Ceyhun C. Canbazoğlu – Dinginlik Metronomu

Çoğu insan yaşamı üzerine yanlış seçimler yapan, kötü bir at yarışı bahisçisi gibidir. Tıpkı size anlatacağım hikâyedeki Tibet gibi. Arkadaşlarının ona bir dönem at yarışı bahis tutkusu yüzünden Bet ismini taktıkları. Oysa iddia edildiğinin aksine, ne yaşam bir yarıştır. Ne de kazanma seçenekleri bir bahis fişindeki kadar çoktur. Çünkü kazanılabilecek anlamlı tek bir şey vardır. O da sanırım mutluluk. Bir insanı mutluluğa götüren, sayısız yol var. Peki, nedir şu mutluluğun tarifi? Mutluluk, beklentilerinizi yendiğinizde kendi payınıza düşen dünyayı, en gerçek haliyle görebildiğiniz ve kabul edebildiğiniz anda hissettiğiniz duygudan başka bir şey değildir bana göre. Tuhaftır, bu dünya herkese hak ettiğini verir. Çünkü seçenekleri sunar, seçimi size bırakır. İhtiyacınız olsun veya olmasın sizde olmayanlara sahip olmak isterseniz; uğraşmanız gerekir. Bu nedenle mutluluk kalıcı değildir. Ne de olsa dünya sürekli olarak aynı kalmaz. Siz, beklentileriniz ve ihtiyaçlarınız gibi.


Ayrıca sözde mutluluğa erişmeniz için sürekli olarak tahrik edilirsiniz. Reklâmcılar ve kitle iletişimciler tarafından satın alamayacak dahi olsanız zihninize pompalanan pahalı spor otomobiller, sosyal ağların gerçeküstü porno yıldızlarını aratmayan popüler yıldızcıkları, yedi yıldızlı oteller, pahalı kozmetik ürünleri, seksi iç çamaşırları, platonik aşk yaşadığınız ve gerçek yaşamda karşılıklarını aradığınız sinema ve TV oyuncuları, büyük yatlar, pasifikteki tatil adaları, cezp edici tasarımlı mobilyalar, pahalı elbiseler, ayakkabılar, işlevi ucuzlarından farksız pahalı elektronik cihazlar, cep telefonları, tabletler, butik restoranlar, züppe barları, ultra lüks daireler ve yaşayabilmek için temel gereksiminiz olmayan bir yığın ihtiyaç gibi sunulan imgelerin dağınık yatak gibi durduğu karışık bir zihne sahip olursunuz, zamanla. Elinizde her ne varsa, bahsettiğim imgelere göre çok küçük kalır. Küçük mutluluklar sözü de buradan çıkar. Oysa mutluluğun büyüğü olmaz. Tıpkı küçüğü gibi… Size vaad edilen ile elinizdeki mevcudu mukayese ettiğinizde, kendinizi dibe vurmuş hissedersiniz. Oysa gerçek yaşam seviyesinde bulunmaktasınızdır. Üzerinizdeki ihtiyaç duymadığınız kadar çok yapay beklenti birikintisinin altında değilsinizdir. Onlar sizin üzerinizdedir. Tıpayı bulup, çektiğinizde giderler. Bir küveti boşaltır gibi. Sorun şu ki, tıpayı bulmak için zihninizde biraz dolaşmanız gerekir. Aksi halde herşeyin daha iyiye gideceğine ve günün birinde bahsettiğim tahrik edildiğiniz hayata ulaşabileceğinize dair geliştirdiğiniz inanç ve umut, kendini sürekli erteleyen bir kehanet halini alır. Ya hiç gelmez veya dün gelmiş olmalıydı. Değil mi? Yine de kendinizi mutlu edecek bir şey arayışınızdan vazgeçmezsiniz.

Oysa edinmek son derece basit ve kolay iken… Bir nesneden insana kadar geniş bir yelpazede birşeylere sahip olmakla gerçekleştiğini hissettiğiniz bu tatminin sadece süreklilik taşıyan her nevi alışverişin doz aşımıyla sağlanabiliyor olması, bu yapay bağımlılığı göz kamaştırıcı bir mucizeye dönüştürür. Satın aldığınız tek şey sizi mutluluğa ulaştıracak bir nesne değildir. Beraberinde onunla birlikte kendinizi de satın alırsınız. Bir filmden, TV’den, kıskandığınız iş arkadaşınızdan, komşunuzdan veya okuduğunuz bir dergiden kimi zaman. Bu aynı zamanda kaçınılmazdır. Çünkü kendinize dair anlatabileceğiniz her şey, siz daha yokken “gerçekleşmiş” bir yığın şeyle dolu dünyadan artakalandan yıllar içinde edindiklerinizin toplamıdır. Yani siz her şeysinizdir. Bir yanıyla da hiçbirşey. Oldukça acıklı ve dokunaklı bir durum… İnsan olmanın açmazlarından biri budur. Çözebilmek zaman alır. Yani bu toplam içinden benzersiz bir canlı yaratabilmek için… İşte tam bu nedenle zihinlerimiz kendi illüzyon gösterileriyle karşımıza çıkan insanlara kimi zaman bir başka kişi yaratmaya pek yatkındır. Karşınızdaki insanın buna inanabilmesi mümkündür. Hatta kendinizin bile. Nihayetinde insan bir şeye inanma bağımlısıdır. Hayat bu tür kötü şakaları sıklıkla size veya karşınızdakine yapar.

Bazen bir nisan yağmuru kadar uzun veya tek nefes kalmış bir sigara izmariti kadar kısa sürebilir. Bu süreyi karakter denen yaratının ikna ediciliği belirer. İnsanın kendisi sandığı kişinin eşgalini veren adı karakter olan şey. Oysa bu yaratım, üye olduğun bir jimnastik salonunda duvara asılan kural duyurusundan farksızdır. Senin sınırlarını belirleyen veya sana yapılabilecekleri anlatan. Başkalarıyla birlikte yazımına katkı sağladığın ve zorunda olduğuna inandırıldığın ideal kişiyle, olmak istediğin arasında imzalanmış bir nevi centilmenlik sözleşmesidir. İşte öyle biri olup öldüğünde, karşılaşmamış olabilirsin kendinle daha önce hiç. Üzülmen bile gerekmez bu nedenle öldüğüne. Bir ömrü başkalarının bir tiplemesi olarak geçirenlerden biri olarak… Tibet de mutluluğun peşine düşen milyarlarca insandan sadece bir tanesi. Başta da söylediğim gibi size anlatacağım hikâye onunki. Muhtemelen sizinkinden çok farklı değil. Bol sonları olan bir hayat… Ancak pek çoklarının aksine Tibet’in hikâyesi sonundan başladı. Nasıl mı? Sanırım cevabını hikâyenin sonunda öğreneceksiniz. Sanılanın aksine başlamak, bitirmekten daha kolaydır. Hayat bunun için size ara sıra izin verir.

Eğer bahsettiğim türden bir yaşamdan kaçıp, yeni bir başlangıç yapmak istiyorsanız; doğru olanı ikinci denemenizde bulma şansınızın yüksek olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Marx’ın söylediği gibi tarihte herşey iki kez olur. Tıpkı sıradan bir insanın hayatında olduğu gibi. İlkinde trajedi ve ardından gelende ise komedi… Size sadece seçimi yapmak kalır. Gülmek veya ağlamak için. Bazen her şey sonundan başlar. Gerçekteki kendinle seni buluşturur. Genelde orada seni bekleyen mutlaka bir başkası daha vardır. Hani hayatın boyunca hep yokluğunu hissettiğin ve ancak bir türlü bulamadığın. Geç kalan hep sensindir! O seni beklemektedir. Eğer önce gerçekteki kendini bulabilirsen. Çünkü bekleyene giden yolu sadece o bilir… Diğerleri hep cehenneme çıkar. Bölüm I: Düşük Olasılıklar Hayat sık tekrarlı ve genellikle sıkıcı bir film tadında olduğundan başımıza gelen iyi veya kötü her şey genellikle sıradan günlerde başlar. Anlatacağım hikâye böyle bir günün gecesinde başladı. Tibet, her zamanki gibi en yakın arkadaşı Cenk’in Beyoğlu’nda küçük ancak sadık müdavimleri olan Bardak ismindeki barına takılmıştı.

Genelde kariyer basamaklarının başındaki reklâm metin yazarları, blogçular ve yaptığı müziğin anlaşılmadığını düşünen genç müzisyenlerin uğrak yeridir. Pop-art dekorasyonu, müdavimlerine ucuz içki sunması rağbet görmesinin başlıca nedenidir. Bulunduğu binanın geniş sayılabilecek apartman boşluğuna açılan kaçak bir girişle iç avlusuna yerleştirilen masalarda sigara içilebiliyor olması tercih nedenlerinin başında gelir. Neredeyse her akşam gittiği bu mekânda Tibet, tek kişilik gösteri kabilinden gündelik yaşam üzerine iğneleyici tiratlarıyla popülerdi. Bu tiradların bazıları sentetik romantizm, bir kısmı ise gündelik hayat üzerine olurdu. İçeriğin tek ortak noktası ise eğlenceli olmaları ve mutlaka müdavimlerden birinin ortaya attığı bir laf ile tiradın başlamasıydı. Tibet, en yakın arkadaşı Cenk ile Bardak’ın müdavimlerinden olan reklâmcı Vespalı İkizler Verda, Serda ve yoga eğitmeni Müge’yi çıkışta evine davet etti. Ev dediğime bakmayın. Beyoğlu’nda ailesinden kalan evi bankadan kullandığı bir krediye karşılık ipotek ettirmiş ve kredi geri ödemesini yapamadığı için kaybetmişti. Apartman kat malikleriyle anlaşıp, belediye izinlerini aldıktan sonra üzeri düz olan çatıya karavanını vinçle çıkartıp, orada yaşamaya başlamıştı. Kaybettiği dairesinin çatısında anlayacağınız. Öncesinde yalıtım malzemesiyle çatı tabanını izole ettirdi. Sonrasında çim ektirdi. Büyük saksılar içerisinde iri kıyım bitkiler yerleştirdikten sonra ise taşındı. Sanırım İstanbul’da botanik bahçesine benzer böyle bir başka açık teras yoktur.

Tibet ve arkadaşları saat iki civarında Cenk’in barını kapatmasının ardından yürüyerek; beş dakika uzaklıktaki Tibet’in evine vardılar. Karavanının bulunduğu çatıya çıkmak için beş kişi asansöre bindiler. Asansör zorlanarak da olsa en üst kata varmayı başardı. Sadece birkaç basamak merdiven daha çıkmaları gerekecekti. Vespalı ikizlerden Verda hiç çıkartmadığı Ray Ban Wayfarer model gözlüğünü üzeri çillerle kaplı küçük düğme burnundan aşağıya doğru indirdi ve terasa ilk defa geldiği için şaşkınlığını gizleyemeden, “Hey Bet! Burası belgesel çekilebilecek bir yer. Hayvanat bahçesi gibi” dedi. Verda, “Daha önce buraya gelmemiş olmamam ne büyük kayıpmış” diyerek sözlerine devam etti. O sırada Cenk alaycı bir ses tonuyla araya girdi. “Verda hayvanat bahçesi nerden çıktı ya?” dedi, ardından güldü. Verda, “En son hatırladığım bu kadar enteresan yeşilliği orada gördüm, bebeğim. İstanbulluyum. Nerde göreceğiz yeşili”. Tibet gülümseyerek aralarından geçti ve Alman arabalarından sonra en büyük icatlardan biri olarak gördüğü Hymer marka çekme karavanının içindeki mini buzdolabından beş soğuk Miller aldı. Bir iki tanesini yere düşürdü. Cenk düşenleri yerden alarak ona yardım etti.

Tibet, Boğaziçi’ne cepheden bakan terastaki şezlonglarla yere dağınık halde atılmış halde duran büyük yer yastıklarında oturan arkadaşlarına biraları dağıttı. Sonra yeniden karavana döndü ve içinden büyük bir Marshall amfili gitar kolonu çıkardı. Taşırken biraz zorlandı. Bir zamanlar merak saldığı elektirik gitar için almıştı ve müzik dinlemek için de kullanıyordu. Ancak gitarını yeni yetme bir müzisyen adayına kafasının güzel olduğu bir gece hediye etmişti. Cebinden çıkarttığı ipod’unu amfiye bağladı. Üzerinde “Güzel Eski Kafa” yazan liste için çalma tuşuna bastı. İstanbul’da tam dolunayın olduğu bir yaz gecesi olarak manzara muhteşemdi. Boğaziçi Köprüsü, Kız Kulesi ve Topkapı Sarayı’nı gören teras üzerinde çalan 80’lerden kalma müzik, zaman makinesi gibiydi. Herkesi geçmişten bir yere götürmüştü. Aradan yarım saat kadar bir süre geçmişti. Terasa açılan kapı tekmelenerek açıldı. Üzerinde ipek pembe gecelik ile çatı terasındaki kapıda Tibet’in alt komşusu Alev sinirli bir şekilde beliriverdi. Önünde pompiş pembe tüylü terliğinin topukları yürürken çimlere batıp durduğundan, sinirli bir şekilde zar zor yürüyerek; Tibet’in yanına zorlukla geldi. Dip boyası gelmiş sarı saçlarını sağa doğru salladı.

Solaryumda yaktığı derisinde beyaz kalan tek yer olan sol işaret parmağıyla Marshall amfiyi gösterip, diğer elini beline yaslayarak ağzını sonuna kadar açtı. Açılırken adeta karadelik gibi herşeyi içine çekecek bir hali vardı. “Şu lanet müziğin sesini kıs! Gece 3 oldu” diye bağırdı. Tibet sakin bir şekilde birasını yudumladı. “Bak Alevcim. Burasının benim evim olduğunu hala anlamıyorsun. Böyle istediğin zaman kafana göre çıkıp, gelemezsin” dedi. Bu sırada terasa açılan kapıda evrim teorisinin belkilde yaşayan son kanıtı olan Alev’in sevgilisi, maymunları kıskandırabilecek çokluktaki tüyleriyle birlikte beliriverdi. İşinde tecrübeye ihtiyacı olan her ağdacının üzerinde çalışmaktan büyük mesleki tatmin duyabileceği sevgilisi, üzerindeki beyaz renkli banyo bornozu ile terasa açılan kapının önünde duruyordu. Ayağında bağcıkları bağlanmamış ucu sivri siyah rugan ayakkabılarıyla. Ses tellerinden çıkıp; terastakilere doğru bir yağmur bulutu gibi gelen cümle içinden tanıdık gelen kelimeler “kapat” ve “ulan” olmuştu. Alev bu sırada Marshall amfiye doğru yürürken, Tibet peşinden gitti. Alev kolona tekme attığı sırada onu kolundan tutup; kendine çekti. Ardından bırakmadığı kolundan terasın kapısına doğru sürükler halde götürmeye başladı. Bu esnada ortadan bir süre önce kaybolan Alev’in sevgilisi, elinde Smith Wesson’a benzer küçük ve toplu bir tabancı ile terasın kapısında yeniden belirdi.

Alev çığlık atıyordu. Alev’in Chivava türü köpeği Köpük, Tibet’i apış arasından ısırdı ve ısırdığı yeri bırakmıyordu. Tibet, Alev’in sevgilisinin elinden tabancıyı almaya çalışırken, tek el bir silah sesi duyuldu. O an derin bir sessizlik oldu. Alev, sevgilisi ve Tibet hareket etmeden birbirlerine bakıyorlardı. Köpük bir kez şiddetli şekilde havlamış ancak daha sonra sesini kesmişti. Ancak hala Tibet’in apış arasını bırakmamıştı. O an Alev’in köpeği de dâhil olmak üzere orada bulunanlardan herhangi birinin vurulma ihtimali matematiksel olarak yüzde yirmibeşti. Kimse bahsi kime yatıracağını tam olarak kestiremiyordu. Olayın gelişimini görmeden sadece o anın fotoğrafını gören biri Facebook’ta komik başlığı ile kolaylıkla bu durumu paylaşabilirdi. Gülen kesin çıkardı. Kısa süren sessizliğin ardından Alev’in Chivava türü köpeği Köpük’ün sağ omuzundan vurulduğu anlaşıldı. Benzer tartışmalarında köpeğinin özel eğitim aldığını ve bir erkek için tehlikeli olduğunu söyleyen Alev’in ne demek istediğini Tibet o gece anlamıştı. Alev kısa süre içerisinde 112’yi arayarak ambulans çağırdı. Vurulanın köpeği olduğunu söylemedi.

Gelecek olan sağlık ekibinin köpeği gördüğünde ne yapacağını merak ediyorduk. Alev ikna edici bir kadındı. İşin komik yanı Tibet’in ailesinden kalan ve banka yüzünden kaybettiği evde kiracıydı. Ankara’nın kenar mahallerindeki pavyonlarda başlayan şarkıcılık kariyeri, tanıştığı işadamının ona kaset yapması sonrası değişmişti. İstanbul’a gelmiş ve eskisine göre daha iyi yerlerde sahne alıyordu ve sevgilisi onun yaygın olarak bilinen tanımıyla sponsoruydu. Kolaylıkla fark edilen İç Anadolu aksanı vardı. Ankara’nın kenar mahallelerinde büyümüş, uzun boylu ve seksi kadın o gece Tibet’in kaderi üzerinde yürüdüğü yüksek topuklu terlikleriyle önemli kırılmalardan ilkini gerçekleştirmişti. Geri kalanı peşi sıra gelecekti. Silah sesinin üzerinden onbeş dakika kadar geçmişti. Tibet’in yaşadığı binanın önüne iki polis ekibi geldi. Alev’in sevgilisi ve Tibet’i polis gözaltına almadan önce herkes terastaydı. Gelen polisler arasında en yaşlı ve deneyimli görüneni olayı anlamak ve hazırlanacak tutanak için sorguya başladı. Yaşlı polis “Önce bir şey aklıma takıldı. Bu karavanın çatıda ne işi var?” dedi. Yanına gidip baktı.

Ayrıca çevresindeki çiçekleri ve ağaçları göstererek yanındaki polislere “Bakın bir çocuklar bunlara. Paf küf işi mi?” şeklinde yönlendirme yaptı. Oysa karavanın haricinde İstanbul’un orta yerinde üzeri gerçek çimle kaplı ve ağaçları olan bir teras onu şaşırtmamış görünüyordu. “Memur Bey. Bu çatı katı belediye izinli ve benim resmi ikametgâhım” dedi, Tibet. Yaşlı polis yüzünü ekşiterek , ”Haaaa. Bir de arama izninizi görebilir miyim? Avukatımla görüşmek istiyorum, filan da diyecektin değil mi? Bak aslanım. Bu karavana park cezası yazıp, çektiririm bile buradan. Burası keşhane olmuş yaaa!” şeklinde konuşmasını sürdürdü. Gördüklerinden çıkarımında nelerin bu çağrışımı yaptırdığını çok merak ediyorduk. Tibet sakin bir şekilde yerde duran bira şişesinin dibinde kalandan son bir yudum aldı ve cebinden sigarasını çıkartıp, Zippo çakmağıyla yaktı. Yaşlı polise de uzattı. İçmek isteyip, istemediğine dair sessiz bir reverans yaptı. Polis, Tibet’in ağızındaki sigarayı telsiz tutmadığı diğer eliyle aldı ve yere atarak üzerine bastı. “Aslanım.

Gece güzel kafa köpek vuruyorsunuz. Satanist filan mısınız? Manyak mısınız? Bunlar kim?” diyerek Vespalı İkizler, Cenk ve Müge’yi gösterdi. Terasta normal bir insan için dahi tuhaf gelecek görünümlü ve o polis tarafından tanımlanamayacak cisimler gerçekten Verda ve Serda’ydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir