Corci Zeydan – Ebu Müslim Horasani

Emevi devleti, hâkimiyeti, dini hilâfet şeklinden çıkarıp padişahlık şekline dönüştürmek sûretiyle dört halifenin yolundan ayrıldığı gibi, ırkçılığı esas alarak da Abbasilerden ayrı bir yol tuttu. Emevi devleti dehâ ve zekâ sahibi bir takım kimselerin himmetiyle kurulmuştu. Fakat valiler halka eşit muamele etme ve güzel davranma konusunda kusur ettiler. Mahkûm kavimler, söz sahibi olan millete oranla farklı muamele gördü. Bu fark, mahkûm kavimlerin gitgide öfkelenmesine ve kin beslemesine yol açtı. Çünkü hâkim unsur ile mahkûm unsur arasındaki fark, iyice göze çarpıyordu. Câhız’ı “Kitâbü’l Mevâli” adlı eserinde belirttiğine göre Haccac bin Yusuf, kendisinin düşmanı olan İbn-i Eşab ile savaşan mevâliyi1 bir daha toplanmamak için dağıtmak istediği zaman bunlardan her birinin avucuna damga vurur gibi, gönderdiği şehrin adını nakşettirmişti. Hatta mevâlinin künye taşıması bile caiz değildi. Onlara yalnız isimleriyle ve lâkaplanyla hitap edebilirlerdi. İşte bu türlü muameleler dolayısıyla Emevi devletinin yerine başka bir devletin kurulmasına çalışanlar halk büyük bir destek veriyordu. Eğer Emevi devletine mensup halifelerden ve valilerden bazılarının olağanüstü dehaları ve iktidarları söz konusu olmasaydı, bu devletin hâkimiyeti o kadar uzun sürmeyecekti. Emevi devleti, Muaviye, Ziyad bin Ebih, Amr bin As, Magire bin Şu’be gibi zatların iktidarları sayesinde vücud bulmuştu. Halk Muaviye’nin ya kılıcından korkarak veya lütfuna ve ihsanına minnettar kalarak kendisine biat etmişti. Daha sonra meydana gelen gelişmeler de hilâfetin doksan yıldan ziyade Emevilerde kalmasına ortam hazırlamıştı. I Asıl memleket halkından olup ırk bakımından fatihlere mensup olmayan ve Islâmı sonradan kabul edenler.


Ebû Müslim Horasanı Bu süre içinde Ehl-i Beyt’dcn bazı kimseler hilâfeti elde etmek için çalışmaktan geri kalmıyorlar, fakat başarılı olamıyorlardı. Bunlar iki büyük guruptan meydana geliyordu. Birincisi, Hz. Peygamber’in amcasının oğlu Hz. Ali’nin çocuklarından ve torunlarından oluşan Aleviler, diğeri de Peygamberimizin amcası Abbas bin Abdülmüttalip hazretlerinin çocuklarından ve torunlarından teşekkül eden Abbâsilerdi. Alevilerin de bir bölümü Hz. Fâtıma’nm çocukları olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin ile bunların çocukları ve torunları, diğer bölümü ise Hz. Ali’nin öteki evlâdı olan Muhammed bin el-Hanefiyye nâmına hilâfeti talep ediyorlardı. Muhammed bin el Hanefiyye taraftarları “fırka-i Kisaniye”, Abbâsilerin taraftarları da “fırka-i Râvendiye” nâmlarıyla biliniyorlardı. Abbasiler, Emevi devletinin ancak son zamanlarında hilâfeti istemeye başladılar. Halbuki Aleviler tâ Muaviye zamanından beri hilâfeti elde etmek maksadıyla çalışmaktan vazgeçmiyorlardı. İslâm ülkelerinin her tarafına devamlı adamlar gönderiyorlar, halkı kendilerine taraftar olmaya davet ediyorlardı. Bunlar, defalarca bir arada binlerce taraftar toplamışlar, fakat amaçlarını gerçekleştirmeyi başaramamışlardı.

Böylece hicretin birinci asrı geçti. Artık Emeviler eski gücünü yitiriyor, devlet yıkılmaya yüz tutuyordu. İşte bu sırada Kisaniye fırkası kuvvet kazandı. Bunlar Muhammed bin el-Hanefiyye’nin oğlu Ebû Hâşim’i halife yapmak istiyorlardı. Irak’ta, Horasan’da Kîsaniye fırkasından pek çok taraftar bulunuyordu. Ebû Hâşim, ölmeden önce hilâfetin Abbâsilere dönüştürülmesini vasiyet etti. Ebû Hâşim vefat edince bağlıları, Hazreti Peygamberin amcası Hazreti Abbas’m oğlu Abdullah’ın torunu Muhammed bin Ali’nin yanma gelerek kendisine biat ettiler. Muhammed bin Ali, hicretin yüzüncü yılında hilâfete taraftar toplamak için her tarafa gizlice adamlar gönderdi. Bu davete icabet edenlerin çoğu mevali, yani Arap olmayan Müslümanlar, özellikle Şam’da Emevi hilâfetinin merkezinden uzak bulunan Horasan ahalisiydi. Hicretin 124. yılında Muhammed bin Ali vefat edince taraftarları oğlu İbrahim’e biat ettiler. İbrahim’e “İmam” nâmı veriliyordu. Geçen zamanla birlikte Abbasiler kuvvetleniyor, Emeviler ise zayıflıyordu. ÎSTihâyet hicretin 132. yılında Emevi devleti tamamen yıkıldı, yerine Abbasi Devleti kuruldu.

Ebû Müslim Horasani nâmında İranlı bir delikanlı, meydana gelen bu önemli değişiklikler esnasında Abbâsilere taraftar olanlara kumanda edivordu. İşte bu romanın kahramanı da bu zattır. 8 • Ebû Miislim Horasâni Meru Beyi Müslümanlar tarafından fethedilmeden önce Fars, Horasan, Mâveraünnehir gibi memleketler, şehirlerden ve köylerden ibaretti. Devlet adamları şehirlerde ikamet ediyorlar, bütün kuvvetlerini oralarda topluyorlardı. Derebeylik devrinde Avrupa’da köyler kontlardan ve lordlardan meydana gelen soylulann elinde nasıl bulunmuşsa, adı geçen memleketlerdeki köyler de “Dehâkm” nâmıyla bilinen bir takım İranlı beylerin hâkimiyetine tâbi bulunmaktaydı. Arazi nıukataalara aynlmıştı. Her mukataa, tâbi olduğu beyin ismine mensuptu. Mukataarun muhafazası beyin askerine, ekilip biçilmesi ve imar edilmesi de adamlarına aitti. Mukata ile aslında tam bir otorite uygulayan bey ile adamları, memletetin asıl sâkinlerini oluşturan, Ari kavimlerin karışımından meydana gelen köy halkını esir gibi kullanırlardı. Bu halk, yüksek göğüslü, iri vücutlu insanlardan meydana geliyordu. Araplar bu memleketleri fethettikleri zaman Horasan’da ve diğer bir takım yerlerde bulunan beylerin durumu işte bundan ibaretti. Araplar ancak şehirlere hâkim olmuşlar, yalnız şehirlere asker yerleştirmişlerdi. Köylerde ise beyleri, İran devleti zamanında nasıl ise, o halde bırakmışlar ve bir çok hususlarda, özellikle haraç toplama işinde memleketin asıl halkı üzerinde haiz oldukları nüfuza güvenerek kendilerini yardımcı kabul etmişlerdi. Fatihler genellikle bu soyluları devlet adamlarının durumunu araştırmak ve kontrol etmek için görevlendirirlerdi. Diğer taraftan bu beyler hakim durumunda olan kimselerin teveccühünden ve itimadından ve halktan topladıkları paradan nüfuz ve servet kazanarak, Araplar zamanında daha fazla mevki ve varlık sahibi oluyorlardı.

Ancak şu da bir gerçekti ki bunların nüfusu ve serveti muhtelif idi. Bir çok çiftliklere, oldukça geniş arazilere sahip büyük beyler bulunduğu gibi, bir köy, yalnız bir tarla sahibi olan küçiik beyler de vardı. Bu beyler çok defa valiler gibi, devlet memurluklarına tayin edilirlerdi. Fakat 9 I hıı Müslim Horasanı l.mevıler Arap olmayanlara kötü muamele ettikleri gibi zaman zaman, bunlara da aynı şekilde davrandılar. Beylerin dini, eski İranlıların dini olan Mecusilikti. Emevi devletinin yıkılışına kadar bunlardan çok azı Müslüman olmuştu. 1 licri ikinci yüzyılın başlarında Horasan beylerinin en büyüğü, bu ülkenin merkezi olan Merv şehri civarında sakin olan ve en çok çiftliklere sahip bulunan bir beydi. Onun için bu beye, oturduğu şehre nisbetle “Merv Ba/i” deniyordu. Bey’in Gülnar adında bir kızı vardı. Bu kızın güzelliği ve akıllılığı sayesinde kazandığı şöhret, babasının şöhretinden aşağı değildi. Büyük devlet adamlarından ve soylulardan bir çok kimse onunla evlenmek talebinde bulunmuşlardı. Fakat kız bütün bu talepleri geri çevirmek suretiyle herkesin saygısını kazanmıştı. Evlenme teklifleri ortaya çıktıkça, babası cevap verme işini kızma bırakıyor, net cevabı verdiğini gördükçe ona karşı gelmek istemiyordu. Bu bey, Merv şehrinin güneyinde, şehre birkaç mil mesafede bulunan büyük ve muhteşem bir köşkte oturuyordu.

Köşkün etrafı meyve ağaçlarıyla, göz okşayıcı çiçeklerle dolu olan bahçelerde çevriliydi. Bahçelerin etrafında kafeslerin içinde bulunan cins cins kuşlar manzarayı daha da güzelleştiriyordu. Köşkün ve bahçelerin etrafını kale duvarı gibi yüksek ve sağlam bir sur çeviriyordu. Bey’in maiyetinde bulunan kimselerin ikametine tahsis edilen evler, bunların aralannda hizmetçilere ve çiftçilere ait sazdan yapılmış kulübeler ise surun dışındaydı. Köşkte bey ile hanımlarından, özel hizmetçilerinden, kızından başka kimse oturmuyordu. Beyin bu kızından başka çocuğu yoktu. Fakat bu köşk öyle özel bir tarzda yapılmıştı ki, ona bakan kimse, İslâm’dan önce İranlıların içinde ibadet ettikleri ateşhanelerden biri olduğuna kanaat getirirdi. Belki de bu köşk, vaktiyle bir ateşgedeydi. Sahipleri Müslüman olunca onu eve dönüştürmüşler, etrafına bahçeler yaparak surla çevirmişlerdi. Köşkün cephesinde büyük mermer direkler vardı. Direklerin üzerinde eski savaş kahramanlarını, Mecûsilere mahsus duaları tasvir eden bir takım Pehlevî nakışlar görülüyordu. Direklerin arasında, bahçe zemininden yüksek ve bahçeye nazır mermerden bir zemini örten tavanın yüzü de Mecûsilerin eski efsâneleriyle, dini ve tarihi olaylanyla alâkalı boyalı resimlerle süslüydü. Buraya “Direkli Salon” veya “Büyük Salon” adı veriliyordu. Salonun arkasında kadife ve atlas ile İran tarzında gayet mükellef bir şekilde tefriş edilmiş büyük odalar vardı. 10 Ehû Miislim Horasanı Gülnar Hicrî 129 yılının, Recep ayının mehtaplı bir gecesinde Merv beyi, büyük salonda duvarların arasında oturuyordu.

Salona değerli kilimler ve üzerleri sırma ile işlenmiş minderler döşenmişti. Salonun ortasına sandal ağacından yapılma ve sedef ile süslü tahta gibi bir şeyin üzerine sırtında zırh, başında demir bir tolga, ata binmiş, bir yana kılıcı sarkmış, eski bir İran kahramanına benzer küçük bir altın heykel konulmuştu. Gerek kahramanın gerek atın gözleri değerli taşlardan idi. Ortada bulunan ve hepsinden büyük olmak üzere tavana asılı olan fenerlerin tamamı, her gece olduğu gibi, salonu aydınlatmak için yakılmıştı. Fakat ayın ışığı buna ihtiyaç bırakmıyordu. Bey, salonda ipek minderlerden birine bağdaş kurmuş, oturmuştu. Dallı ipek kumaştan bir kaftan giymişti. Başında deriden bir külâh, külâhm etrafında rengi beyaza çalan Keşmir şalından küçük bir sarık vardı. Mevsim ilkbahar olduğu için, kaftanın içi kürkle kaplıydı. O gece rüzgâr özellikle serin esiyordu. Bey, boynunu ve sakalının bir kısmını örtecek kadar kaftana bürünmüş, âdeta gömülmüştü. Büyük çehreli, iri gözlü, büyük burunlu, bir kısmı ağarmış san saçlı olan bu adam altmışını geçkin iken yüzü, elliden fazla göstermiyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir