Bu kitapta, günlük hayatta yitirilen ve sık sık da, yanılsamalardan ve sadece görünüşlerden, kayan yıldızlardan beslenen amaç arayışlarının, dünyeviliğin yutuverdiği yalnızlığın varoluş biçimlerine, dillerine doğru yol almaktayım ve bu yolda, öncelikle, içsel yalnızlık, ruhun yalnızlığı, yaratıcı yalnızlık ile acılı yalnızlık, olumsuz yalnızlık, tecrit-yalmzhğım ayırt etmeyi arzu etmekteyim. Bunlar, yalnızlığın, birbirinden çok farklı iki resmidir; bununla birlikte, hayatta, iç içe geçmeleri pek tabii ki mümkündür. Tefekkür ve meditasyon, huzur ve umut yüklü ihtiyaçların izinden doğan içsel yalnızlıkta, yaşanmışlığın az ya da çok derinliğine ve köktenliğine bağlı duygulanım farklılıkları belirir sadece. Acılı yalnızlıkta, tecrit-yalmzlığında ise, hastalıktan, bedensel acıdan, yoksunluktan, ideallerin yerle bir olmasından, insan ilişkilerinin ortadan kaybolmasından kaynaklanan göstergeler ve dünyadan, insanların dünyasından ve nesneler dünyasından, amaç ve arzular arayıp belirleme niyetinden istemli bir kopuş seçilir; bunda, kendinden-başkasmın kaderine yönelik kayıtsızlık, özensizlik ve ilgisizlik damgası taşıyan, sadece bireysel olan amaç ve arzular mevcuttur. Bu yol boyunca, ayrıca, bedensel ve ruhsal acıdan, fiziksel acıdan ve ıstırabın verdiği acıdan dolayı bozulan yaşam biçimlerinde ve şartlarmda ortaya çıkan yalnızlık deneyimlerinin neler olduğunu, çeşitli anlamsal temelleri ışığında çözümlemek ve betimlemek isterim. Acı içimizde sessizce çığlık attığında, alışageldiğimiz insan ilişkilerini ve toplumsal ilişkileri koparmaya ve genellikle içsel, yaratıcı yalnızlığın değil de, öylesine hassas ve kırılgan, yıkılabilir ve parçalara ayrışabilir, acılı, olumsuz yalnızlığın sınırlarına hapsolmaya meylederiz. Bedensel acı, yaralı bir bedenin hummalı ve kanayan acısı, bizleri, içine hemen hemen hiç nüfuz edilemeyecek bir tecrit-yalnızlığma sürükler; 14 Ruhun Yalnızlığı bununla birlikte, depresif bir bilinçten ya da Simon VVeil’in muhteşem tabiriyle “talihsizlik”ten fışkıran ruhun acısında da insanın içini sızlatan bir yalnızlık ortaya çıkar. Böylesi bir yalnızlığın içsel yalnızlık olduğunu savunmak neredeyse olanak dışıdır, ancak bunda, başka insanların dünyasıyla iletişim kurmaya yönelik izler de mevcuttur. Bunlar, açık yalnızlık ile kapalı yalnızlığın, içsel yalnızlık ile tecrit-yalnızlığının karşılıklı sınır aşımına tanıklık eden durumlardır. Yalnızlıklara işaret eden acının kendi etrafında Kafkavari kapalı ve inatçı, karanlık ve zaman zaman da umutsuz surlar örerek, yükselttiği duvarların içine nasıl sızılmak, bunlar nasıl çözümlenmelidir? Günümüzde sık sık olduğu üzere hayatlarımız korkuya ya da kaygıya meylettiğinde veya daldığında, yalnızlık deneyimleriyle ve yalnızlığın varoluş tarzlarıyla nasıl yüzleşiriz? Korku, kaygı değildir; kaygı her türlü psikolojik motivasyonun ötesinde ve dışında tezahür eder, diğeri ise belli başlı olayların izinden doğar. Kuşkusuz ki korku bizde altüst edici ruh halleri uyandırmaz, bunun bir nedeni de kaygı gibi beklenmedik ve ani olmasıdır; ancak günümüzde bizi kuşatan ve boğan öyle korkular vardır ki bunların duygusal şiddeti kaygınınkinden uzak değildir ve genel yaşam tarzımızı ve anlamlı, yaratıcı ilişkileri yaşama şeklimizi kökten bir şekilde değiştirmeye muktedirdir. Korkunun ifade biçimleri çoktur ve zamanımızda en baskın olanları, farklılığa, yabancılığa karşı duyulan korku ve halen süregelen, unutulmaz ve yıkılmaz bir miras olarak zamanımıza devredilmiş olan delilik korkusudur. Bunlar her türlü akılcı denetimden çıkan, her türlü duygusal çözümlemeden kaçan korkulardır ve böylelikle varoluşsal derinliklerde kök salarak, her nevi tedavi stratejisinin elinden kaçmaktadır. Korku, her korku türü; kaçınılmaz olarak, yalnızlık deneyiminin, acılı yalnızlık, zaman zaman içsel yalnızlık, ama özellikle de tatsız ve zaman zaman da saldırgan olan yalnızlık deneyiminin ne olduğunu bilir. Yalnızlık, kökten bir tecrit-yalnızlığı olacak kadar katılaşmadıkça, içselliğimize yol almamızı ve korkularımızın, zaman zaman gerçekten de geçerliliği olmayan korkularımızın nedenlerini algılamamızı sağlar. Yürüyeceğim yol, beni, korkunun ve kaygının neden ol- Yalnızlıkların Dilinin Yolunda 15 duklarmdan bir hayli farklı duygusal deneyimlerle, bir diğer deyişle mutlulukla ve yitirilmiş mutlulukla, mutsuzlukla yüzleşmeye sevk edecektir. Söylemimin ana öğesi beni hayattaki deneyimlerin iki temel taşı olan mutluluk ve mutsuzluğun fenomenolojik boyutlarını bulmaya, bulma arayışına götürmüştür. Bu ikisiyle, içselliğimizin varoluş biçimleri de, içinde bulunduğumuz dünyanın dillerini yorumlama biçimimiz de değişir: Mutluluk halinde bu dilleri ışıltılı ve aydınlık, yitirilmiş mutlulukta ise karaltıh ve zaman zaman içine girilmez olarak algılarız. Başkalarının mutluluğunu dışlamayan yoğun ve derin mutluluklar, büyük mutluluklar vardır ve de uçucu, geçici adını verdiğimiz, dünyevi, içselleştirilmemiş mutluluklar, küçük mutluluklar vardır ve de özlemle, yitmişlik hissiyle, yaralanmış ama acıyla paramparça olmamış hatıralarla dolu mutsuzluklar, yitirilmiş mutluluklar ve acılı, iç sızlatan, zaman zaman da acımasız mutsuzluklar vardır. Mutlu ve mutsuz ruh hallerine hangi yalnızlık türleri eşlik etmektedir? Mutluluk, derin mutluluk, kendi anlam ufuklarını kavrayan içsel yalnızlığın gizliliğinde yaşamaya meyleder; yitirilmiş mutluluğa ise, kâh tecrit-yalnızlığı, kâh kırılgan ve gizli acımızın ve özlemimizin sırrını çözümleyen içsel yalnızlık eşlik eder. Yalnızlık, esrarengiz bir yalnızlık, hem dünyadan kopma hem de Kendinden-başka-olanla gizemli bir kader birliği olan yalnızlık; Folignolu Angela ve Maria Maddalena de’ Pazzi, Âvilalı Teresa ve Lisieuxlü Therese’in, ama aynı zamanda bir manastıra kapantnayıp da, acıyla tükenmiş bir hayatın açık ve kanayan sınırlarında yaşamış, Kalküta gibi hastalık ve fakirlik tarafından yutulmuş bir şehrin aşırı acılı mekânlarında acının sonsuz uçurumlarına ortak olmuş Kalkütalı Teresa’nın mistik deneyimlerinin temeli olmuştur. Yalnızlık, büyük mistik yalnızlık, sadece, şimdi değindiğim ve zamanımıza yakın ya da zamanımızdan uzak deneyimlerin, insani ve ruhsal deneyimlerin kökeninde yatmamaktadır; günümüzdeki Benedikten ya da Karmeliten manastır hayatının da kalbinde yatmaktadır. Orta Gölü’nün Traklvari* mavi sularında asılı duran, San * Şiirlerinde depreşil ruh halini, çöküntüsünü ve yalnızlığı romantik bir sembolizmle dışavurumcu bir tarzda yansıtan, çarpıcı imgelerini sık sık renklerle buluşturan AvusturyalI Georg Trakl’e gönderme, (ed. n.) 16 Ruhun Yalnızlığı Giulio Adası’ndaki Benedikten manastırında seçilen yalnızlık bizlere neler demektedir? Hiç olmazsa görünüşte dünyadan kopup yalnızlığın ve sessizliğin içine geri dönüşsüz olarak dalma durumu bizlere neler düşündürmektedir? Kalbimizde, manastırda yaşanan berrak yalnızlıklara buzul misali yansıyan parçacıklar, içsel hayat adaları var mıdır? Yalnızlık, kırılgan ve gölgeli duygulan yansıtan ve hiç unutulmayan bazı şiirlerin ana konusudur. Böylelikle Francesco Petrarca’nın, Giacomo Leopardi’nin, Emily Dickinson’m, Rainer Maria Rilke’nin ve Antonia Pozzi’nin hem çok meşhur hem de (neredeyse) hiç bilinmeyen şiirlerini ele aldım; her birinde, hayatımızın bazı anlarında, yeniden dönüşüme uğramış, vazgeçemeyeceğimiz bir yalnızlığın gizemli ve büyülü tınısı çınlamaktadır. Kalbin huzursuz bir özlemle dolu olduğu, dikkatini tamamen dile getirilemez olanın arayışına vermiş anlardır bunlar. İnsamn kendi içselliği ve bilinciyle, kendi kendisine yaptığı iç sohbetin ön şartı olarak yeniden yaşadığı yalnızlık anları. İçimize şiirsel sözlerin aktığı ve bu sözlerin hayatın açtığı pek çok yaraya merhem olduğu, kandırıkçı ve boş Siren’ierin çağrısından ve etkisinden bizi koparıp alan anlar ya da günlerdir bunlar. Şiirler, evet, ama aynı zamanda Rilke’nin genç şaire mektupları da, Nietzsche’nin büyüleyici metinleri de bizi kırılgan ve cisimsiz, öylesine kolay yitirilmiş, belleğimiz ve kalbimiz için hatırlanması öylesine elzem bir yalnızlığın imgelerine götürmektedir. Yoksa artık, şiirin öylesine incecik ve esrarengiz, aydınlık ve uçucu, pırıltılı ve narin sesi ruhumuzla konuşmamakta mıdır? Schubert’in iç sızlatan bir melankoli ve dile gelmez bir özlem tarafından yutulmuş olan Lieder kitabının ana teması olan yalnızlık da mı bize hiçbir şey söylemez olmuştur? Artık şiir zamanı değil midir o halde? Oysa sadece felsefenin değil, psikiyatrinin de şiire ihtiyacı vardır. Yalnızlığa, yaratıcı olmayan ve ilişkiye ve aşkınlığa açık olmayan yalnızlığa, psikotik deneyimlerde rastlarız; psikiyatri bunlarla her gün, ruh hekimliği yapılabilecek ve yapılması gereken her yerde ilgilenmektedir. Psikotik deneyimlerde, insan, acılı bir yalnızlığa, bizi başkalarmdan istemli olarak ayıran tecritten kökten bir şekilde ayrı olan, bilinçsiz bir tecrit-yalnızlığı- Yalnızlıkların Dilinin Yolanda 17 na batmıştır; bu deneyimlerde, bencilliğin ve sessizliğin karanlık göllerine hapsolur, insani dayanışma deneyimlerinden el etek çekeriz. Psikotik yalnızlıkta, otistik yalnızlıkta sadece dünyadan kopma yoktur, sadece tecrit-yalnızlığı da yoktur, karşılaşma özlemi ve diyalog arzusu mahiyetindeki acılı yalnızlık da vardır. Çalışmam; hastalığa, hastalanmaya, somatik, bedensel bir hastalığa kapılmaya eşlik eden yalnızlığın her birimizde farklı psikolojik yankılar uyandırdığı sonucuna doğru yol alacaktır. Her hastalık, hayatımızın anlam ufuklarını değiştirir; bu değişiklikle ilgili olarak, bazı manidar tanıklıklardan söz etmek ve onları çözümlemek isterim. Hastalanan, özellikle de hastaneye kaldırılan bir kişinin yalnızlığıyla, onun artan kaygı ve korkularını anlamak ve tedavi etmek için kaçınılmaz olan ya da yalnızlığına yarayabilecek tutumlar, basit ve zor sözler üzerine düşünmeden yüzleşmek mümkün değildir. Çalışma sürecimde, ölüme ve ölmeye eşlik eden yalnızlığı, büyük içsel yalnızlığı ve intihar seçimini ele almadan edemem. Bunlar psikiyatrinin de düşünmesi gereken bitmez tükenmez meselelerdir. Bunlar, Augustinus’un ve eşsiz bir duyarlılığı olan Fransız yazar Roland Bartlıes’ın annelerinin ölümünün ardından yaşadıkları acıklı duygusal yankılara atıfta bulunarak cüretkârca ele almak istediğim konulardır; ancak, ölmek üzere olduğu aylarda, Georges Bernanos’un Compiegne’den bir Karmelit rahibesi aracılığıyla adeta kendi hayatının sonunu bir ayna misali karaltılı göstererek, öylesine güzel temsil ettiği ölme deneyimine de atıfta bulunmak isterim. Yalnız başma ölünür; ama sevilen kişi öldüğünde de yalnız kalınır. Bunlar farklı yalnızlıklardır elbette, öyle ki sevilen bir kişi öldüğünde içimizde doğan yalnızlığı biliriz ama ölmekte olan kişinin hissettiği ve öleceğimiz zaman hissedeceğimiz yalnızlığı bilmeyiz. Ancak ölen kişinin yalnızlığı, ölümü istemli olarak seçen, ölmeden önce sona ermekte olan hayatını düşünen kişinin yalnızlığından kökten bir şekilde uzaktır. Bunlar, belki de, bir şekilde örtüşen kaderlerdir ancak buna karşın, kaygı ve korku içinde ölen kişi ile kendi hayatına son veren kişinin ruh hallerinin farklı olmaması mümkün müdür? İnsan ölmekteyken can çekişir, intihar 1 8 Ruhun Yalnızlığı da ise can çekişmez ya da hiç olmazsa can çekişmemesi mümkündür; can alıcı soru şudur: İstemli ölümün kökeninde ve bu nihai tercihte nasıl bir özgürlük yatmaktadır? Aydınlık, karanlık ve acılı olan, her şeye karşın umudun kayan yıldızlarına, sessizlik ve umut sözcüklerine, içsel yalnızlıktan doğan ve canlı olan sözcüklere açık bu yollar boyunca yalnızlığın dillerine doğru yavaş yavaş yürüyeceğim. Franz Kafka’nın dediklerini hiç unutmadan yapacağım bunu: “Gerçek yol, tepede değil, yerin azıcık üstünde asılı bulunan halattan geçer. Katedilmekten ziyade, insanı tökezletmek için var gibidir.

Eugenio Borgna – Ruhun Yalnızlığı
PDF Kitap İndir |