Cari Ellioct – Beyaz Önlük Siyah Şapka

İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’ nden 1988’de mezun olduğumda, ilaç endüstrisinin hayatımı bu kadar derinden etkileyebileceğini kuşkusuz ben de bilemezdim. İlk görev yerim o zamanlar Siirt’e bağlı olan Batman’ın İki Numaralı Sağlık Ocağı’ydı. İki katlı küçük bina şehrin göçer mahallesi tarafında kalıyordu, koyun ahırlarıyla bezeli yol alabildiğine tezek kokardı. O yıl kış olağandan çok daha sert geçmişti, karla kaplı yolda, yakın mahallelerden gelen hastalar ve arada bir gelip varlığımızı kontrol eden kaymakam dışında ocağı düzenli ziyaret edenler sadece ilaç firmalarının temsilcileriydi. Çalışma arkadaşım ve sonrasında yakın dostum Dr. Ferit Ortakaya ile ikinci kattaki doktor odasında sohbet ederken, o aslında pek araba uğramayan ocağa yaklaşan aracı daha sesinden anlar, cama yanaşır, “Pfızer geliyor ya da Rocheçular geliyor” derdi. Ben o zaman ilaç firmalarına fazla aşina değildim, ancak Pfızer kendi adıyla anılırken, Roche’un neden Rocheçular olarak adlandırıldığını anlamazdım, anlaşılan firmaların bıraktıkları izlenim de farklıydı. Ferit sanki ilaç firmasından farklı bir şeyi, bir entegre düzeni ifade ederdi bu nitelemesiyle. Mamafih ilaç firmaları en azından kalem, not defteri, numune ve iki kelam sohbet demekti. Eşantiyonları çalışanlara, numuneleri de ihtiyacı olan hastalara dağıtırdık. “Ortaya pasta” modeli bir tanıtım zihniyeti henüz oluşmamıştı ya da ben görmemiştim. Buna karşılık 100 Sefazol reçetesine bir yemek takımı geldiğini duyardım. Batman’da bir yıla yakın kaldım, musluk sularının bile donduğu bir kıştı, kalan bütün zamanı Tıpta Uzmanlık Sınavı’na (TUS) çalışmakla geçirdim. Bir sonraki durağım mezun olduğum fakültenin Farmakoloji ve Klinik Farmakoloji Anabilim Dalı oldu. İlaç gelişti- • lhe Usual Suspects: Bryan Singer’ın yönettiği, 1995 ABD yapımı film.


Bqi de birbirinden yetenekli ve kendi alanlarında uzman sabıkalı, basit bir kaçırma olayından sonra gözaltımı alındıklarında hiçbiri olaya bir anlam veremeden boş gözlerle birbirlerine bakmaktadır. Hikayeyi araştıran ajan David Kujaıı Kaliforniya San Pedro Limanı’ııda 27 kişinin ölümü ile sonuçlanan gizemli patlama ile bu beş kişinin bağlantısı olduğunu varsaymaktadır. 9 Beyaz Önlük Siyah Şapka rilmesi kuşkusuz bir tıp disiplini olarak iyi bir bölümdü, ancak ilginç olan, bir polikliniği bile bulunan bu anabilim dalına ilaç endüstrisinin aşırı ilgisizliğiydi, yani bizimle pek işleri yoktu. Tıbbi kongreler içinde kendi kaynaklarınızla gitmek zorunda kaldığınız mesleki toplantıların başında da farmakoloji kongreleri gelir. Ama benim ilaç endüstrisinin kongreler üzerindeki etkisini gözlemleme şansım Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Enver Tali Çetin’in başlattığı Antibiyotik ve Kemoterapi (ANKEM) Kongreleri ile oldu. ANKEM Kongreleri mikrobiyoloji ve antimikrobiyel kemoterapinin doruk noktasıydı. İlaç endüstrisinden destek alınması her ne kadar kaçınılmaz olsa da, kongrede aktif çalışan ekip, öğrenciler ve anabilim dalı başta olmak üzere fakültenin çalışanlarıydı. O zamanlar akademinin “anahtar teslimi” kongre alışkanlığı henüz oluşmamıştı, kongre düzenlemek isteyen kurum programı hazırladıktan sonra sponsor bulmak için kendisi uğraşırdı. İlaç endüstrisinin kongre içindeki ağırlığı da bu nedenle belli bir dereceyi geçemezdi, Enver Tali zaten daha fazlasına asla müsaade etmezdi, “seviyeli bir birliktelik” idi yaşanan. Zaman geçiyor, ben de endüstrinin çalışma prensiplerini yavaş yavaş kavrıyordum. Karşımda olağanüstü eğitimli bir satış ekibi söz konusuydu. Firmanın ekibine henüz yeni katılmış olan bir arkadaş bir gün farmakolojide beni ziyaret ettiğinde, kısa sohbetimizde benim de onun tanıma şansım oldu. Ülkenin en iyi eğitim kurumlarından mezundu, doğrusu bu kadar eğitimli birinin neden satış temsilcisi olarak alan çalışmasına gönderildiğini anlayamadığımı söyleyince, “aslında merkez ofiste çalışmak için alındığını, sadece işin ne olduğunu öğrenmesi için sahaya çıktığını” belirtmişti.

Nitekim birkaç ay içerisinde merkeze döndü, sonraki durağı ise New York’taki “Headquarter” oldu. Buna karşılık sektördeki kariyerinde herkes aynı standart seyri izlemedi. Aşık olduğu kızdan asla ayrı kalamadığı teneffüslerden hatırladığım bir lise arkadaşım örneğin, ANKEM’deki karşılaşmamızda başkalaşmış görünüyordu. Tom Cruise’u aratmayacak bir fizyonomi, aşırı zeka ve eğitimle birleştiğinde hasar verici (destrüktif) olabiliyor. O ne kadar farkındaydı bilemiyorum, kendi iş arkadaşları10 Onsöz na bile “küçük böcekler” ol;ı_rak bakabileceğini düşündürmüştü bana iki gün içinde. Akşam bile güneş gözlüğüyle saklamak zorunluluğunu hissettiği gözlerindeydi belki de zaafı, hoca yalakalığı yapmayacak kadar dürüsttü en azından. O da “Headquarter”a gitti bir yıl sonra. Ertesi yıl bir başka küçük şirketin “Vice President” koltuğuna yerleştiğini duyduğumda pek şaşırmamıştım, bizim coğrafyadaki yaş dağılımıyla uyuşmazdı ama, ne yapalım, adam gerçekten iyiydi. Eski şirketi yenisini bir yıl sonra satın aldığında “Mission Impossible” da olasılıkla öngörüldüğü gibi tamamlanmıştı. Endüstri ile tanışmamın üçüncü boyutu ise Dünya gazetesinde sağlık ekonomisi yazmaya başlamam sonrasında gelişti, bu aynı zamanda temel kırılma noktalarının da başlangıcıdır. Artık ilaç tanıtım toplantılarına medya mensubu olarak katılıyordum. Yeni çıkan bir ilacın satılmasının en iyi yolu ilacı hastanın talep etmesidir. Zaten doktorlar da giderek daha az okur olmuşlardı, tıptaki temel gelişmelerden bilimsel yayınlardan değil gazetelerden, o da okurlarsa haberdarlardı. İlaç endüstrisinin durumu fark etmesi elbette uzun bir zaman almadı, üstelik bu bir taşla iki kuş demekti. Lakin sağlık harcamalarının da bu duruma paralel arttığını gören düzenleyici otorite, “kanıta dayalı tıp” kavramını dayatmakta gecikmedi.

Fakat bu bekleneni vermedi, bu kitabın başlığının bir parçası olan siyah şapkalılık ağır bastı, endüstri yeni duruma kolaylıkla adapte oldu. İlaç endüstrisi hele hele benim gibi fazlasıyla içinden gelen birini asla şaşırtmadı. Bu kitabın yazarı Carl Elliott gibi, ben de onları çoğunlukla hayranlıkla izledim. Batı akademisinin kağıttan kuleleri hiç yoktan kurulmadı İlaç endüstrisi bugün için tıbbın lokomotifi görevini üstendiyse, bu onun başarısının yanı sıra, Batı tıp akademisinin hastalıkların nedenlerinin anlaşılması ve önlenmesindeki başarısızlığının da doğal bir sonucudur. Endüstri endüstridir, hastalar da hasta, endüstri onların “karşılık bulamamış gereksinimlerine” ilaçla çözümler üretiyorsa, bunda şaşırılacak bir şey olmamalı. Buradaki esas eksik Batı akademisinin hastalıkların nedenlerinin anlaşılması konusundaki olağanüstü 11 Beyaz ünlük Siyah Şapka cehaleti ve ataletidir. Buna karşılık çok hızlı serpilen bir endüstrinin doğurduğu esas ürün ilaçlar değil, tıbbi kongre turizmi oldu. Enver Tali Çetin benzeri hocaları çoktan yitirmiştik, kongreler de bilimsel ortamdan çok, yeni tıp endüstrisinin panayır alanına dönüşmüşlerdi. Çok değil yirmi yıl önce Amerikan kongrelerine katılmak sıradışı bir durumdu. Bir dönem geldi, artık bu kongrelere katılmak yıllık bilimsel turizm etkinliğinin standart bir parçası oldu, “katılsınlar” emri çok çok yukardan aşağı düşmüştü çünkü. Bugün bütün eli kalem tutan (reçete ve etki gücü olan anlamında) doktor takımının beyinleri, götürüldükleri Amerikan ve Avrupa kongrelerinde bir güzel yıkanır, götürülemeyenler için yerel “update” (güncelleme) toplantıları düzenlenir. Oysa bu kongrelerin çoğu bilimsel toplantı alanları bile değildir. Bunlar bir cins fuar (“fair” ya da “marketplace”) ya da panayır özelliği taşırlar. Dünyanın her yerinden gelen 10 bin ila 30 bin doktor tek mekanda buluşur, tartışma yoktur, sadece anlatan konuşur. Bir futbol sahası büyüklüğündeki salonlarda düzenlenen “preliminary section”larla verilmek istenen mesajlar seçilerek sunulur.

Onlara “p değeri” denen ve istatistiksel anlamlılık zeminine kurulan sonuçlar yedirilir, akşam ikram edilen şık yemekler ise sindirim takviyesine yarar. TUS belasına, klinikten ve hastadan uzak (yani çok eksik yetiştirdiğimiz) doktorlar, verilen bilgileri analiz etmekten aciz olduğundan, hata üstüne hata gelmeye başladı. Tanı koymak bile mümkün değildi; klasör yüküyle kan tetkiki, MR, BT, nafile masraf. Milliyet gazetesinden meslektaşım Metin Münir haklıdır (1), “yakıştırarak” yapılan tedaviler, aslında israf. Çünkü sorun bir rastlantı değil, doğrudan “deniz çekilmesiydi” Kurulan “moderen” hastanelere istendiği kadar “robotik cerrahi sistemi, nokta atışlı kanser tedavisi cihazları vs.”yerleştirilsin, kategorize edici tıp emperyalizmine karşı iyi eğitimli doktorlar olmadığı sürece, kumdan kaleler yükseliyordu. Ve ben de aynen yazdım: “Deniz çekilmesi olduğunda, susuzluktan kuruyan kumdan kaleler dağılır gider birer birer. İşte dağılan o kum en büyük medeniyetlerin bile üstünü örter” (2). Çünkü Amerikan tarzı “sadece kanıta dayalı” tıp bilimi anlayışı, hekimliği meslek ve sanat olmaktan çıkarıp, 12 Onsöz yayın sayısı, TUS puanı, Y� , terlilik sınavı gibi bir takım rakamsal değerlere bağladı. Böylelikle akademik yükseltme denen doçentlik ve profesörlük kavramları doğrudan ve sadece bilimsel yayın sayısıyla ilişkilendirildi. İşte bunlar “akademinin düşmanlarıydı” (3). Bu “gerçek değil”, “kağıttan bilim”di; ilimi, bilimi ve tıbbı “yayın puanı ve kongre katılım sertifikası” na, hastayı ise “klinik araştırma dosyası” indirgeyenler, kendi akademik hiyerarşilerini yarattılar. Bu kez şu notu düştüm: “Tufan gelince kalın kuşe kağıttan profesörler, kaçalım diye katlayıp kayık yapsanız bile birer birer, su çekip batar gider. İşte onlar Yenikapı Batıkları gibidir, çok geçmez, çamur da üstlerini örter (4). Tıbbın beyaza bürünmüş karanlık yüzü: Doktorlar Benim ilaç endüstrisiyle hiçbir zaman profesyonel bir ilişkim olmadı.

Toplantı izlemeye gittiğimiz iki kişilik yolculuklarda bile yemek listesinden fiyatı en makulünü seçmek konusunda hep ısrarlı oldum. Çalıştığım enstitüye ziyarete gelen satış temsilcilerini de hep sevgiyle karşıladım. Amerika’da nasıldır görmedim, ancak bizimkilerin insani vasıflarının gerçekten yüksek olduğunu bilirim. Reprezant, ‘rep’ denmesini ben hakaret olarak algılarım, ilaç firması temsilciliği bizim coğrafyamızda bir iş değil yaşam tarzı olarak değerlendirilmelidir. Hoca kaprisi denen kavram şahsi yetersizlikle doğru orantılı seyrettiğinden, hele hele insanlık vasfının azaldığı bir dünyada, beyazın en önce kirlenmesini artık yadırgamıyorum. İlaç endüstrisi temsilcisi arkadaşlarımı kapılarında bekletirken bilmem hangi dürtüdür duygularını besleyen; ama o dürtünün verilen her küçük hediyede bile o garip “adam yerine konma” hazzını pekiştirdiğine eminim. Kaleme ya da masa takvimine endekslenmiş bir mutluluk duygusu da küçük ama yine de insani bir şeydir. Tek sorun aynı insani dürtülerin “bağımlılık” da yaratabilecek olmasıdır. Bu kuşkusuz gizli bir işbirliği de değildir, sadece kavramların istemeden karıştırılmasına karşılık gelir, çünkü “önemsenmek” zehirlenmesine uğramış bir doktorun o bağımlılıktan kurtulma şansı çok zayıftır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir