Edwin A. Abbott – Düzülke

Düzülke, imzasız olarak yayımlanalı yüz yıldan fazla bir zaman oldu. Ciddi, ağırbaşlı, Shakespeareci bir bilgin olan Edwin Abbott Abbott’un hem kendini hem de okurlarını eğlendirmek için yazdığı bu yapıt öyle engin bir hayal gücü sergiliyor, yabancı bir toplumu öyle Swiftvari taşlıyordu ki, o zamandan bu yana güncelliğinden hiçbir şey yitirmedi. Boyutların kavranma tarzına insanoğlunun bugüne kadar bulabildiği belki de en iyi giriştir bu yapıt. Bu yapıtla noktaülke (sıfır boyut), çizgiülke (tek boyut) ve düzülke (iki boyut) sakinlerinin kendi evrenlerinden ne denli hoşnut olduklarını öğrenmekteyiz. Bu ülke sakinleri, görüş açılarının sınırlılığını anlamamakla kalmıyor, bu sınırları aşmaları için yapılan her girişime de öfkeleniyorlar. Üstünlüğün en az üç aşamasıyla -noktadan çizgiye, çizgiden düzleme ve düzlemden üç boyutakarşı karşıya olan bizlerin, üç boyutlu üstün bakış 10 EDWIN ABBOTT ABBOTT açımızla boyut sayısını sonsuza kadar adım adım artırmayı anlamaya hazır olduğumuz düşünülebilir. Dört boyutlu bir evreni elbette kabul edebilir ve anlayabilirdik. Ama durum hiç de böyle değil! Abbott, bir Uzayülke (bildiğimiz üç boyutlu evren) sakininin, bir düzlem sakinine Düzülke’nin iki boyutlu sınırlılığını ayrıntılarıyla açıkladıktan ve onu ek boyutu kabul etmeye zorladıktan sonra, kendisinden dördüncü boyuta bakması istendiğinde nasıl öfkeye kapıldığını anlatır. Bu, genellikle üç boyutlu varlıklar (bizler) için de doğrudur. Einstein’ın görelilik kuramını anlamaya çalışan herkesin karşılaştığı sorunlardan biri, kuramın bizi, evreni üçten fazla boyutlu olarak görmeye zorlamasıdır. Özellikleri diğer üçünden farklı da olsa, zamanı, bir tür dördüncü boyut olarak kabul etmemiz gerekir; bu da karmaşıklık düzeyini biraz daha artırır. Bu sorundan kaçmanın yollarından birisi, denklemlerin geometrik anlamlarını derinlemesine sorgulamadan matematiksel ifadelere sığınmaktır. Düzülke yalnızca bir boyut sorunu olarak görülmeyip insan zihninin ve insanın genel olarak sınırlamalara karşı tavrının bir incelemesi olarak görüldüğünde, daha fazla önem kazanmaktadır. Bir sınırlama, fiziksel özellikleri nedeniyle bir varlığın doğasında varsa, o varlık bu sınırlamayı nasıl aşabilir? İnsan, doğuştan kör birine rengi, doğuştan sağır birine müziği nasıl anlatabilir? İnsan, ışığın veya sesin farklı dalga boylarını açıklayabilir; DÜZÜLKE 11 dokunma gibi denenebilen duyumlardaki ince ayrımlara başvurabilir. Zekaya dayanan bir anlayışa ulaşılabilir belki.


Ama bu, birkaç saniyeliğine olsun bir bahçenin görülmesi veya Beethoven’ in bir senfonisinin duyulmasının doğuracağı anlama düzeyiyle asla karşılaştırılamaz. Ya insanın düşünme alışkanlıklarına kök salmış sınırlamalara ne demeli? Düzülkeliler, yalnızca kendi iki-boyutluluklarını değil, kadınların kafaca aşağı oluşlarını da tartışılmaz bir doğa yasası olarak görmektedirler. Öte yandan, küre, iki-boyutlu sınırlılığı düzeltmeye çalışırken, kadınların daha az değerli oluşları konusunda Düzülkeliyi aydınlatmaya hiçbir şekilde kalkışmaz. Öyleyse bu Düzülke tavrı (Düzülke’deki katı sınıf farklılıkları gibi) Victoria dönemindeki yaygın İngiliz tavrını yansıtmaktadır ve boyutlar konusunda tamamen aydınlanmış olmasına karşın yazarın, bu modası geçmiş görüşleri paylaştığından kuşkulanabiliriz. Öyleyse bu kitap, bizi yalnızca matematiksel ve fiziksel sınırlamalar değil, toplumsal sınırlamalar da dahil olmak üzere genel olarak evrenimize koyduğumuz sınırlamalar sorununa yöneltmelidir. Varsayımlarımız ne ölçüde doğrudur ve ne ölçüde gerçekliğin dikkatsiz veya kendi kendine hizmet eden yanlış yorumlarıdır? Gereksiz veya yanlış sınırlamaların gelişigüzel kabul ediliverdiğini görmek oldukça tuhaf. Sürekli beraber yaşadığımız veya inanmak üzere yetiştirildiğimiz sınırlamaları sorgulamadan kabul etmeye 12 EDWIN ABBOTT ABBOTT eğilimliyizdir. Çok gerçek bile olsalar, günlük deneylerimizin dışında kalan sınırlamalar için durum böyle değildir. Örneğin bir cisim ne kadar hızlı hareket ediyor olursa olsun, ona hareket yönünde bir kuvvet uygulanmasının onun hızını artıracağı gerçeğine alışkınızdır. Arabanızın gaz pedalına her basışınızda bu varsayımla hareket etmektesiniz ve arabanız da her seferinde bu varsayımı destekleyecek biçimde işlemektedir. Ama bu, yalnızca göreli olarak düşük hızlarda doğrudur. Hızlar arttıkça, kuvvetlerin, hızı daha fazla artırmadaki etkileri azalır. Işığın boşluktaki hızı olan saniyede 297. 792,458 km, her maddi nesne için mutlak hız sınırıdır. Evrenimize ilişkin bu sınırlamayı 1905 yılında ilk keşfeden Einstein oldu.

Ne ki bu, görelik kuramının meslekten olmayanlarca en zor kabul edilen yönlerinden biridir. Durmadan sorulan soru şudur: “Neden ışıktan daha hızlı hareket edemeyiz? Bizi durduran nedir? Neden roketleri giderek daha fazla hızlandıramayız?” Yanıt olarak ileri sürülecek en iyi sav, bu sınırlamanın, varlığımızın olduğu gibi, Evrenimizin de bir parçası olması nedeniyle bunu yapamayacağımızdır. Sınırlama olmasaydı ya da farklı nitelikte olsaydı, Evren yine var olabilirdi, ama bu bizim Evrenimiz olmazdı. Hatta daha başka sınırlamaların olduğu bir Evrende, bizimkisi gibi bir yaşam belki de mümkün olamazdı. DÜZÜLKE 13 Düzülke’yi aşan bir Evreni kolayca düşleyebildiğimize göre, ışık hızının sınırlı olmadığı ve Düzülke kahramanının bir süre için kendi Evreninden yükselmesi gibi, bu aşkınlığa geçici olarak da olsa girmenin bir yolunu bulabileceğimiz, bizimkini aşan bir Evren acaba olabilir mi? Ben kendi bilimkurgu öykülerimde, yıldızlararası yolculuğu mümkün kılmak ve öykünün ilerlemesini sağlamak için, kahramanlarımı genel olarak “hiperuzay” dediğim bir şeyin arasından “sıçratırım.” Bir gün bu gerçek olabilir mi? Pek olası gözükmüyor, kabul ediyorum, ama … Kısacası, Düzülke yalnızca eğlenceli ve zekice bir geometri alıştırması olmayıp, Evrenimiz ve kendimiz hakkında derin düşüncelere dalmamıza yol açabilecek bir söylevdir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir