Carson McCullers – Kuskun Kahvenin Turkusu

Kasaba iç sıkıcıdır; pamuklu dokuma fabrikasından, işçilerin oturduğu iki odalı evlerden, birkaç şeftali ağacından, pencereleri iki renkli bir kiliseden, yüz metre uzunluğunda berbat bir anayoldan başka pek bir şey yoktur. Cumartesi günleri çevredeki çiftliklerden ortakçılar günübirliğine çene çalmaya, alışveriş yapmaya gelirler. Bunun dışında kasaba yapayalnız, küskün, dünyadaki her yerden uzak, yabancı bir yer gibidir. En yakın tren istasyonu Society City’dir; Greyhound ve White Otobüs İşletmeleri’nin otobüsleri de beş kilometre uzaktaki Forks Falls Yolu’ndan geçer. Burada kışlar kısa, sert, yazlar ışıktan bembeyaz, sıcaktan alev alevdir. Bir ağustos günü öğleden sonra anayoldan yürüyecek olsanız yapacak hiçbir şey bulamazsınız. Kasabanın tam ortasındaki, bütün pencerelerine tahtalar çakılmış olan en büyük yapı öyle çok sağa yatar ki, yıkılması sanki an meselesidir. Bu ev çok eskidir; insanı şaşırtan, tuhaf, çatlak bir görünümü vardır; sonra birdenbire, bir zamanlar; çok eskiden, ön sundurmanın sağ yanının, duvarın da bir kısmının boyanmış olduğunu fark edersiniz. Ama boya yarım bırakılmıştır ve evin bir bölümü öbüründen daha karanlık, daha soluktur. Yapı tümüyle terk edilmiş gibidir. Bununla birlikte ikinci katta tahta çakılmamış bir pencere vardır; bazen, akşamüstüne doğru, sıcaklığın en boğucu olduğu saatlerde bir el yavaş yavaş panjuru açacak, bir yüz aşağıya, kasabaya bakacaktır. Düşlerde görülen korkunç, belirsiz yüzler gibi cinsiyetsiz ve beyaz bir yüzdür bu; keder dolu külrengi gözleri sanki uzun uzun, gizlice bakışıyormuşçasına şaşıdır. Anayol boyunca belki de başka kimsecikler görünmeyecektir. Bu ağustos öğleden sonralarında vardiyadan sonra yapacak hiçbir şey yoktur. Siz iyisi mi Forks Falls Yolu’na doğru yürüyüp prangalı mahkûmların şarkılarını dinleyin.


Oysa, işte bu kasabada bir zamanlar bir kahve vardı. Pencerelerine tahta çakılı bu eski ev de kilometrelerce geniş bir alanda, benzeri olmayan bir yerdi. Üzerine örtüler serilmiş, kâğıt peçeteler konmuş masalar vardı, vantilatörlerden renkli kâğıt şeritler sarkardı, cumartesi geceleri insanlar doluşurdu buraya. Buranın sahibi Miss Amelia Evans’tı. Ama kahvenin iyi iş yapmasında ve eğlenceli ortamında en çok payı olan kişi Kuzen Lymon diye tanınan bir kamburdu. Bu kahvenin öyküsünde bir kişinin daha rolü vardı: Miss Amelia’nın eski kocasıydı bu; uzun bir süre cezaevinde kaldıktan sonra kasabaya dönen, çevresine zarar veren, sonra da gene başını alıp giden, korkunç bir adamdı. Kahve ta o zamanlardan beri kapalıdır, ama hâlâ anımsanır. Burası daha önce kahve değildi. Bina, Miss Amelia’ya babasından kalmıştı. Daha çok yem, guano1 ve tahıl unu ile enfiye gibi belli başlı ürünlerin satıldığı bir dükkândı. Miss Amelia zengindi. Dükkândaki işlerinin yanı sıra, beş kilometre ötedeki bataklıkta kurduğu imbikle ilçedeki en iyi içkiyi üretip satardı. Esmer uzun boylu, erkeksi kemikleri, kasları olan bir kadındı. Saçları kısa kesilmiş, alnından geriye doğru taranmıştı. Güneşten yanmış yüzünün gergin, çökkün bir görünümü vardı.

Gözleri azıcık şaşı olmasa, güzel bir kadın sayılabilirdi. Ona kur yapmayı isteyebilecek kişiler vardı, ama Miss Amelia erkeklerin sevgisine dudak büken, yapayalnız yaşayan bir kadındı. Bu kasabada kimseninkine benzemeyen bir evlilik yapmıştı. Yalnızca on gün süren, kasabadaki herkeste merak ve şaşkınlık uyandıran, tuhaf, netameli bir evlilikti bu. Bu evliliğin dışında, Miss Amelia yalnız bir yaşam sürmüştü. Çoğu zaman bütün bir geceyi, üzerinde tulumu, ayağında lastik çizmeleriyle bataklıktaki kulübesinde, imbiğin hafif ateşinin başında sessizce bekleyerek geçirirdi. El emeğine dayanan her işte Miss Amelia para kazandı. Yakındaki kasabada bumbar ve sosis satardı. Güzel sonbahar günlerinde darı öğütürdü; fıçılarındaki boza altın gibi sapsarı, kaymak gibi lezzetli olurdu. Dükkânın arkasındaki tuğladan yaptığı ayakyolunu iki haftada bitirmişti. Dülgerlikte de ustaydı. Yalnız, insanlarla arası hoş değildi Miss Amelia’nın. İnsanlar çaresiz ya da çok hasta olmadıkları sürece, ele alınıp bir gecede daha değerli, daha kârlı nesnelere dönüştürülemezlerdi. Miss Amelia’ya göre insanlar yalnızca para kazanmak için birer araçtı. Bunda da başarılıydı.

Ekinini ve mülkünü ipotek ederek sağladığı para, bıçkıevi ve bankadaki parası dolayısıyla kilometrelerce genişlikteki çevrede en zengin kadın oydu. O önemli kusuru olmasa, kongre üyesi kadar zengin olabilirdi; bu da davalara, mahkemelere olan tutkusuydu. Sudan şeyler yüzünden uzun, çetin davalara girişirdi. Yürürken tökezlese, sanki bu yüzden dava açacak bir şey bulmak ister gibi bakınmaktan kendini alamadığı söylenirdi. Bu durumlar dışında düzenli bir yaşam sürerdi, her günü de bir öncekine benzerdi. Miss Amelia’nın otuz yaşına bastığı yılın ilkbaharına kadar, on günlük evliliğinden başka, bunu değiştirecek hiçbir şey olmadı. Nisan ayının sessiz bir gecesiydi, vakit gece yarısına doğruydu. Gökyüzü, bataklıkta bitmiş bir süsen gibi masmavi, ay duru ve parlaktı. Ekinin baharda iyi ürün vermesi bekleniyordu; geçen haftalarda fabrikada gece vardiyasında çalışılmıştı. Derenin orada, tuğla fabrikasının sarı ışığı parlıyor; dokuma tezgâhlarının hafif, düzenli tıkırtısı duyuluyordu. Sevişmeye giderken şarkı söyleyen bir zencinin uzaklardan, karanlık tarlaların ötesinden gelen sesini dinlemenin, sessizce oturup gitar çalmanın ya da tek başına uzanıp hiçbir şey düşünmeden kafa dinlemenin güzel olduğu gecelerden biriydi. O akşam yol ıssızdı, ama Miss Amelia’nın dükkânı aydınlıktı. Dışarıda, sundurmada beş kişi vardı. Bunlardan biri kırmızı yüzlü, morumsu, incecik elleri olan ustabaşı Stumpy MacPhail’di. En üst basamakta tulum giymiş iki delikanlı oturuyordu; ikisi de upuzun boylu, ağırkanlı, beyaz saçlı, yeşil gözleri uykulu ikiz Rainey’lerdi.

Öteki adam halim selim, ürkek davranışlı, utangaç ve çekingen Henry Macy idi; alt basamağın ucuna oturmuştu. Miss Amelia ise kocaman lastik çizmelerinin içindeki ayaklarını çapraz basmış, eline geçen bir halatın düğümlerini sabırla çözerek, açık duran kapıya yaslanmış duruyordu. Uzun bir süre konuşmamışlardı. İlk konuşan, gözlerini bir süredir boş yola dikmiş bakan ikizlerden biri oldu. “Bir şey geliyor;” dedi. “Bir dana kaçmıştır,” dedi kardeşi. Yaklaşmakta olan karaltı hâlâ iyice görülemeyecek kadar uzaktaydı. Ay ışığında, yolun kenarına, çiçek açmış şeftali ağaçlarının belli belirsiz, kıvrımlı gölgeleri vurmuştu. Havaya yayılan çiçek ve tatlı bahar otu kokuları yakınlardaki ufak gölün ılık, ekşi kokusuyla karışmıştı. “Hayır, birisinin çocuğu bu,” dedi Stumpy MacPhail. Miss Amelia sessizce yola doğru baktı. Halatı bırakmış, esmer, iri kemikli elinin parmaklarıyla tulumunun askılarını yokluyordu. Kaşlarını çattı, alnına siyah bir bukle düştü. Bu bekleyiş sırasında, yolun aşağısındaki evlerden birinde bir köpek vahşi vahşi, boğuk boğuk ulumaya koyuldu, sonunda bir ses susturdu onu. Karaltı ancak iyice yaklaşıp sundurmadan gelen sarı ışığın alanına girdikten sonra ne olduğunu açık seçik görebildiler.

Adam yabancıydı. Bir yabancının da o saatte yaya olarak kasabaya girmesi pek olağan değildi. Üstelik, adam kamburdu. Boyu olsa olsa bir elliydi; ancak dizlerine kadar inen, partal, tozlu bir ceket giymişti. Kısa, çarpık bacakları, kocaman ve eğri büğrü göğsünün ve omuzlarına binmiş kamburunun ağırlığını taşıyamayacak kadar ince görünüyordu. Çukura kaçmış mavi gözleri, küçük, gaga gibi bir ağzı, çok iri bir kafası vardı. Yüzünde hem yumuşak, hem de küstah bir ifade okunuyordu. Solgun yüzü tozdan sararmış, gözlerinin altı da morarmıştı. İple bağlanmış, sarkık, eski bir bavul taşıyordu. “İyi akşamlar,” dedi kambur. Soluğu kesilmişti. Miss Amelia ile sundurmadaki adamlar onun selamına karşılık vermek şöyle dursun, ağızlarını bile açmadılar. Yalnızca bakıyorlardı ona. “Miss Amelia Evans’ı arıyordum.” Miss Amelia alnına düşen saçı geriye atıp çenesini kaldırdı.

“Ne diye?” “Akrabasıyım da ondan,” dedi kambur. İkizler ile Stumpy MacPhail başlarını kaldırıp Miss Amelia’ya baktılar. “Aradığın benim,” dedi kadın. “Akraba da ne demek oluyor?” “Şöyle ki,” diye anlatmaya başladı kambur. Tedirgin görünüyordu, sanki ağlayacaktı. Bavulu alt basamağa koydu, ama elinden bırakmadı. “Annemin adı Fanny Jesup’tur Kendisi Cheehaw’luydu. Otuz yıl kadar önce, ilk kocasıyla evlenince, Cheehaw’dan ayrılmış. Martha adlı üvey kız kardeşinden söz ettiğini hatırlıyorum. Bugün Cheehaw’da onun sizin anneniz olduğunu söylediler bana.” Miss Amelia başını hafifçe yana çevirmiş durarak dinledi. Pazar günleri kendi başına yemek yerdi; evi hiçbir zaman eş dostla dolu olmaz, kimseyle de akraba olduğunu ileri sürmezdi. Bir zamanlar Cheehaw’da at kiralayan bir ahırın sahibi olan teyzesi vardı, ama o da çoktan ölmüştü. Bu teyzeden başka, otuz kilometre ötedeki kasabada oturan bir kuzeni vardı yalnızca, ama bu kuzenle Miss Amelia pek geçinemezler, birbirlerine rastladıklarında yolun kenarına tükürürlerdi. Zaman zaman, Miss Amelia ile uydurma birtakım akrabalık bağları kurmak için uğraşanlar olmuşsa da, hiçbiri başaramamıştı bunu.

Kambur, sundurmadakilerin bilmediği, konuyla hiçbir ilişkisi olmayan adlara, yerlere değinerek uzun, abuk sabuk bir konuşmaya girişti. “Yani Fanny, Martha Jesup’un üvey kardeşiydi. Ben de Fanny’nin üçüncü kocasından oğluyum. Demek ki, sizinle ben…” Eğilip bavulunu çözmeye başladı. Kirli, serçe pençelerini andıran elleri titriyordu. Çanta her çeşit hurdayla doluydu: Partal giysiler, dikiş makinesi parçalarına benzeyen tuhaf birtakım hırdavat ya da bunun gibi değersiz bir sürü pılı pırtı vardı içinde. Kambur, elini bunların arasına sokarak eski bir fotoğraf çıkardı. “Bu, annemle üvey kardeşinin resmi.” Miss Amelia hiçbir şey söylemedi. Çenesini iki yana oynatıyordu. Ne düşündüğü yüzünden okunuyordu. Stumpy MacPhail fotoğrafı alıp ışığa tuttu. İki üç yaşlarında, solgun, kara kuru iki çocuğun resmiydi bu. Yüzler küçücük, beyaz lekeler gibiydi; herhangi birisinin albümünden çıkarılmış eski bir resim de olabilirdi. Stumpy MacPhail bir şey söylemeden resmi geri verdi.

“Nereden geliyorsun?” diye sordu. Kamburun sesi kararsızdı. “Geziyordum.” Miss Amelia hâlâ konuşmuyordu. Kapıya yaslanmış öylece duruyor; kambura bakıyordu. Henry Macy sinirli sinirli gözlerini kırpıştırıyor, ellerini ovuşturuyordu. Sonra oturduğu alt basamaktan sessizce kalkıp ortadan kayboldu. İyi bir adamcağızdı, kamburun durumu yüreğine dokunmuştu. Bu yüzden bekleyip de Miss Amelia’nın bu yabancıyı evinden kovmasını, kasabadan kaçırmasını görmek istemiyordu. Kambur alt basamakta, yanında açık bavuluyla, öylece duruyordu. Burnunu çekti, dudakları titredi. Belki ne kadar zavallı bir duruma düştüğünü sezmiş, belki de içi hurdayla dolu bir bavulla kasabaya gelen bir yabancının Miss Amelia ile akrabalık ileri sürmesinin ne kadar acı bir şey olduğunu kavramıştı. Her neyse, basamaklara oturup birdenbire ağlamaya başladı. Kimsenin tanımadığı bir kamburun gece yarısı dükkâna gelmesi, sonra da oturup ağlaması olağan bir şey değildi. Miss Amelia saçlarını alnından geriye attı.

Adamlar da huzursuzluk içinde bakıştılar. Tüm kasabada çıt çıkmıyordu. Sonunda ikizlerden biri, “Bu adam tıpkı Morris Finestein değilse, gözüm kör olsun,” dedi. Herkes başını sallayarak bunu onayladı, çünkü bu sözün özel bir anlamı vardı. Oysa kambur onların neden söz ettiklerini bilemeyeceği için daha yüksek sesle ağlamaya başladı. Morris Finestein yıllarca önce kasabada yaşamış birisiydi. Kendisine “İsa katili” denince ağlayan, her gün beyaz ekmekle konserve somon balığı yiyen, çevik, hoplaya zıplaya yürüyen, ufak tefek bir Yahudi’ydi. Başına gelen bir felaketten sonra Society City’ye taşınmıştı. Ama o tarihten beri, ne zaman birisi hanım evladı gibi davransa ya da sulu gözlü olsa, Morris Finestein diye anılırdı. “Bir derdi var anlaşılan,” dedi Stumpy MacPhail. “Herhalde nedeni vardır.” Miss Amelia sert adımlarla, ağır ağır yürüyerek sundurmayı geçti. Basamaklardan inip, düşünceli gözlerle yabancıya bakarak durdu. Uzun, esmer işaret parmağıyla onun sırtındaki kambura usulca dokundu. Kambur gerçi hâlâ ağlıyordu, ama şimdi biraz daha yatışmıştı.

Gece sessizdi, ay ışığı hâlâ duru ve parlaktı. Hava soğumaya başlamıştı. Sonra Miss Amelia hiç ondan umulmayan bir şey yaptı. Arka cebinden bir şişe çıkarıp avcuyla şişenin ağzını sildikten sonra içmesi için kambura uzattı. Miss Amelia öyle kolay kolay veresiye içki satmaya razı olmazdı, bir damlasını bile bedava vermesiyse görülmüş, işitilmiş şey değildi. “İç,” dedi. “İştahını açar.” Kamburun ağlaması kesildi. Ağzının kenarlarındaki gözyaşlarını yalayarak temizledi ve söyleneni yaptı. Onun içmesi bitince Miss Amelia ağır ağır bir yudum aldı, ağzında ısıtıp çalkaladıktan sonra tükürdü. Sonra o da içti, ikizlerle ustabaşı, parasını ödedikleri şişelerden içiyorlardı. “Yumuşak içki,” dedi Stumpy MacPhail. “Miss Amelia, senin elinden de her iş geliyor.” O gece içtikleri (iki büyük şişe) içki önemlidir. Bu olmasa, sonradan olanları açıklamak güç olurdu.

Belki de içki olmasa, kahve de olmazdı, çünkü Miss Amelia’nın içkisinin bir özelliği vardır. Dilinizin üstünde temiz, belirgin bir tat bırakır, ama bir kez mideye girdi mi uzun bir süre insanın içini ateş basar. Hepsi bununla da kalmaz. Bilirsiniz ya, temiz bir kâğıt parçasına limon suyuyla yazılan yazıdan hiçbir iz kalmaz. Ama kâğıt bir dakika ateşe tutulursa harfler kahverengiye döner, anlam da ortaya çıkar. Viskiyi ateş, yazıyı da kişinin gönlünden geçen şeyler olarak düşünürseniz, Miss Amelia’nın içkisinin değerini anlarsınız. Üzerinde durulmadan geçip giden şeyler; zihnin karanlık köşelerinde barınan düşünceler ancak o zaman kavranır ve anlam bulur. Yalnızca dokuma tezgâhını, sefertasını, yatağını, derken gene dokuma tezgâhını düşünen bir dokuma işçisi bir pazar günü bu içkiden azıcık içtikten sonra gözü bir bataklık zambağına ilişebilir. Çiçeği avucuna alıp narin, altın renkli goncaya alıcı gözle baktığında içine acı kadar yoğun bir sıcaklık yayılabilir. Bir dokumacı başını kaldırıp bakınca, ocak ayında, geceyarısı gökyüzünde, daha önce görmediği soğuk, yabansı nuru görebilir; küçüklüğünden gelen derin bir korkuya kapılıp yüreği durabilir. İşte insanın başına böyle şeyler gelebilir Miss Amelia’nın içkisinden içince. Acıdan yüreği kan ağlayabilir ya da sevinçten başı göğe erebilir. Gel gelelim, bu deneyim ona gerçekleri göstermiştir. Ruhuna dolan sıcaklıkla, orada saklı duran yazıyı görmüştür. Gece yarısını geçinceye kadar içtiler.

Ayın önüne bulutlar gelmiş, böylece gece soğumuş, kararmıştı. Kambur acınacak halde, iki büklüm eğilip alnını dizlerine dayamış olarak en alt basamakta oturuyordu hâlâ. Miss Amelia elleri ceplerinde, bir ayağı merdivenin ikinci basamağında, öylece duruyordu. Uzun süredir suskundu. Derin düşüncelere dalmış, hafif şaşı kimselerde sık sık görülen, hem akıllı, hem kaçık izlenimi uyandıran bir ifade vardı yüzünde. Sonunda, “Senin adını bilmiyorum,” dedi. “Lymon Willis,” dedi kambur. “İçeriye gelsene,” dedi kadın. “Ocakta biraz yemek kalmıştı. Onu yiyebilirsin.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir