derslerine, aksatmadan ve düzenli olarak çalışır. Kitapların, onun dünyasında ayrı bir önemi vardır Okul sıralarında okuma merakı yüzünden yiyecektir ilk ve son dayağını!. Bir gün matematik dersinde kaçamak kitap okuduğundan dolayı öğretmeni tarafından tokat yemişti. Daha ilkokulun başlarında iken başlamıştı üst sınıfların kitaplarını okumaya. Evden hiç dışarıya çıkmaz devamlı evde okumakla vakit geçirirdi. Soranlara “Dışarıda kızlar var ve beni rahatsız ediyorlar.” derdi. İlkokulda sınıflarında bir Yahudi çocuğu vardı. O, sınıflarının en çalışkanıydı. Bekir Berk bu durumu kabullenemez ve kısa bir zamanda onu geçer ve sınıfının en çalışkan talebesi olur.

Resim: 1 Avukat Bekir Berk’in annesi Fatma Berk Hanımefendi. Resim: 2 Küçükyalı Kabristanında Fatma Berk Hanımefendi’nin (1904 – 1979) kabri. Resim: 3 Avukat Bekir Berk’in Beşiktaş’ta okuduğu Gazi Osman Paşa Ortaokulu (1938-1941). Resmin arkasında “Sevgili okulumuz Gazi Osman Paşa Ortaokulu. Hatıra Bekir Berk.” ifadeleri yazılıdır. Yüce Dağların Fırtınası. Mehmed Feyzi Pamukçu (Şallıoğlu) Ağabey büyük zâtları dağa benzetirdi. Yüce dağların kışları, şiddetli olduğu gibi fırtınası da hiç eksik olmaz. Bekir Ağabey altmış küsur yıllık ömründe nice fırtınalar yaşayacaktır. Balıkesir Lisesi’nde okumaktadır. O zamanlarda rahmetli Ayhan Songar da aynı lisededir. Milliyetçi ve mâneviyâtçı gençler şehre asılan bir levhadaki “Lokal 55” ifadesinden rahatsız olmaktadırlar. Levhayı bir gece vakti taşlayarak indirirler. Durum okul idaresine intikal eder.

Disiplin kurulu, “Bunu kesinlikle Bekir Berk yapmıştır.” diyerek, Bekir Berk’e üç ay okuldan uzaklaştırma cezası verir. Olayın asıl faillerinin Ayhan Songar ve arkadaşları olduğu ancak Bekir Berk’in vefatından kısa bir süre önce anlaşılacaktır. İnançsızlığa Karşı Dimdikti. 1940’lı yıllarda komünizm revaçtadır. Bu nedenle inanca ve dine düşmanlık hızla artmıştır. Gayretin ve cesaretin bayrak şahsiyeti Bekir Berk, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde okumaya başladığında bünyesi zayıf olduğu için tüberküloz hastalığına yakalanır. O günleri kendisi şöyle anlatmaktadır: 1944 öncesi komünizm faaliyetleri artmıştı. Allah’a (celle celâlühû) ve Resûlüne (aleyhi ekmelüttehâya) bağlı bir mümin olarak bu durum beni çok rahatsız etmişti. Komünizm aleyhinde büyük bir nümayiş (gösteri) gerçekleşir. Gösteride bulunanların en ön safında bulunanlardandım. 1 Beyazıd’dan Cağaloğlu’na, Cağaloğlu’ndan Eminönü’ne, oradan Galatasaray’a, Galatasaray’dan Taksim Âbidesi önüne kadar, “Kahrolsun komünistler” nidasıyla yürümüştük. Âbide’ye Türk bayrağını dikme şerefi bana nasip oldu. Arkadaşlarla İstiklâl Marşı’nı söyleyerek komünizme karşı şahlanmanın akabinde tevkif olunduk. Tabii o yıllar İkinci Dünya Harbi günleridir.

Mahrumiyetlerin vücut yapımda meydana getirdiği bir tahribat sonucu akciğer kanaması geçirdim. Çok yorulmuştum. Kanamadan sonra hastaneye kaldırıldım. Heybeliada’da yattım. Tüberküloz olmuştum. O zamanlar, günümüzde bulunan ilâçların hiçbirisi yoktu. Ciğerlerimiz hava ile tazyik edilerek sıkıştırıldı. Bu suretle hastalıkla mücadeleye girişildi. Bu sebeple uzun yıllar akciğerlerimi tedavi ettirmek zorunda kaldım. Doktorlar çok gezmememi, güneşte durmamamı, ciğerlerimdeki hastalığı alevlendirecek şeylerden çekinmemi salıklamışlardı. Fakat bu arada ben fakülteyi Allah’ın izniyle bitirdim. Avukatlık stajımı da yapıp, avukatlığa başladım. Müminlerin müdafaasını harfiyen deruhte etmek niyetinde olduğumu bildirerek annemden müsaade istedim. Otobüsle annemin yanına giderken yorulurdum ama gariplerin mazlumların davalarına giderken yorgunluk nedir bilmezdim. Hele hele namaz kıldı diye, dinî eser okudu diye, mahkemeye verilen müminlerin davalarına değil yorgunluk bir başka aşkla ve şevkle giderdim.

O zaman anladım ki bir inayet var!. Allah’ın lûtfu var!. İhlâsla hareket edilirse Rabb’im, sağanak sağanak lütuflar yağdırıyor. Benim gibi ağır bir adam bile Anadolu’nun her ilinde ilçesinde her türlü davaya yetişebiliyor. Bazen trenle bazen otobüsle, bazen kamyon kasasında ve bazen de tayyare ile davalara yetişmeye çalışırdım. Kimi zaman da at, eşek sırtında karda, yağmurda, çamurda mahkemelere gidebilmek mazhariyetine eriştim. Hastalığıma rağmen. Bunun bir inayet olduğunu gördüm. Bu yürüyüş ve protesto hâdiseleri sonrası Nur Risaleleri’nin aziz müellifi Üstad Bediüzzaman Said Nursî, şunları ifade buyuruyordu: “Aziz, sıddık kardeşlerim! ‘İhlâs’ ve mektupların suretlerinin hafiyeler tarafından alınması, sizi müteessir etmesin. Zaten o mektupları ve ‘İhlâs’ ve ihbar-ı Aleviye’yi onlara okutmak, Risale-i Nur hesabına ve fütûhâtına lâzımdı. Hem bu hâdise zamanında İstanbul’da bolşevizm aleyhindeki nümayiş hâdisesi, Risale-i Nur’a karşı perde altında hücum eden iki kuvvet birbirine vaziyet almaya başladığı cihetle, Risale-i Nur fütûhâtına büyük bir vesiledir. Muvakkat bize karşı bazı ilişmeler olsa da hiç ehemmiyeti yok. Çünkü bolşevizmin, Müslümanlar içinde anarşilik mahiyetinde küfr-ü mutlak ve fikri tabiatla yerleştirilmesine mukabil, ancak ve ancak Risale-i Nur’un fevkalâde kuvvetli hakikatleri çıkabilmesinden, milliyet-perver ve vatan-perver ve siyasetçiler ve dindarlar, Risale-i Nur’un arkasına girmeye ve onunla barışmaya ve onunla siper almaya bir yol açılıyor nazarıyla bakıyoruz.” 2 Bu konuyla alâkalı yine Tarihçe-i Hayat’ın Emirdağ Hayat’ı kısmında Bekir Berk’in de katıldığı Tan Hâdiseleri’yle alâkalı olarak şu satırları okumaktayız:

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir