Emmanuele Bernheim – Sustali

Çantasında her zaman bir sustalı taşıyan genç bir kadın bir akşam evine döndüğünde, çakısının ve elinin üzerinde kan lekeleri olduğunu fark ediyor. Ne olup bitti? içinin derinliklerinde yatan o karanlık arzuya, bir erkeği bıçaklama arzusuna yenik mi düştü yoksa? Bu işi biraz önce, metrodaki o itiş kakış sırasında mı yaptı? Adamı öldürdü mü? Yoksa yalnızca yaraladı mı? Bütün bu sorulara yanıt arayan genç kadın olayın peşine düşüyor. Okur da romanın kahramanı gibi sürprizden sürprize sürükleniyor. Daha önce, 1993 yılında Medicis Ödülü alan romanı O’nun Karısı ile okurlara sunduğumuz Emmanuele Bernheim, ilk romanı olan Sustalı‘da kendini bize, ele aldığı konuyla ve akıcı anlatımıyla hemen kabul ettiriyor. Kadınla erkek arasındaki savaşımı sert, acımasız, büyüleyici ve şaşırtıcı bir üslupla kaleme alan bir kadın yazarla karşı karşıya buluyoruz kendimizi. 1 ‘Saint-Florentin Sokağı, Rivoli Sokağı, Tuileries Bahçesi çıkışı.’ Genç kadın, ‘Tuileries Bahçesi’ çıkışına doğru tek başına yöneldi. Yağmur yağıyordu; insanlar, sokağın karşı kaldırımında, kemerlerin altından yürümeyi yeğliyorlardı. Yağmur onu rahatsız etmiyordu, üşümüyordu da. Ağır adımlarla ilerliyor, sol kolunu dirseğinden bükmüş, sıkılı yumruğuyla çantasını böğrüne bastırıyordu. Böylece yüz metre kadar gitti, sonra durdu. Canı sigara istemişti. İyi de, tek eliyle kibriti nasıl yakacaktı? Yeniden yürümeye başladı, Seine Nehrinin karşı kıyısına geçti, Bac Sokağından sonra, Anatole France rıhtımına saptı. Ağır ağır yürümeye çalışıyordu; ne var ki karşılaştığı tek tük siluetler, yağmurun altında acele ediyor, yavaşlığı dikkatlerini çektiğinden, geçerken onu süzüyorlardı. Koşmaya başladı.


Orsay Garı boyunca ilerledi, Lille Sokağına, sonra Poitiers Sokağına girdi ve evinin önüne geldi. Merdiveni hızla çıktı, anahtarlarını aradı, kapıyı açtı. Koşarak banyoya gitti. Çantasını bıraktı ve sol elini yavaş yavaş açtı. Avucunun içinde ve parmaklarında kan vardı. Aynanın karşısına geçti, elini yüzünün hizasına kadar kaldırdı. Dudağındaki boya kan rengindeydi. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi ve başını çevirdi. Lavaboya soğuk su doldurdu, elini içine soktu; bu hareketi isteksizce yapmıştı sanki. Kızıla dönen suyun içinde parmaklarını oynattı. Gözleri yarı kapalı,-bedeni bütünüyle devinimsiz, öylece kaldı. Yalnızca suyun içindeki eli kıpırdıyordu. Dikkatle nefes alıyordu. Elizabeth, gözlerini açtı. Ellerini sabunla yıkayıp kuruladı.

Çantasına yaklaştı, sustalısını aldı. Sustasına basarak bıçağı attırdı ve alkollü temizlik kâğıtlarıyla özenle sildi; kâğıtları sildikçe, teker teker klozetin içine attı. Katlandığında bıçağı içine alan derin oyuğu birkaç kez kuvvetle üfledi ve çakıyı kapattı. Lavaboyu temizledi, sifonu çekti, banyodan çıktı. Giysileri ıslanmıştı. Üstünü değişti. Saçını yaptı, dudaklarına hafif bir ruj sürdü ve dışarı çıktı. Lokantaya erken gitti ve birden, sustalısını banyoda unuttuğunu fark etti. Çakısı, yaklaşık on yıldır ilk kez çantasında değildi. Çantayı tarttı, hafiflemiş gibiydi. Garsonu çağırıp bir viski ısmarladı. Çantasının hafiflemesini kutlamak için içmek istiyordu. Kimseye sezdirmeden, kadehini o günün şerefine kaldırdı. İçmeye başlıyordu ki, Marie gelip karşısına oturdu. Öpüştüler ve Marie hemen, ezbere bildiği yemek listesine başını daldırdı.

Elizabeth, dostunun ne ısmarlayacağını şimdiden biliyordu: Her zaman aynı şeyi ısmarlardı. Marie, kartı elinden bıraktı ve gülümsedi. Elizabeth, gözlerini indirdi. Her zaman ısmarladığı şeyi bir kez daha ısmarlamasına bugün katlanamayacaktı. Birden ağzının içi safrayla doldu, elini ağzına götürdü, masayı itti ve tuvaletlere doğru koştu. Klozete eğildi, safrayla karışık viski çıkardı. Sonra, klozeti kapatıp üstüne oturdu ve derin derin nefes aldı. Marie, tuvaletin kapısını sürekli vuruyor, açması ya da ses vermesi için ona yalvarıyordu. Elizabeth, ellerini yıkayıp dışarı çıktı. Onun sapsarı olmuş yüzünden korkan Marie, bir taksi çağırıp onu evine götürdü. Yanında kalmak için üsteledi, ne var ki Elizabeth buna kesinlikle karşı çıktı: Yalnız kalmak istiyordu. Marie çıkar çıkmaz, Elizabeth banyoya gitti. Çakı, olduğu yerde duruyordu. Onu açtı. Bıçağı pırıl pırıl, tertemiz parlıyordu.

Banyoyu inceledi, burnunu fayanslara değdirecek kadar yaklaştırarak kokladı. Kan kokusu kalmamıştı. Ne bir iz, ne bir işaret vardı, hiçbir şey. Kendini bir sandalyenin üstüne bıraktı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. DEĞİŞEN HİÇBİR ŞEY OLMAMIŞTI Oysa kısa süre önce hem çakısının, hem elinin üstünde kan vardı; kendi kanı değil, bıçaklanan birinin kanı, kendi çakısıyla bıçaklanan, dolayısıyla da onun bıçakladığı birinin kanı! Evine dönmüştü, ellerini yıkamış, çakıyı temizlemişti ve Marie ile birlikte lokantaya gitmişti; Marie, ne zaman birlikte yemek yeseler ısmarladığı şeyi bir kez daha ısmarlamıştı. Olamazdı, hayır, kan falan olmamıştı, yaşadığı sıradan günlerden birini daha yaşamıştı, o kadar. Hiçbir şey olup bitmemişti. Elizabeth, sessizce ağlıyordu; küçük, kuru ve güçsüz hıçkırıklarla sarsılıyor, gözünden yaş gelmiyor, buysa onu rahatlatmıyordu. Yerinden kalktı, avuçlarının içine biraz su akıttı ve bu suyu var gücüyle -burnuna çekti. Boğulur gibi oldu, aksırdı, tükürdü, burnunu çekti ve kurulandı. Ağzındaki kusmuk tadından kurtulmuştu, kendini daha iyi hissetti. Yatağına yattı ve ışığı söndürdü. Sırtüstü uzanmış, bedeni kaskatı, kanlı avucunu, kanlı çakısını, Marie’yi, lokantayı yeniden görüyordu. Ağzı kupkuru, ağrılar içinde uyandı, yüzü kan ter içindeydi. Gün ağarmıştı, ama o bunu fark etmedi, gözleri yaşla doluydu.

Susamıştı ve yatağının yanında, elinin uzanabileceği yerde bir bardak su olduğunu biliyordu. Kolunu kaldıramadı. Gözlerini yumdu, kafasının içi bomboş, öylece bekledi. Yalnızca cildi duyarlıydı; eti, kasları, kemikleri ve sinirleri, terk edilmiş bedeninin tüm yüzeyinde ince bir katman halinde yoğunlaşmış gibiydi. Gözlerini açtığında gece olmuştu. Su bardağına ulaşmayı başardı ve içti. Başını, bacaklarını kımıldattı, doğrulup oturdu. Yatağı sırılsıklamdı, bir an altına kaçırdığını sandı. Islak saçlarına dokununca, yalnızca terlemiş olduğunu anladı. Telefon çaldı. Marie’ydi. Elizabeth’i birçok kez bürosundan, daha sonra da evinden aramıştı. Onu merak ediyor, gelmeye hazırlanıyordu. Elizabeth, onu yatıştırmaya çalıştı, ama Marie kulak asmadı. Bir saat sonra, Elizabeth’in odasından içeri giriyordu.

Temiz çarşaflar alıp yatağı yeniden yaptı, Elizabeth’in banyo yapmasına yardım etti, ona biraz et suyu içirdi. Elizabeth, yeniden yatağına yattığında, uyuyuncaya kadar yanında kaldı. Geceyi, salondaki şiltenin üzerinde geçirdi. Ertesi sabah, Marie’nin çağırdığı doktor, ona aspirin ve istirahat verdi. Marie, her şeyle meşgul oldu. Elizabeth’in bürosuna telefon ederek, on gün istirahat aldığını haber verdi, alışveriş etti, öğle yemeğini hazırladı. Akşam erkenden geri dönmek için bir randevusunu iptal etti ve Elizabeth’e, iyileşinceye kadar onun evinde kalacağını söyledi. Elizabeth’in itiraz edecek gücü yoktu, sesini çıkarmadı. Gün boyunca uyuklayıp durdu, ateşi düştü. Marie’yle gevezelik etti, gazeteye göz gezdirdi ve rahat bir gece geçirdi. Zinde ve dinlenmiş olarak uyandı. Ateşinin yükselmesi ona iyi gelmişti. Bundan şimdi emindi: Elinde ve çakısında kan görmüştü. Bu noktaya nasıl gelmişti, bunu bilmesi gerekiyordu. Pazartesi günü, haftanın öteki günlerinde de yaptığı gibi, eve dönmek için metroya binmişti.

Her zaman olduğu gibi, bürosundan saat altı buçuğa doğru çıkmış, Bastille İstasyonuna gelmişti. Solferino-Bellechasse’a gitmek için Concorde’da aktarma yapması gerekiyordu. Oysa Concorde’da inmiş ve oradan, çantasının içinde kanlı bir çakıyla eve yaya olarak dönmüştü. O güne kadar yanından hiç ayırmadığı çakısıyla. Elindeki kanı açıklayabilirdi. Çakısını kullandıysa ve çakının bıçağında kan varsa, bu kanın eline bulaşmış olması çok doğaldı, çünkü çakıyı kapatmak için hep aynı hareketi yapardı: Bıçağın sırtını sol elinin avucuna dayar, sağ eliyle sapından tutarak, yuvasına girinceye kadar bastırırdı. Dolayısıyla, bıçak sol elinin avuç içine temas ederdi. İyi de, bıçağın üstündeki kan nereden gelmişti? Çakı, ilk kez kullanılmıştı. Şimdiye kadar onunla hiçbir şey kesmemişti; hep çantasında durur, eğlenmek için ara sıra çantasından çıkarır, sustasına basarak bıçağını ‘şak’ diye açardı, işte o kadar. Birisi onu çantasından almış, kullanmış, sonra da yerine koymuş olamazdı. Çantasında bir sustalı olduğunu kimse bilmiyordu. Öyleyse onu kullanmış olan, olsa olsa kendisiydi. Birisini bıçaklamış, yaralamış, belki de öldürmüştü. Peki, hiç kimse bunun farkına varmamış mıydı? Kurban bağırmamış, haykırmamış mıydı? Tek bir darbeyle ölmemişse tabii. İyi ama, böyle bir şey olsa onu görürler, elinden bıçağını alırlar, linç ederlerdi.

Çekip gitmesine izin vermezlerdi. Kaçmayı başarsaydı, arkasında tanıklar bırakmış, robot resmi gazetelerde yayımlanmış olurdu. Pazartesiden bu yana tek bir gazete okumuştu, o da çarşamba akşamı çıkan gazeteydi; robot resmi mutlaka salı günkü gazetede çıkmıştı. Robot resmi ya da ‘Günlük Olaylar’ sayfasında, saldırının kısa bir özetini ve olaya tanık olanların polisle temasa geçmesi isteğini içeren bir yazı yayımlanmıştı. Ve onun eşkâli verilmişti: 25- 30 yaşlarında genç bir kadın, uzun boylu (1.70 m’den daha uzun), uzunca kahverengi saçlı, gözleri kahverengi; üzerinde siyah, aşınmış bir deri ceket, ayağında eski bir blucin, elinde koyu renk bir bez çanta (rengi belirlenemedi)… İyi ama, annesi babası, dostları gazeteleri okumuştu, hatta iki gazete – bir sabah, bir de akşam- aldıkları bile olurdu. Böyle bir yazı çıkmış olsaydı, onu hemen tanırlardı. Hayır, tanımamışlardı. Bu kişinin o olduğunu, bir an bile olsa düşünebilirler miydi? Onun, Elizabeth’in bir katil olduğunu nasıl düşünebilirlerdi? Katil… bu sözcük ona tuhaf bir zevk veriyordu. Katil; belki de gerçekten katil olmuştu. Ve onu yakalayamamışlardı. O salaklar, onun elini kana bulayabileceğini akıllarına getirememişlerdi. Neden hiçbir şey görememişlerdi? Onun kaçıp gitmesine neden izin vermişlerdi? Onu yakalamaları gerekirdi; bu durumda o da onların elinden kurtulmaya çalışacak, suratlarına tükürecek, tekmeler savuracak, yumruklar atacaktı. Çantasından sustalısını çıkaracak, onların yüzlerine, kollarına, bedenlerine rasgele sallayacak, yaralayabildiği kadar çok insanı yaralayacaktı. Polis gelecekti.

Onu alıp götürmeden önce onlara, daha fazla adam öldüremediğine pişman olduğunu, hepsinin kanını tek bir yaradan akarmış gibi göremediği için üzgün olduğunu söylemeye fırsat bulacaktı. Sonra, onu hapisaneye götürecekler ve yüzlerini bir daha hiç görmeyecekti. Bıçağı kurbanının neresine sapladığını kendine uzun uzun sormuştu; başına değil, kollarına, bacaklarına da değil; çok sertti o organlar. Daha çok, sırtına ya da karnına saplamış olabilirdi; evet, karnını yeğlemişti herhalde; çünkü karın daha yumuşak, daha gevşekti. Etin direncinin nasıl olabileceğini, çok keskin bıçağın o ete girebilmesi için, ne şiddette batırılması gerektiğini de sormuştu kendine. Kurbanının haykırışını duyduğu ânı düşünmeye çalışmıştı. Haykırmış mıydı, yoksa kesik kesik bağırmış mıydı? Ne var ki hiçbir şey olmamıştı. Olup biten hiçbir şey yoktu. HİÇBİR ŞEY. Hiç ses duymamıştı, bıçağın ete girdiğini görmemişti, bıçağı salladığını anımsamıyordu. Ateşi düşmüştü artık, dışarı çıkabilirdi. Giyindi, çakıyı yeniden çantasına yerleştirdi ve evden çıktı. Saat beşi geçmişti. Bir otobüse bindi, otobüs onu yarım saat sonra Bastille’e bıraktı. Birkaç akşam gazetesi, bir paket sigara aldı ve bir kahveye girdi.

Garsonun sipariş almaya gelmesini uzun süre bekledi. Gazeteleri okurken çayını içti. Saat altı buçukta hesabı ödedi ve metroya yöneldi. Uzun, boş bir koridora daldı. İnsanlar, Bastille Meydanını, yukarıdan, açık havada geçmeyi yeğliyordu. Gişelere geldiğinde, turuncu abonman kartını deliğe soktu, turnikeyi itti. ‘Neuilly Köprüsü yönü’. Perona götüren birkaç basamak merdiveni çıktı. Metro Concorde’da durduğunda aktarma yolunun karşısında bulunmak için, her zaman olduğu gibi baştaki vagonun duracağı yere kadar yürüdü. Peron epeyce kalabalıktı. Sonunda tren geldi, tıklım tıklımdı. Elizabeth bindi ve raylara bakan kapının önünde, her zamanki yerine ulaşabilmek için kendine yol açtı. Kapılar ıslık çalarak kapandı. Çevresine bakındı. Herkes birbirinin üstüne çıkmıştı, bir yere tutunmalarına gerek yoktu.

SaintPaul’de inenler oldu, bir o kadar insan da bindi. Elizabeth, onları süzüyor, bakışları zaman zaman kayıtsız bakışlarla karşılaşıyordu. Evlerine dönen yorgun yüzler vardı; bir buluşmaya giden, taze makyajlı yüzler, ciltleri parlayanlar, sırıtkan ağızlılar, yarık dudaklılar, küçük burunlular, yelken kulaklılar, kürk yakalılar. Bıyıklılar, dört gözler, bir içim su olanlar, kıllılar vardı. Terleyen insanlar vardı, gevezelik eden, bir şeyler okumaya çalışanlar vardı. Elizabeth, onları kin duymadan, korku duymadan merakla izliyordu. Ellerinde B.H.V. yazılı poşetlerle vagona on kadar kişi doluştuğunda, neler satın aldıklarını sezinlemeye çalışarak oyalandı. Kapıya yaslandı, gözlerini yumdu. Bir şey olmuştu; onun orada, metroda özgür, dingin, kendinden emin ve neredeyse mutlu olarak bulunmasını sağlayan bir şey olmuştu. Sol eli, kapının madeni tutamağını okşuyordu, ne var ki Elizabeth birden, parmaklarına bir şeyin dokunduğunu hissetti. Ilık, çok kısa tüylü bir şey, güderi… Ve anımsadı. Güderi bir ceket, pasa çalan bir renkte, eski.

Yer yer aşınmış, parlamış yerleri gözünün önüne geliyordu. Birinin geniş ve güçlü sırtını, ceketin altından sarkan kazağının eteğini anımsıyordu. Darbeyi, eteğin biraz üstüne indirmişti… Eli, güderi yüzeye dokunmuştu; yumuşaktı, canlıydı ve bıçağı o yumuşaklığa saptamıştı. Ona çok yakındı, bedenleri birbirine değiyordu. Çakının bıçağını doğru dürüst saplayacak kadar mesafe yoktu aralarında. Yalnızca bıçağın uzunluğu on santim vardı, sapıyla birlikte çakı yirmi beş santimden daha uzundu. Kapandığında, avucunun içinde neredeyse bütünüyle kayboluyordu. Dolayısıyla, kimsenin dikkatini çekmiyordu. Kolu bedenine yapışık, dirseğini dik açı oluşturacak biçimde bükmüş, güç alabilmek için ileri doğru sallamıştı. Tren, Concorde İstasyonuna yaklaşıyordu. Kolunu birden ileri doğru sallamıştı. Tüm gücünü bu harekete aktarmıştı. Kısa bir an, kolu, dirseği, bileği, eli, sustalı ve adamın kalçasından başka, çevresindeki her şey silinip gitmişti. Daha sonra, güderi ceket, geniş ve güçlü sırt vardı. Çakı yeniden yerine konmuş, kapılar açılmıştı.

Dışarda, kalabalık içinde itişip kakışmalar olmuş ve o, sıkılı yumruğu ile çantasını bedenine bastırarak istasyondan çıkmıştı. Adam bağırmamış, haykırmamış, kıpırdamamıştı. Olduğu yerde sıçramamıştı bile. Uç gün geçmişti ve tutuklu değildi, aynı metronun içindeydi, ellerinde kelepçe yoktu. Kimse onu parmağıyla göstermiyordu. Sustalıyı artık çantasında tutmayacağını kesinlikle biliyordu. Bundan böyle onu hiç kullanmayacaktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir