Bodo Kirchhoff – Kum Adam

İlk cinayet, bir tek hareketin, kurbanı damdan aşağı iten darbenin dünyayı paramparça ettiği andır. Zihni boşalan bir başı çevreleyen kanlı saçlardır, hayvana dönüşmeyen, hayvan bile olamadan bir uçuruma yuvarlanan katildir. *** Oldukça rahat bir yaşam sürmemi sağlayan bir işim vardı, Goethe’nin doğduğu kentte radyo spikerliği yapıyordum. Çok iyi döşenmiş bir evim bile vardı; güneye bakan eski bir yapı, hem de balkonlu. Çok iyi bir konum; her şey bir yana sağlıklı bir oğlum da vardı. Henüz konuşamadığı dönemlerde, lise son sınıf öğrencisi bir genç kız, oğlumun bakımını üstlenmişti. O günlerde belki aşkı yeniden tanımam da olasıydı, çünkü karım benden ayrılmayı düşünüyordu. Ayrıca Doğu Avrupa’da değişim yaşanıyordu ve ben haber spikeri olarak çok yoğun günler yaşıyordum. Aradan zaman geçti: sonbahar, kış, ilkbahar, yaz. Oysa ben, kısa süre öncesine kadar Almanya’nın tam ortasında yer alan Main kıyısındaki bu kentte tıkıldım kaldım. Birleşmenin yıldönümü, yıllık iznime denk düşüyordu. Güneyde bile rüzgâr farklı olsa da yazın son soluğunu duyumsamak hoşuma giderdi hep. Ekim ayında Tunus kentine gittim. Yanımda, pencere kenarında oğlum Julian oturuyordu. Uyuyordu.


Julian ufak tefek, toparlak yüzlü, aydınlık bakışlı bir çocuktu. Oğlumun varlığı bana huzur veriyordu. Her haliyle aydınlık ve iç açıcı bir çocuk. Saçları, sesi, teni, özellikle de aklı; hepsinden öte duru bakışlı kahverengi gözleri. Hele bir de güldüğünde! Şimdi, yanımdaki koltukta uyuyordu ve ben çok mutluydum. Julian derin uykudayken nedense terlerdi. Burnunun üstünde ter tanecikleri birikmişti. Elimde tuttuğum kartla yüzünü yelpazeledim. Bu kart olmasaydı —eylül sonunda posta ile gelmişti- oğlumla bu yolculuğa asla çıkmazdık. Arka yüzünde şunlar yazılıydı: ‘Yanılmıyorsun, gördüğün benim el yazım. Yaşıyorum. Tunus çok hoş bir yer. Medina’da küçük sakin oteller var; Julian nasıl? Christine ne yapıyor? Ya sen? Umarım iyisindir. Helen.’ Yazdıklarını neredeyse ezberlemiş gibiydim.

Helen kurşun kalem kullanmıştı. Ve ‘sakin’ sözcüğünü yazarken kaleminin ucu kırılmıştı anlaşılan. Julian’ın üzerinden pencereye eğildim, dışarı baktım. Hâlâ deniz uzanıyordu aşağıda. Masmavi ve kıpır kıpır; Julian, Elbe’yi geçerken uyuyakaldı. Yanağı omzunda, elleri kucağında birleşmiş öylece oturuyor ve horluyor. Hosteslerin gözü onun üzerinde. Uykudayken bambaşka bir masumluk sergiliyor. Çevresindekileri etkileyen güçlü bir görüntü. Christine’yle ben, konser ya da yemek davetindeyken, Helen kendinden geçmişçesine onun yatağının başında oturur ve Julian’ı izlerdi; bir gecelik çocuk bakıcılığı için ona parasını uzattığımda ancak kendine gelirdi. Genelde haftada iki ya da üç kez gelirdi, içkisi, sigarası yoktu. Onu asla televizyonun başında yakalamadık. Helen’i işe alan Christıne’ydi, ondan hoşlanıyordu. Aslında Helen’in kendisinden hoşlanıyordu Christine, bense bu durumdan hiç hoşlanmıyordum. Karımın ayrılıktan söz etmesi beni kaygılandırıyordu, çünkü ona çok alışmıştım.

Üstelik onun zekâsına da hayrandım. Çok ağır kitaplar çeviriyordu; hatta ödül bile almıştı. Son günlerde bir Rus yazarla birlikte çalışıyordu. İş yolculuğundan döndüğünde bıraktığım pusulayı bulacaktı tabii: ‘Ufaklıkla birlikte Tunus’tayız. Seni ararım!’ Bu habere şaşıracağı kesindi, çünkü bu benim Julian ile yaptığım ilk yolculuktu. Uçak havaalanına indiğinde oğlumu uyandırdım. “Bak, işte çöl!” diye seslendim, pistin ötesinde uzanan ıssız ve bomboş alanı gösterdim. Julian elimi tuttu. Sonra da develeri sordu. Ben de onları az sonra göreceğimizi, henüz yolda olduklarını söyledim. Tabii hemen inandı; sesimdeki inandırıcılık etkisini göstermişti. Kentin merkezine doğru yola koyulduk. Binlerce insan bu ekim gününde sokaklara dökülmüş, eski yasalara dönmek için gösteri yapıyordu, insanlar oraya buraya koşuşuyordu ve bir an duralayanı da önlerine katıp sürüklüyorlardı. Güneşin altında kıpırdayan bir kahverengi giysiler ve beyaz maşlahlar karmaşası. Güneş kavuruyordu sanki.

Taksi şoförüne yalnızca, ‘Medina,’ dediğim için kocaman bir kapının önünde durdu; kemerin ardında eski kent uzanıyordu. Birden arabanın çevresini dilenciler ve satıcılar sarıverdi. Daha iyi ve modern bir semte gitmeye karar verdim o an. Helen’in kartında sözünü ettiği sakinliği bulmalıydım. Bir elimde Julian, öbür elimde eski kente göre oldukça gösterişli bavulum, kemerden geçip Tunus’un Medinasına girdim. Çevremdeki yaşam ve hareketlilikle hiç ilgilenmeden ilerlemeye koyuldum. Julian, annesinin yokluğunu duyumsamış olacak ki koluma yapıştı. Bense otel adlarını inceliyordum. Küçük pansiyonların ve motellerin önünden tek tek geçerken aradığım yerin orası olmadığından kesinlikle emindim. Tam o sırada, çatısında çamaşırların asılı durduğu dar bir yapıya gözüm takıldı. Levhada adı yazılıydı: Petithdtelde la tranquillite. 1 Oldukça açık tenli, yüzü kırışık dolu otel sahibesi, beni odama çıkardı. Bu odada kısa bir süre öncesine kadar Helen de kalmıştı. Açık tenli kadının dediğine göre, önceki hafta Helen birden otelden ayrılmıştı. Hatta borcunu bile ödemeden ortadan yok olmuştu.

“Burada mösyö! Hep burada, bu pencerenin önünde oturuyordu. Odasına yeşil çay servisi yapmak için girdiğimde onu hep aynı yerde buluyordum.” Sonra da cinayet olayını simgesel olarak göstermek isteyen bir tanık gibi Helen’in nasıl oturduğunu gösterdi. Bu arada adını söyledi. Kulağıma hoş gelen ilginç bir addı bu: Madam Melrose. Kendimi Helen’in amcası olarak tanıttım. Sanırım oldukça inandırıcıydım. Küçük otelin sahibesi beni hemen Helen’in eşyalarını sakladığı yere götürdü. Bir yandan da pasaportlarımızı görmek istediğini söyledi. Julian’a bakarak pasaporttaki fotoğrafıyla karşılaştırdı. Sonra da otelin kasasını açtı, içinden yassı siyah bir tahta kutu çıkardı. Kutunun tam ortasında minik bir anahtar deliği vardı, iki yanında da Arapça yazılar. Tam Helen’in tarzıydı bu kutucuk. Madam Melrose, yani otelin sahibesi anahtarı bana uzattı. Kutuyu açtım.

Julian ise kendine gelmişti artık. Kutunun içinde basit kapaklı bir defter vardı, üzerindeki etikette de Helen’in adının baş harfleri. Altında kitap harfleriyle bir tür başlık: ‘Quint ile bir yılım.’ Senetlerle karşı karşıya kalan biri gibi irkildim. Madam Melrose elini uzattı, anahtarı avucuna koydum. “Hepsi de makine ile yazılmış,” dedi kadın ve yapması gerekeni yaptı. Kutuyu kilitledi, kasaya yerleştirdi, sonra da kasayı kilitledi. “Rahat edeceksiniz burada mösyö. Ayrıca bizim yeşil çayımızdan içeceksiniz. Tabii taze süt de var.” Son cümlesini söylerken saçlarımı çekiştiren Julian’a bakıyordu. Helen’in defterine ulaşmanın tek yolu bu kadından geçiyordu. Bu kesindi. II O gece ilk kez Julian’ın yanında yattım. Sabaha karşı oğlumun horlaması ile uyandım.

Yanıbaşımda yatan minik bedeni görünce bir an şaşırdım: Sanki Christine küçülmüş de yanımda yatıyordu. Sıkıntı kapladı içimi, doğruldum ve gidip Helen’in oturduğu yere oturdum. Döşeme ayaklarımın altında gıcırdadı. Epeydir böyle sıradan ve bakımsız bir otelde kalmamıştım. Odanın içinde yalnızca en gerekli eşyalar vardı: yatak, dolap, masa, sandalye, aynalı bir lavabo ve lambalı bir vestiyer. Bir de telefon vardı. Pencereden dışarı sarktım. Dar sokağın ortasında pis, kapkara ve kötü kokan bir su akıyordu, havada ağır bir çöp kokusu vardı. Helen’i burada kalmaya zorlayan neydi acaba? Kimbilir, belki de Madam Melrose’un sevecen, anaç davranışları? Böyle anaç kadınlar kalmadı artık. Bu açık tenli, kırışık yüzlü, takma adlı kadın beni bile etkilemişti neredeyse. Benim için oldukça ilginç bir durum, çünkü Christine benden on yaş küçüktü, Helen ise kızım olacak yaştaydı. Julian kıpırdamaya başladı. Yatağa döndüm. Artık kentin bu eski bölgesinde gürültüler duyulmaya başlamıştı. Hatta kaldığım sakin otel bile yeni bir güne uyanıyordu.

Helen’in defterini düşündüm bir an. Gerçekten daktilo ile yazıldıysa okunmak için hazırdı. Julian’ın omzunu okşadım, saçlarının arasına üfledim. Yavaşça bana döndü. “Christine burada olsaydı ne iyi olurdu.” “Ama burada değil. Süt ister misin?” “Sen getirme.” Sesi kırıcı değildi aslında. Evi özleyip özlemediğini sordum. “Belki,” dedi. “Neren acıyor?” Julian karnını gösterdi. İlk yardım kutumdan bir flaster çıkardım. Doğduğundan beri oğlumun ufak tefek rahatsızlıklarını ben iyileştirirdim. Acıyan ya da ağrıyan yere gerekli ilgiyi gösterdiğimde Christine’i hemen unuturdu. Julian saçlarımı karıştırdı.

“Canavarın öyküsünü anlat,” diye sızıldadı. Ve ben yalnızca ikimizin düşlerinde yaşayan o yaratığın öyküsünü anlatmaya başladım. Her an ve her yerde, her biçimde karşımıza dikilebilirdi o yaratık. Onu tümüyle alt etmek olanaksızdı. Şimdi de bizimle birlikte Tunus’taydı ve bir çatıya konmuştu. Şu anda belki de çatının pervazlarını kemirmeye başlamıştı bile. Julian birden öykümü yarıda kesti. “Daha çok saçın olsaydı ne güzel olurdu.” Ona hak verdim; yataktan kalktık. İlk günümüz oldukça yorucu geçti ve geç saatlere kadar uzadı. Bir labirenti andıran ara sokaklarda, satıcıların ve tüccarların kalabalığı arasında gezinirken, Julian kendisini taşımamı istedi. Gün boyunca aklımda Helen, dolaştık durduk. Kuşkusuz Tunus kentinin bir köşesinde kentin eski mahallelerindeydi, orada onu bulmak zordu. Helen, yapısı gereği yabancı bir ülkede çevresiyle hemen uyum sağlayabilen biriydi. Bukalemun gibi değişiverirdi.

İletişim kurabileceği birkaç sözcük, ardından yörenin gelenekleri ve alışkanlıkları onun yaşamına karışıverirdi, duruma göre de her an biçimden biçime girebilirdi. Julian sırtımı çimdikledi. “Şuraya çıkalım ve bir uçurtma fırlatalım aşağı atalım…” Çatıların arasında yükselen beyaz badanalı bir minareyi gösteriyordu. Gördüğü şeyin ne olduğunu ona açıklamak zorundaydım. Minareye herkes çıkamazdı. Tabii çıkmak için diretti, ama onu kandırmayı başardım. Et pazarından geçerken Julian’a açıklamalarımı sürdürdüm. Otelimizin çatısına çıkacaktık ve oradan kâğıt kuşlar uçuracaktık. Çevredeki kötü kokular beni hızlı yürümeye zorladı. Bu sırada nargile içenlerin önünden geçmekteydik. Julian buraya bayıldı. Biz de bir kahvehaneye girip oturduk. Nargile içenler küçücük iskemlelerin üzerinde oturuyorlardı. Yan yana, ama yine de hepsi kendi nargilesini fokurdatıyordu. Kendilerini, yaptıkları işe vermişlerdi.

İskemleler bir tentenin altına, gölgeye dizilmişti. Dükkânların içlerinde soluk pembe ve uçuk mavi kumaş topları görülüyordu. Satıcılar kablosuz telefonlarıyla bir yerlerle konuşup duruyordu. Bütün bu görüntüler güzel ve karşıttı. Kahvehanenin sahibi bize ne istediğimizi sordu. Julian hemen süt istedi. Burada süt bulunmadığını ona anlatmaya çalıştım, ama direttikçe diretiyordu. Kendini yere atıp debelenmeye başlayınca nargile içenler bakışlarını ona çevirdiler. Bense yerel halkın içtiği bu masalımsı şeyden istediğimi söyledim. Julian da birden sakinleşti nedense. Önüme getirilen nargilenin marpuçunu emerken o da bu tuhaf nesneyi ellemeye koyuldu. Ama nargile içmeyi bir türlü beceremiyordum. Yanımdaki iskemlede oturan adam yerinden kalktı. Hiç konuşmadan, eline aldığı bir tütün yaprağını nargilenin gümüş kaplı ateşliğine yerleştirdi. Bir maşayla kor gibi bir ateş parçasını da üzerine koydu.

Sonra tütünü yaktı. Tütünün yeterince yanmasını gözlüyordu. Bu arada nargilenin su dolu şişesi fokurdamaya başladı. Bir süre sonra elindeki çubuğunu bana uzattı. İçime dolan, serin ve iliklerime işleyen bir dumandı. Julian da denemek istedi. Üstelik, kendine ayrı bir nargile istiyordu. Onu kandırmanın son çaresi gizli canavarımızı devreye sokmaktı. Canavarı gördüğümü söyleyince hemen oradan ayrıldık. Önümüzde dik bir yamaç uzanıyordu, çevremizi saran kalabalığın arasında Büyük Caminin önünden geçtik. Nargilenin dumanı içimi bir tuhaf yapmıştı, kendimi kalabalığın akışına bıraktım. İki elimle Julian’ı tutuyordum. Habire canavarı soruyordu. Çok yakınlarda bir yerde olduğunu yineleyip duruyordum ben de. Sonra bir müzeye girdik ve canavarımızı orada aradık.

Hatta bir lokantada bile aramayı sürdürdük. Bir yandan da yemeğimizi yedik. Sonunda bugün için gözümüzden kaçtığına karar verdik. Otele taksiyle döndük. Madam Melrose bizi bekliyordu. Kadınsız, tek başına, üstelik bir de küçük çocukla bir erkeğin yolculuğa çıkmasını yadırgadığını açıkça belli etti. Oldukça yürekli olduğumu vurguladı bir yandan da. Aslında kendimi hiçbir zaman yürekli saymamıştım, zaten değildim de. Yalnızca mantıklıydım. Mantıklı yanımın nerede ağır bastığını pek bilmemekle birlikte -belki de biraz korkaktım- genelde kendimi mantıklı hissediyordum, tıpkı insanın kendini sağlıklı ya da hasta hissettiği gibi. Julian’ın yanına uzanıp karanlığın basmasını beklemeye koyuldum. Oğlumun çabuk uyumasını diliyordum. Kafamda biriken düşüncelerimi çözümlemek, iç dünyamla başbaşa kalmak istiyordum. Ama o yine canavardan söz etmeye başladı. Çok mu yakınımıza gelmişti, büyüklüğü neydi, acaba nerede ve ne zaman uyuyordu.

Kaçamak yanıtlar veriyordum, o da kentin eski mahallelerine bir kez daha gitmekte diretti. Dükkânların çoğu kapanmış, yan sokak karanlığa gömülmüştü. Bu geç saatte sokakta yürüyenler evlerin duvar tiplerinden ve kedi, köpek sürülerinin arasında yürümek zorundaydı. Camiden gelen dua sesi beni etkilemiyordu. Ve bir kez daha Tanrıya olan inançsızlığımdan üzüntü duydum. Güç durumlarda kendimi O’nun yerine koyup kendime olan inancımı güçlendirmek zorunda kalıyordum. Medina’da yollar hep yokuş olduğundan, örneğin oteli bulmakta zorlanacağımı sanmıyordum: Kalabalığı izlemem yeterliydi. Oldukça loş, toprak zeminli bir ara sokağa girdik. Az sonra karşımıza birahaneye benzer bir yer çıktı, içerideki insanlar, sokaktan kafes ile ayrılmış bir alan içinde, tutukluydu sanki. Adımlarımı hızlandırdım -kulaklarıma bir yerlerden hoşlandığım müzik sesleri geliyordu-, daha birahanenin aydınlığından tam-uzaklaşmamıştık ki, yanıbaşımda genç bir adam belirdi. Elindeki taşınabilir radyosunu kulağına dayamıştı. Radyo adamın başı kadar büyüktü. Böyle bir insan yüzüne hiç rastlamamıştım; maymun yavrusu gibiydi, müzik olmasa adama bakamazdım. Evet, bu minik kafalı adam Dvorak dinliyordu, çello ve orkestra için konçertodan bir bölüm. Julian da hemen parçayı tanıdı.

Çünkü bu klasik parça Christine’nin pazar programında yer alıyordu. Oğlum, “İlk bölüm!” diye haykırdı, ben ise onun gözlerini kapadım ve hemen adamın yanından uzaklaşmaya davrandım. Ama adam beni izlemeyi sürdürdü. Tavuk gibi, öne eğik iri adımlar atarak yanımda yürüyordu. Sonra beni yan yollardan birine iteledi ve gözden kayboldu. Yoluma devam ettim ve çukur bir yola girdim. Sigara izmaritleri ve balgamlar kaplamıştı her yanı. Az sonra yol dönemeç yaptı ve ben bir yumurta satıcısına rastladım. Adam durmadan yumurta satıyordu. Sanki kentte kıtlık başlamıştı. Sattığı her yumurtanın tepesini bir vuruşta kırıyor, müşteri de başını geri atıp, gözlerini havaya dikerek çiğ yumurtayı bir hamlede yutuyordu. Bütün bunları açık kapılardan sızan ışıkta görüyordum; bu kapıların önünde hiç konuşmadan pervane gibi toplanmış adamlar vardı. Anlaşılan Medina’nın genelev bölgesindeydim. Elimden geldiğince Julian’ı ceketimin altına sokup, ‘Sen uyu,’ dedim. Onun bu manzarayı görmesine izin veremezdim.

Açık kapıların yanlarında yaşlı kadınlar oturuyordu. Sigara içiyorlardı, gözlerinde gözlük vardı. İçeri girmek isteyen adamlarla sıkı pazarlık yapıyorlardı. Sonunda içeri almanlar dar bir merdiveni tırmanıp evin ilk katma çıkıyordu. Üst katlarda kadınlar vardı; erkekler ya geri dönüyor ya da yukarda kalıyordu. Biri yukarı çıktığında, aşağıda bekleşenler arasında bir mırıltı yükseliyordu. Daha sonra onlar da yavaşça yaklaşıyorlardı merdivene. Julian’la evin önüne doğru sürüklendik. Büyük bir kalabalık içeri bakarak evin önünden geçiyor ve yakındaki dar ara sokaklarda gözden kayboluyordu. Bu dar sokaklardan birinde, yere oturmuş sakat bir adam şeker ve tuvalet kâğıdı satıyordu. Sakat satıcıya yaklaştım ve kaldığım Petit Hötel de la tranquillite’yi sordum. Bana yolu tarif etti. Az sonra Madam Melrose’un otelinin önündeydim. Sanki hiç uzaklaşmamıştım da yalnızca çevresini dolanmıştım. Kimseye görünmeden yukarı, odama çıktım.

Verdiğim sözü hatırlayarak kendisini dama çıkartmamı istedi. Karşı çıkarsam ağlayacak, hatta bağıracaktı; daha fazla oyalanmadan bir kat daha çıktık. Terasa açılan kapıyı aramaya koyuldum. Üç kapı vardı, ikisi numaralıydı; ben de üçüncü kapıyı açtım. Karşıma bir merdiven çıktı. Julian’ı yine kucağıma almıştım tabii. Birlikte merdiveni çıktık. Tam yarı yolda, dolu dolu bir kahkahayla irkildim; sanki geçmiş bir olaya gülünüyordu. Alt kattaki odalardan birinden geliyordu ses. Bir an önce çatıyla varmak için acele ettim. Merdiven, bir madeni kapıyla son buldu. Açtım ve kendimi dışarı attım. Boydan boya gerilmiş iplere havlular ve çarşaflar asılmıştı. Julian kenara yaklaştı. Terası sınırlayan duvar tek bir sıra tuğla örülüydü.

Arkasından seslendim. ‘Daha ileri gitme!’ Tam gerektiği yerde durdu, bir adım daha atmadı. Ama kenara çok yakındı ve aşağı bakmaya başladı. Kolunu sıkıca kavradım, ben de biraz eğildim. Aşağıda sokak yerine yalnızca bir geçit vardı. Pis sidik kokularının yükseldiği bir geçit. İki adam gördüm; cilveleşir gibiydiler. “Korkutmayalım onları,” diyerek Julian’ı geri çektim. Sonra da neden hemen elimden kurtulup terasın kenarına doğru koştuğunu sordum. Bacaklarıma sarıldı. “Christine’ye uçmak istemiştim.” “Bu olanaksız, biliyorsun.” “Bana bir uçurtma yaparsan belki olur.” “Kâğıdım yok. Yapamam.

” “Budala Quint.” Julian’ın kulağını çektim. Bana ‘baba’ demesini istiyordum. Hiç değilse ‘budala baba’. Ama baştan söylenmeyince bir daha söylenemiyordu bu sözcük. “Yarın yaparız uçurtmayı.” Julian, beni yumruklamaya başladı. İstediği bütün modellerden uçurtma yapacağıma söz verdim. Onu inandırıncaya kadar dil döktüm, sonunda sakinleşti. Aslında insanları avutmak benim en iyi becerdiğim işlerden biriydi. Ses tonum sanki salt bunun için yaratılmıştı. III Ertesi günü, otelin çatısında geçirdik. Hafif rüzgâr vardı, ama gök bulutsuzdu. Uçurtma uçurmak için uygun bir havaydı. Julian’ın masanın çekmecesinde bulduğu bir broşürün sayfalarını, uçurtma yapımında kullandık.

Okul döneminde en çok yaptığım üç model uçurtmayı hazırladım. Şeytan, avcı ve kırlangıç. Kâğıdın yarısını kullanmıştım böylece. Ama ne yazık ki çatının kenarından attığım uçurtmaların hiçbiri Julian’ın beklentilerine yanıt vermedi. Ya komşu çatılara uçtu ya da dosdoğru aşağı düşüp yoldan geçen insan kalabalığı arasında yitip gitti. Allah’tan tam o sırada Madam Melrose göğsünde süt lekeleri olan giysisiyle çıkageldi ve beni bu zor durumdan kurtardı. Julian’a bir şişe süt, bana da şezlong getirmişti. Belki güneşlenirim, diye düşünmüştü. Bir yandan konuşurken, bir yandan da çamaşırlarını topluyordu. Kentin görülmesi gereken yerlerini anlatırken söz Helen’e geldi. Sanki Helen’i gezip ziyaret edilecek bir yermiş gibi algıladığını fark ettim. Güzel yeğenim hep çatıda oturur ve güneşlenirmiş meğer. “Mayolu tabii mösyö.” Topladığı kuru çarşaflar kucağında aşağı inmeden önce dönüp bir şey daha söyledi. Ben ve Julian’dan başka, otelde bir müşteri daha varmış.

Üstelik o da. Almanmış. Anladığına göre sürgündeymiş. Doktor Branzger. Adamın adını çok düzgün söyledi. Şivesiz. Öylesine düzgündü ki şu sürgündeki Alman ona bu sözcüğü doğru söylemeyi sanki özellikle öğretmişti. Bu adamın aslında sıradan bir kaçak ya da toplumdışı biri olmadığı kanısı uyanmıştı bende. Olsa olsa bir tür hastalık hastasıydı. Böylesine de her tür alay ve hor görme yakışır doğrusu. Julian, uçurtma konusunda hâlâ diretiyordu, ben de uçurtma yapmaya devam ettim. Uçurtmalar çok kısa bir uçuştan sonra otelle yandaki binanın arasındaki geçitte kayboluyorlardı. Madam Melrose’un son söyledikleri nedense aklımdan çıkmıyordu. Uçurtmalar yere düştükçe o sözler kafamı daha çok kurcalamaya başladı. Demek Helen bu terasta mayo ile güneşlenmişti.

Helen’i hiç çıplak görmediğimi düşündüm bir an, yani önümde (ya da yatakta) bütünüyle çıplak dururken görmemiştim. Kısacası onunla yapabileceğim şey hiç gerçekleşmemişti. Birbirimizi hiç çıplak görmemiştik. Bir insanı çok iyi tanıyıp da karnını hiç görmemiş olmak tuhaf değil mi? Yeni yaptığım uçurtmaları hâlâ inatla katlayıp duruyordum ki çatıya açılan kapı aralandı ve eşikte bir adam belirdi, bana doğru ilerledi. Biraz geriledim. Bunu yaptığımı çok iyi anımsıyorum. İnsan biriyle ilk karşılaştığı ânı, sonradan hep abartır. Ama ben, karşımdakinin nasıl biri olduğunu bir bakışta anlamıştım.

.

PDF Kitap İndir

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir