Rachel Abbott – Iyi Uykular Sevgilim

İçi hıncahınç dolu gürültülü bardan çıkarken gülümseyen kız, hâlâ kulaklarında çınlayan kahkaha sesleriyle ağır kapıyı güçlükle açınca buz gibi soğuk hava içeri hücum etti. Dönüp geride kalanlara, “İyi geceler!” diye bağırdı. Çoğu önlerindeki bira bardaklarıyla ya da anlatılmakta olan komik hikâyenin bazı bölümlerini vurgulamak için, dinlemek isteyenlere abartılı el kol hareketleriyle hikâyeyi anlatıyorlardı. Kapı, kızın arkasından çarparak kapandığında içeriden sızan sarı ışığı ve eğlenen gençlerin keyifli seslerini de bıçak gibi kesmişti. Her yanım karanlık gece sarmış, ani sessizlik bir yumruk gibi onu sarsmıştı. Bir an öyle hareketsizce durdu. Kışın ürpertici soğuğunda titreyince atkısını boynuna sarıp üşümemek için kollarını göğsünde kavuşturarak büzüldü. Gece gezmelerinde giymek için manto almak zorundaydı. Giyimi konusundaki bu tizliğini fark edince gülümsemeden edemedi. Sonra kendine evinin sadece on beş dakikalık bir mesafede olduğunu hatırlattı; yani hızlı yürürse çok geçmeden ısınırdı. Barın kapısının tekrar açılmasıyla her yanı saran sessizlik bir anlık da olsa dağıldı; içeriden gelen kehribar rengi ışık ıslak kaldırımlarda parıldadı. Sıcacık bardan gelen gürültülü müzik sesinin arasında birinin ona seslendiğini sandı; ne var ki kapı hızla kapanınca her yanı bir kez daha sessizlik kaplamıştı. Birkaç kişi Manchester’m bu kısmında sokaklarda telaşla koşturuyor, evlerine giden ara sokaklarda gözden kayboluyordu. Berbat hava ve erken gelen soğuk, insanları bu gece evlerinde oturmaya zorlamış gibiydi, bu yüzden onları kimse suçlayamazdı. Birkaç metre ötede bir çift durup öpüşmeye başladı; kız kollarını çocuğun boynuna dolamış, parmak uçlarında yükselip bedenini çocuğunkine sıkıca bastırmıştı; onlar için hava daha sıcak olmalıydı.


Çifte bakarken yüzünde bir tebessüm belirdi; âşık olmanın ne muhteşem bir his olduğunu düşündü. Erkek arkadaşıyla beraber yaşamaya başlamışlardı ve hayatı boyunca bu kadar mutlu olduğunu hatırlamıyordu. Ana yolla kesişen kavşağa varınca yaya geçidinde bekledi. Pek trafik yoktu ama yine de Manchester’a gidiş gelişi sağlayan ana yollardan biri olduğu için tamamen boş sayılmazdı. Birkaç araç da geçip yol boşalınca hızlı adımlarla karşıdan karşıya geçerek diğer tarafta, rezidanslarm ve modern evlerin uzağındaki tenha sokakların arasından evine doğru yürümeye devam etti. Victoria Dönemi bir ev buldukları için çok heyecanlıydı -viran görünmesine karşın tamir etmeye çalışıyorlardı. Her şeyden öte daireleri, orada bulunan evlere mahremiyet hissi veren iki yanı çok güzel, huzur verici ağaçlarla sıralı bir yoldaydı. İlk yola saptı. Sağındaki küçük oyun parkı genelde çocuklarla dolu olurdu ama gecenin bu vaktinde ıssızdı; parktaki tek hareketlilik, hafifçe ve sessizce sallanan tek bir daldan geliyordu. Düz ayakkabıları kaldırımda çok az ses çıkarıyordu; içinde dünyanın geri kalanından kopmuşçasına garip bir his vardı. Göz ucuyla yanlarından geçtiği evlerin pencerelerine baktı; ancak çoğu yüksek çitlerin ardında kaldığı için görülmüyordu ve görebildikleri sadece sokak lambasının yansıttığı evrenin terk edilmiş görüntüsüydü. Nedense tek başına olmadığı hissi içini kapladı. Onu buna inandıran sadece tek bir an -yere sürüyen bir ayak sesi, bir an gözüne ilişen karanlık bir gölgedeğildi. Büsbütün farklı bir şeydi. Bu, birinin bakışlarının adeta sırtını delercesine üzerinde olduğu hissiydi.

Vücudu kaskatı kesilmeye başladı; her bir sinir ucu sızlıyordu. Acaba koşmalı mıydı? Yoksa bu arkasındaki adamın peşinden gelerek onu yakalaması için fırsat mı vermiş olurdu? Birinin evine doğru mu sapmalıydı yoksa? Ama o daha kapıya ulaşamadan adam ona yetişebilirdi. Acaba adamın farkında değilmiş gibi yapsa daha mı iyi olurdu? Şayet dönüp bakarsa bu adamın tepkisini hızlandırır mıydı? Bilmiyordu. Hiçbir şey bilmiyordu. Adamın orada olduğuna inanıyordu. Yalnızca, ne kadar yakınında olduğunu bilmiyordu. Düşünmeden hızlıca başını çevirdi. Sokak boştu. Adam arkasında değil miydi? Oralarda bir yerdeydi, bundan emindi. Göz ucuyla parkın diğer tarafına doğru bakıp sallanan dalı akima getirdi. Adam şu an karanlık, yürüyüş yolunun iki yanı boyunca uzanan çalılıkların arkasına gizlenmiş halde, hemen yanında yürüyor olabilirdi. Aniden gecenin erken saatlerinden bir görüntüyü anımsadı. Bardaki onca kahkaha ve eğlencenin arasında kendini huzursuz hissettiği tek bir an olmuştu. Oturduğu taburede, sırtının birkaç santim ötesinde dikilmiş, tanımadığı bir adamın saldırgan varlığıyla karşılaşacağından neredeyse emin bir şekilde hızla olduğu yerde dönmüştü. Ne var ki hiç kimse bakmıyordu; ortada kimsecikler yoktu.

Her şeyi bir kenara bırakıp akşamın keyfini çıkarmak istese de hissettiği huzursuzluk peşini bırakmıyordu. Biraz ötesi parkın girişiydi. Şayet adam parktaysa ve onu yakalamaya gelecekse bu işi yapacağı yer işte orasıydı. Bir plan yapmak için artık sadece saniyeler kalmıştı. Endişelenmesini gerektiren bir şey yokmuş gibi davranacak ve kapının sürgüsünü çektiği anda koşmaya başlayacaktı. Ve eğer mecbur kalırsa da çığlık atacaktı. İki adım sonra parkın kapısına varmış olacaktı. Kollarını iki yanma sarkıttı. Hemen ötede evine giden yolun köşesini görebiliyordu; ne var ki orası çok daha karanlıktı. Çok sevdiği ağaçların kalın gövdelerinin gölgeleri daracık kaldırıma düşüyor, katran karası renkte dalları gecenin karanlığıyla birbirine karışıp gökyüzünde kayboluyordu. Bir, iki ve koş! Parkın açık kapısında göz ucuyla bile olsa etrafına bakmaya cesaret edememişti, ayaklarının kaldırıma çarparken çıkardığı sesten ve soluğunun sesinden onu takip eden biri varsa da duyamazdı. Köşeyi dönmesine on metre kalmıştı. Neredeyse varmıştı, neredeyse evindeydi, neredeyse güvendeydi. Kara ağaçların sonuncusunun arkasından karanlık bir siluet belirdi; bacaklarını genişçe açmış, hiç kıpırdamadan kızı yakalamayı bekliyordu. BİRİNCİ BÖLÜM Olivia 1 Acı acı çalan kapı zilinin evin kasvetli sessizliğini dağıtmasıyla odanın içinde adım atmayı kestim.

İçime anlam veremediğim bir umut ışığı doğmuştu. Bu Robert olabilir miydi? Anahtarlarını mı unutmuştu yoksa? Ama öyle olmadığını biliyordum. Kapıyı çalanın kim olduğunu gayet iyi biliyordum. Gelen polisti; buradaydılar, çünkü onları ben aramıştım. Ne olmuş olabileceğini bilmem gerekirdi. Robert’m, kelimeler dışında her şekilde bana anlattıklarından daha iyi anlamam gerekirdi. Çocuklarımla birlikte gittiğinden bu yana üç saat geçmişti ve bedenimdeki her bir kemik, her bir kas onların kaybıyla acıyordu. Çocuklarım nerede? Kaza mı olmuştu yoksa? Lütfen, olmasın. Bu düşünce bir yumruk gibi suratıma indi; gözlerimi kapattığımda çocuklarımın görüntüleri belirdi gözlerimin önünde. Çılgın bir sürücü tarafından yoldan çıkarılarak uçurumdan aşağı yuvarlanmış haldeki arabanın arka koltuğunda kendilerini birilerinin bulmalarını bekliyorlardı. Almlarındaki kanları görebiliyor, sırf hayatta olduklarını bilmek için zihnimde çığlıklarını dinliyordum. Ama arabanın açık camından içeri giren kuş seslerinden başka hiçbir şey duymuyordum. Bu görüntüde Robert’ı göremiyorum. Bu imgeler kadar korkunç ve berbat olan, aslında kaza geçirdiklerine inanmayışımdı. Yüreğimin derinliklerinde başka bir şey olabileceğini hissediyordum.

Çok daha meşum bir şey. Kapıyı açtığımda karşımda, kurşun geçirmez yeleği ve kısa kollu gömleğiyle yapılı ve yetkin görünen, geniş omuzlu genç bir polis memuru duruyordu. Bana neler soracağını biliyordum; bu işleri biliyordum. Tıpkı, geçen seferki gibi olacaktı. Acaba polis kim olduğumu biliyor muydu? Bu gece onları arayan Olivia Brookes’un, yedi yıl önce erkek arkadaşı kaybolduğu için arayan Olivia Hunt’la aynı kişi olduğunu biliyor muydu? Bu bir şeyi değiştirir miydi? Geçen onca yıldan sonra bile hâlâ o korkunç geceyle ilgili kâbuslar görüyor, her gece buz gibi soğuk terle sırılsıklam halde uyanıyordum. Erkek arkadaşım arayıp laboratuvardan çıktığını ve kısa süre içinde benimle buluşacağını söylemişti. Ev, yürüme mesafesindeydi; fakat iki saat geçmesine rağmen hâlâ gelmemişti. Meraktan deliye dönmüştüm. Bebeğime sıkıca yapışıp, “Babacığın çok yakında evde olacak canım,” diye ona fısıldadığımı hatırlıyorum. Jasmine, beni anlayamazdı. Kızım o sırada sadece iki aylıktı. Yine de ona yalan söyledim. Dan bir daha eve dönmemiş ve ben onu bir daha hiç görmemiştim. O gece hissettiğim korkudan, sevgilim Dan’in başına neler gelmiş olabileceğine kafa patlatarak geçen saatlerden daha feci hiçbir şey olamaz sanırdım. Ama yanılmışım, bu kez çok daha kötüydü.

Dehşet, karnımda, başımda ve göğsümde acı vererek zıplayan sert bir top gibiydi. Polis memuru elbette ayrıntıları öğrenmek istiyordu. Neden bu kadar kaygılandığımı anlamak istiyordu. Çocuklar babalarıyla birlikteydiler, yani kesinlikle merak edilecek bir durum yoktu. Kocamın cep telefonunu aramayı denemiş miydim? Buna cevap vermem gerektiğini hiç sanmıyorum. Robert saat altıda evden çıkmıştı. Çocukları dışarıda pizza yemeye götürmek istediğini söylemişti. Ben de onlarla gidecektim; gel gör ki onlarla biraz yalnız zaman geçirme konusunda ısrarlı davranmıştı. Tanrım, bunu kabul etmekten nefret ediyorum ama dediği hoşuma gitmişti. Onun için neler hissettiğimi hesaba katınca, bunun, artık birlikte olmayacağımız zaman için iyi bir alıştırma olacağını düşünmüştüm. Bu yüzden gitmelerine izin verdim. İlk saat her şey yolundaydı. Dönmelerini beklemiyordum ve kendimi meşgul edecek bir şeyler bulmuştum. Robert’m öyle her pizzayı yemeyeceğini biliyordum; çocuklar yattıktan sonra akşam yemeğini benimle yalnız yemek isterdi. Bu yüzden çocukları dışarı çıkardığı için teşekkür niyetine en sevdiklerinden acı biberli pizza hazırlamaya başladım.

Aklıma gelen her şeyi yapıp oturma odasına döndüm ama bu, öylesine boşluk hissi veriyordu ki. Uyudukları zaman dışında çocuklarımdan hiç ayrılmamıştım en azından birinden bile. Jasmine elbette okuldaydı ama Freddie yalnızca iki yaşındaydı, bu yüzden tüm gün benimle birlikteydi; Bili ise sabahları kreşteydi. Ev, sanki içinden tüm hava çekilip geriye sadece soğuk, sessiz bir ıssızlık katmışçasına bomboştu. Oturma odasına farklı bir gözle bakınca ne kadar izole edilmiş bir mekân yaratmış olduğumuzu fark ettim. Ne göze çarpacak bir renk ne de bir eşya vardı; ne çocuklardan birinin fotoğrafı ne de bir anlık hevesle satın alınmış süs eşyası. Tabloların her biri uyandırdıkları hisler için değil yalnızca çevrelerine uyum sağladıkları ve her bir aksesuvar kusursuz bir denge yaratmak için boyutlarına göre seçilmişti. Ve elbette Robert bu odada oyuncak olmasından hoşlanmıyordu. Burada kim yaşıyor? Herhangi biri olabilir. Belki de Robert için bu dekor, turuncu duvarlarla zümrüt yeşili örtülerin yan yana mutlu bir şekilde yaşıyormuş gibi göründüğü evimde çok uzun süre yaşamanın kaçınılmaz bir sonucuydu. Ama o renkler etrafa neşe saçıyordu. Bu oda size ne anlatıyor? Hiçbir şey. Polis memurunun sorduğu tüm sorulara cevap vermiştim. Robert’m yemekten sonra çocukları aile ya da arkadaş ziyaretine götürmeyeceğine çoktan karar kılmıştık. Ne Robert’m ailesi vardı ne de benim ailem.

Annem ve babam yıllar önce, Jaz bebekken ölmüşlerdi ve Robert ise babasını hiç tanımamıştı. Annesi, o daha çocukken ölmüştü; kardeşimiz de yoktu. Bunlar birer seçim değil; acımasız gerçeklerdi. Fakat çocuklarla birlikte görmeye gitmiş olabileceği tek bir arkadaşını bile hatırlamayışımı nasıl izah edebilirdim? Nasıl bu kadar herkesten kopuk yaşamaya başlamıştık? Gerçi nedenini biliyordum. Robert, beni sadece kendisi için istiyordu. Beni kimseyle paylaşmak istemiyordu. Çocukları bensiz dışarıya çıkartmak istediğinde yanlış bir şey olduğunu anlamam gerekirdi. Bunu daha önce hiç yapmamıştı. Söylediklerine kulak vermiş olsaydım, onu gerçekten dinleseydim, çok geç olmadan tüm bunları durdurabilirdim. “Olivia,” demişti. “Bir babanın çocuklarını dışarıda pizza yemeye götürmesinde garip karşılanacak bir şey yok, değil mi? Nihayetinde bazı babalar çocuklarına her daim sadece kendi başlarına bakıyorlar.” Robert, bana bir şey mi anlatmaya çalışıyordu? Nasıl hissedeceğimi tahmin etmiş miydi? Eğer bu Robert’tan başkası olsaydı, belki -sadece belki- onu terk edebileceğimi kabullenmiş olduğunu ve kendi başına idare edebileceğini kanıtlamaya çalıştığını düşünebilirdim. Fakat bu başkası değildi. Bu Robert’tı ve hiçbir şey basit, açık olmazdı. Nerede olabileceklerini açıklayan olası her senaryoyu zihnimde iyice tartmıştım ve her biri içimi dehşetle kaplamıştı.

Hangisinin daha kötü olduğunu bilmiyordum: çocuklarımın bir yerlerde yaralı halde uzandıkları resim mi yoksa diğer korkum mu? Kelimelere dökmeye dahi cesaret edemediğim diğer korkum. 2 Şu an saat on biri geçti. Freddie’nin sımsıcak bedenini kucağıma alıp o tatlı kokusunu içime çekeli beş saat oldu. Onun şaşkın olduğu düşüncesine katlanamıyorum. Ve Billy. Uyuması gerekiyor. Yorgunken huysuz olur. Ve canım Jasmine’im şimdiye dek annesiyle evde olmak isteyecektir; çok uzakta olmamı hiç sevmez ve yedi yaşında bir çocuğa göre çok daha olgundur. Robert onları sağ salim eve getirirse ayrılmaya dair tüm o aptal fikirlerimi unutacağım. Çocuklarım zarar görmediği sürece dikkatli bir şekilde yaşamayı öğreneceğim. Onları eve getir, Robert. Polisler, tıpkı Dan’i kaybettiğimde yaptıkları gibi, sanki çocuklarımı ben bir yere saklamışım gibi evi arıyorlardı. Dışarıda kapıları çalıyor, komşuları uyandırıyorlardı. Ne görmüşlerdi? Ne biliyorlardı? Şimdi daha çok polis geliyor. Bu defa dedektifler.

Düşüncelerimi bir ses böldü. “Bayan Brookes?” Başımı kaldırıp benden daha yaşlı olmayan bir kadının nazik gözlerine baktım; ama daha yaşlıca olmalıydı, zira herkes ona hanımefendi diye hitap ediyordu. “Size Olivia diye hitap etmemin bir sakıncası var mı? Benim adım Philippa. Maalesef civardaki tüm pizzacıları aradık ve hiç kimse kocanızı ve çocuklarınızı gördüğünü hatırlamıyor.” “Belki fikir değiştirip pizza yemek yerine başka bir yere gitmişlerdir. Böyle yapmış olabilirler, olmaz mı?” Bunun doğru olmadığını hepimiz biliyorduk. “Sen neden onlarla gitmedin, Olivia?” Buna nasıl cevap verebilirdim ki? Bilmiyorum. Robert daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştı. Sebebini bilmeme rağmen kendimi bir şeyler uydurmak zorunda hissettim. “Robert yorgun göründüğümü ve biraz dinlenmemin iyi olacağını düşündü. Yardım etmeye çalışıyordu.” “Stresli bir işiniz mi var? Bu yüzden mi yorgundunuz? Yoksa çocuklar biraz yaramazlık mı yaptılar?” Bu kadın çocuklarıma zarar verdiğimi mi düşünüyor? “Çok iyi çocuklardır, sizi temin ederim öyleler. Ayrıca çalışmıyorum. Çocuklara ve Robert’a bakarken yeterince çalışıyorum.” Jasmine doğmadan önceki birkaç aylık tecrübemden başka gerçek anlamda hiç çalışmamıştım.

Doğum iznim bitmeden Robert bana evlenme teklif etmiş ve artık çalışmamı istememişti. Evde olmamı, ona bakmamı istiyordu ve bu benim için de uygundu. Oysa şimdi neden bunu kabul ettiğimi bilmiyordum. Neden kendi kararımla hiç kimse olmayı kabul etmiştim? Sorular art arda geliyordu; ama ben çığlık atarak; “Saçma sapan sorular sormayı kesin. Çocuklarımı bulun!” demek istiyordum. “Senden böyle bir şey istediğim için üzgünüm Olivia ama memurlarımdan biriyle üst kata çıkman mümkün mü? Çocuklara ait eksik bir şey var mı kontrol etmek istiyoruz. Kıyafet, en sevdiği oyuncaklar, kitaplar… Bilirsin, bu tür şeyler işte.” Ne? Bir süre kadının yüzüne tek kelime etmeden baktım. Neden bir şey eksik olsun ki? Kendimi zorlayarak koltuktan kalktım; bacaklarım ağırlığımı taşımakta zorlandıkça kendimi üç kat daha yaşlı hissediyordum. Akıllarından ne geçtiğini bilmiyordum ama bu çok saçmaydı. Neden bir şey eksik olsun ki? Bu düşünce beynimde dönüp duruyordu. Dedektiflerden biri beni üst kata kadar izledi, bu adamı hatırlıyordum ama nereden bilmiyordum. Hem ne fark ederdi ki? Jasmine’in odasından başlamaya karar verdim; derli toplu olacağını biliyordum, böylelikle her şeyin olması gereken yerde olduğunu anlamak kolay olacaktı. Yatağın başına gidip örtüyü kaldırdım; Jaz’in bez bebeği Lottie’yi yastığın üstünde bulacağımı umuyordum. Ama orada değildi.

Yorganı tersyüz ettim. Lottie nerede? Jaz, yedi yaşındayken bile Lottie’nin yatağında olmasını çok severdi; ama oyuncak bebek orada yoktu. Istırap içinde polise baktım, o ise sadece beni izliyor, tek kelime etmiyordu. Ağır adımlarla gardıroba yaklaştım. Kapağını açmak içimden gelmiyordu. Fakat polis hâlâ beni seyrediyordu. Öylesine kapağın kolunu tuttum; sanki yavaşça yapmak sonucu değiştirecekmiş gibi. Jasmine’in pembe sırt çantası rafta değildi. Birden vahşi bir hayvan gibi boş elbise askılarını ileri geri ittim; çekmeceleri hızla sonuna kadar açtım. “Hayımıııur!” diye feryat ettim; iki hecelik kelimeyi ne kadar uzattığımı hatırlamıyorum. Kızımın kıyafetleri nerede? Merdivenlerden yukarı apar topar koşan ayak seslerini duyabiliyordum; çok geçmeden Philippa kapıda belirdi. Yanıma gelip kolumu tuttu. Soru sormasına gerek yoktu, yüzümden olan biteni anlayabilirdi. Şimdiye dek kendime itiraf etmeye çekiniyordum ama artık gerçekle yüzleşmek zorundaydım. Robert çocuklarımı kaçırmıştı.

17 İyi Uykular Sevgilim / F: 2 3 Tom Douglas bitkin bir şekilde masasından kalktı, kollarını başının üstüne koyup gerindi. Polis Müdürü James Sinclair’in sağlık nedenlerinden ötürü erken emekli olduğundan beri Metropolitan Polis Teşkilatı’nda hiçbir şey eskisi gibi değildi. Yeni adam iyiydi ama Tom’a göre fazlasıyla sayılara takılan biriydi. Üstüne üstlük bu sadece bütçeyi katı bir şekilde yönettiğinden de değildi. Bu, onun çalışma şekliydi. Tom’a göre, yeni polis müdürü sanki sihirli bir formül veya önceden belirlenmiş kriterlere uyarak rakamlarla çözmek istiyor gibiydi. Tom aslında Metropolitan Polis Teşkilatındaki işi, kızı Lucy’ye yakın olabilmek için almıştı. Eski karısı Kate boşandıktan sonra tası tarağı toplayıp Londra’ya taşınmış ve Tom da ardından gitmişti. Bu, pek çok açıdan hayalindeki işti ama Londra’da onu cezbedecek başka bir şey yoktu. Kate yeni ilişkisi de bittikten sonra Lucy’yi kuzeybatıya geri götürmüştü, yani bir kez daha Tom’u oraya bağlayan hiçbir şey kalmamıştı; Lucy’yi özlüyordu. Koltuğunun arkasına asılı deri ceketini kapıp anahtarlarını masadan aldı. Bu geç vakitte birkaç yaşam belirtisi vardı; buna karşın ruhsuz dairesinin çekiciliği tam anlamıyla cezbedici olmasa da biraz uyuması ve bir şeyler yemesi gerekiyordu. En azından yemek yapmaktan hâlâ keyif alıyordu. Fazlasıyla gecikmiş bu akşam yemeği için neler hazırlayabileceğini düşünmeye başladı. Masasının lambasını kapatırken telefonu çaldı.

Ahizeye bir an sinirle baktı; ama cevap vermek zorunda olduğunu biliyordu, çalan bir telefona direnmeyi hiçbir zaman başaramamıştı. “Başmüfettiş Douglas.” “Tom, seni bulabildiğime çok sevindim. Ben Philippa Stanley. Eğer bir dakikan varsa biraz bilginin çok yardımı olur.” Kadın ismini söylediği anda Tom bunun uzun bir görüşme olacağını anlamıştı; bu yüzden sandalyesini çekti, ceketini ve anahtarlarını tekrar masanın üstüne bırakıp oturdu. Tom, Manchester’dan ayrılmadan önce Philippa, onun ekibinde müfettişti ve kariyer basamaklarını hızla çıkarak kısa sürede Tom’la aynı rütbeye, başmüfettişliğe terfi etmişti. Onun için durmak yoktu. “Merhaba, Philippa. Sesini duymak ne güzel! Senin için ne yapabilirim?” “Biraz eski bir dava için hafızanı zorlamana ihtiyacım var, aslına bakarsan yedi yıllık. Anlaşılan Polis Memuru Ryan Tip-pettsTe eve gidiyormuşsunuz ve erkek arkadaşının kaybolduğunu bildiren Olivia Hunt adında bir kadınla ilgilenmek üzere dönmüşsünüz.” Tom, Philippa’yla samimi şekilde eski günler sohbeti olmayacağını biliyordu, Philippa için her şey işti. Tom, onu gözünün önünde canlandırabiliyordu. Şüphesiz her zamanki üniformasını giyiyordu: açık yakalı, ancak çok fazla göğüs dekoltesi olmayan beyaz bir bluz, donanma mavisi tek renk etek ve zarif, ancak makul, annesinin hanımefendi ayakkabısı diyeceği türden ayakkabılar. Kısa siyah saçları, parlak ve kulaklarının arkasına atılmış; hafif bir ruj dışında makyajsız.

Philippa her zaman kusursuz biçimde düzgün giyimli ve kadınsı görünürdü; buna karşın sahip olması muhtemel tüm cinsel cazibe, otoriter tavırları altında silinip yok olmuştu. “Tuhaf ama gayet iyi hatırlıyorum, evet. Kadının adını unutmuştum. Unutamadığım ise ağlamayı kesmeyen küçük bir bebeği vardı ve erkek arkadaşının başına bir şey geldiği konusunda oldukça inatçıydı. Ryan kaybolan gencin Müslüman olduğunu öğrendiğinde sanki bu her şeyi açıklıyormuş gibi davranmıştı. Ona göre adamı arka sokaklardan birinde dayak yemiş halde bulacağımız kesindi, ki tabii öyle bir şey olmadı. Ryan’a tavrından dolayı hak ettiği fırçayı atıp kızdan özür dilemiştim. Ne bilmek istiyorsun?” “Kız hakkındaki izlenimini merak etmiştim.” “Neden? Ne oldu ki?” diye sordu Tom. Bu, uzun zaman önceydi ve kayıtlarda tüm ayrıntılar vardır; ama Philippa öyle nedensiz yere sormazdı. “Sonra söyleyeceğim fakat şu an için düşüncelerini etkilemek istemiyorum. Bana hatırladıklarını anlat, ben de neden bilmek istediğimi söylerim. Bu arada Ryan’la bu konu hakkında konuşmayı denedim. Bu saçma kararı kimin verdiğini Tanrı bilse de Ryan şu anda başmüfettiş. Kabul görmemiş dehası konusunda aşırı abartılı bir fikri var; yine de her zamanki gibi hâlâ işe yaramazın biri.

Senin görüşünü almamın daha iyi olacağını düşündüm.” Tom, Philippa’nın belli belirsiz iltifatlarla onu eleştirip eleştirmediğinden emin olamamıştı; yine de bunu duymazdan gelmeye karar verdi, zira bu, sadece o gece yaşananlardan değil, ayrıca daha sonra olanlardan dolayı da öyle koşturmaca içerisinde unutabileceği bir dava değildi. “Dediğim gibi kadınla ilk kez erkek arkadaşı, sanırım İranlı bir delikanlıydı- eve gelmediği için aradığında karşılaştım. Gerçi, vakit çok geç değildi, bu yüzden çocuğun bir barda sızıp kaldığını ve kısa bir süre sonra mahcup bir halde çıkıp geleceğini düşünmüştük. Fakat kız, sevgilisinin Müslüman olduğu için alkol kullanmadığını söyledi. Bu yüzden bu seçeneğin mümkün olmadığını biliyordu. Çocuğu kayıp olarak bildirdik ama işi biraz daha irdelemeye başlayınca kredi kartında birkaç hareketlilik olduğunu fark ettik. Manchester’dan Londra’ya bir tren bileti almış ve o gece ilerleyen vakitlerde Avusturalya’ya uçak bileti ayırtmış. Kıza bir de kısa mesaj göndermiş; galiba üzgün olduğunu söylüyormuş. Heathrow civarında bir yerden gönderilmiş. Bunu kontrol edersin. Uçağa yetişememiş diye hatırlıyor gibiyim ama esnek bilet almış, yani istediği vakitte gidebilirdi. Olivia çocuktan haber aldığı anda davayı sürdürmek için neden kalmamıştı.” “Hepsi elimizdeki kayıtlarla örtüşüyor. Hafızan gayet iyiymiş Tom.

” “Şey,” diye cevap verdi Tom gülerek. “Kızın dosyası birkaç ay sonra tekrar önüme çıkmamış olsaydı bu kadar net hatırlar mıydım bilemiyorum. Sonra neler olduğunu biliyorsun sanırım?” “Dosyayı okudum ama sen yine de anlat.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir