Rasim Ozdenoren – Ruhun Malzemeleri

Bu kitaptaki yazılar, yaklaşık çeyrek yüzyıllık bir birikimin toplamıdır. Bu toplamdaki yazılar çeşitli zamanlarda, çeşitli vesilelerle kaleme alındı, bu yüzden kitap, edebiyat üzerine bütüncül bir kuram ortaya koyma amacını taşımadığı gibi, ele aldığı konularda kesin sonuçlara ulaşmayı da hedeflememiştir. Öyleyse bu yazıların toplamından nasıl bir yarar sağlamak düşünüldü? Burada gene bu yazıların pratik, somut, elle tutulur bir sonuca ulaşmak niyetiyle toplanmadığını belirtmek isteriz. Elle tutulur tek amacın belki yalnızca uzun yıllar bu konular üzerinde düşünmüş olan birinin, bu konular üzerindeki düşüncelerini başkalarına da aktararak aynı konular üzerinde bir düşünme ortamı sağlamak olduğunu söyleyebiliriz. Bu yazılar uzun bir zaman dilimi (1962-1983) içinde kaleme alındılar. Bu bakımdan okuyucu bazı yazılar arasında tutarsızlıklar, çelişmeler tespit edebilir. Tekraren belirtelim ki, şimdi değindiğimiz gibi, bu kitaptaki yazılarla bütüncül bir edebiyat kuramı geliştirme niyetini taşımadık. Bu yüzden, her yazının kendi bütünlüğü açısından değerlendirilmesini tavsiye ederiz. Öte yandan, çelişme, tutarsızlık diye nitelendirilebilecek bulguların ayrıntıya ait hususlarda olabileceğini, temel görüşlerin değişime uğramadan sürdüğünü vurgulamalıyız. Kaldı ki, bazı düşüncelerim, bazı görüşlerim zamanla değişse bunda da gocunacak bir şey görmem ve açıklıkla söylerim. Belli bir konu üzerindeki görüşlerin değişmemesini övünülecek bir meziyet saymadığım gibi, çelişmeye düşeceğim korkusunu da taşımam. Bunları, kitapta çelişki bulunabileceği kaygısıyla söylemiyorum, fakat bulunacak da olsa gözlerde büyütülmemesini ve bunlara bakarak kitabın temel iletisinin gözden kaçırılmamasını işaret için söylüyorum. Kitaba alınan yazılar değindiğim sebeple esas itibariyle yazıldıkları tarihte nasıl yayınlanmışlarsa öylece bırakılmışlardır. Kitap boyunca, aynı anlamdaki kelimelerin çeşitli varyasyonlarının kullanıldığı gözlenecektir. Yazılar yeniden gözden geçirilirken kelimeler yönünden birörneklik sağlamak mümkündü; fakat bilinçli olarak bu yola gitmedik, günümüz Türkçesinde kullanılan bütün kelimeleri değiştirmeden bırakmayı yeğledik.


Hiçbir kelimeye boykot uygulamıyoruz. Yazılara müdahalemiz ancak gerektiği yerlerde anlaşılabilirliği sağlamak için oldu; bunu da, metin içinde fazladan duran cümleleri veya ibareleri kaldırarak veya gene anlaşılabilirliği sağlamak için gerekli gördüğümüz düzeltmeleri ekleyerek yaptık. Dil konusundaki genel kanımızı içeren bir yazı (Dil Konusu) da kitaba alındı, bu konudaki tutumumuz orada anlatılmıştır. Asıl mesele bence kitap boyunca şu ya da bu kelimenin kullanılmasından çok, kavramsal açıdan ortaya çıktı. Söz gelimi, Metafizik Roman ile Ruhun Romanı başlıklarını taşıyan yazılarda “metafizik” ve “ruh” kelimeleri, anlamları yönünden yer yer birbiriyle ikame edilebilecek bir nitelik gösterdiler. Bu yönden bu iki kelimeden birini tercih etmeyi düşündüysem de, kelimelerin sözlük anlamında kullanıldığı yerlerde işin içinden çıkmak mümkün olmadığından olduğu gibi bıraktım. Bir de, Romanın Çıkmazı başlıklı yazıda kullanılan “millî” kelimesinin yer yer “İslâmî” anlamında, yer yer de sözlük anlamında kullanıldığına değineyim. Bu yazılar, kaleme alındıkları tarihlerde belirli kategoriler öngörülerek yazılmamıştı. Kitap düzenlenirken yazıların 5 ana bölüm altında toplanabileceği görüldü. Yazıların tasnifinde ve bazılarının derlenmesinde yardımını gördüğüm Ali Sali’ye ve bütün yazıları baştan sona okuyarak gerek tasnif konusunda, gerek başka konularda değerli uyarılarda bulunarak kendimi düzeltmemi sağlayan Ramazan Kaplan’a ve emeği geçen bütün öteki arkadaşlarıma teşekkürü borç biliyorum. Rasim Özdenören Şubat 1986 Ankara I EDEBİYAT ÜZERİNE Aşkın Edebiyat Edebiyatla uygarlık arasında çeşitli yönlerden, çeşitli açılardan korelâsyonlar olduğu muhakkaktır. Her edebiyat, bir yerde, belli bir uygarlığın tüm değer yargılarının bir türevi olarak ortaya çıkar. Bu yargı, özellikle saflığını yitirmemiş, değişime uğramamış uygarlıkların edebiyatı için doğrudur. Edebiyata, uygarlığı oluşturan çeşitli kurumlardan herhangi biri gözüyle bakılırsa, onun, o uygarlığa ait öteki kurumlarla tam bir ahenk içinde meydana gelmiş bir fenomen olduğu, en azından olması gerektiği görülür. Edebiyat çünkü, o uygarlığın eşyayı, olayları, insanı, kısacası tüm varlık âlemini, o uygarlığın değer yargılarıyla, o uygarlığın tüm duyarlıklarıyla “ifade” etme sanatıdır.

Uygarlıktaki değişmeler, çok gecikmeden, edebiyatta da yansımasını bulur. Bu, edebiyatın gerçeğe dönük yanıyla da ilgili bir dışlaşmadır. Böyle bakılınca, her edebiyatın kendi uygarlık değerleriyle ilgili gerçeklerle karşılıklı bir alış-veriş içinde bulunduğu da görülür. Buraya kadar söylediklerimiz, edebiyatın, uygarlık determinantlarının bir işlevi (fonksiyonu) olduğu sonucuna varıyor. Uygarlık değerleri, mutlak doğrular olmasa bile, edebiyat ancak bu değerleri kullanarak gerçeklik düzeyine ulaşır. Eski Yunan edebiyatı bunun tipik örneklerinden biridir. Bu gün, o uygarlığın dayandığı temel değerlerin, temel dayanak noktalarının yanlışlığı bilinse bile, o dönem edebiyatı, gerçeklik noktasından bizi yadırgatmıyor. Çünkü burada söz konusu olan, edebiyat ürününün dayandığı uygarlık değerlerinin mutlak anlamda yanlış veya doğru olduğu değil, o uygarlık değerlerinin ortaya koyduğu insan tipinin gene o uygarlık değerleri açısından o değerlerle tutarlı bir bütünlük gösterip göstermediğidir. İnsanın, eşyanın o uygarlık değerleri içinde, o uygarlık değerleriyle kavuştuğu yorumun, bizde gerçeklik duygusunu zedeleyip zedelemediği önemlidir. Yoksa bu gün, eski Yunan uygarlığının temel dayanaklarının bütünüyle yanlış olduğunu, açık seçik biliyoruz. Burada, uygarlık değerlerini, yanlışlığını veya doğruluğunu hesaba katmadan, bir veri olarak kabul etmekteyiz. Kuşkusuz, uygarlık sırf maddî dışlaşmadan meydana gelmiş bir fenomen değildir. Bu maddî dışlaşmanın yanında, hatta ötesinde, bir de onun telkin ettiği manevî bir ruh atmosferi vardır. Bu atmosfer, o uygarlığın her çeşit kurumunu sarmıştır, uygarlığın bütün atomlarına nüfuz etmiştir. Uygarlık dediğimiz fenomen belki asıl bu ruhî atmosferiyle varlık âleminde yer edinebilme hakkına ve haysiyetine sahip olabiliyor.

Edebiyatı, uygarlığın bir türevi olarak düşünürken, uygarlığı asıl bu ruhî, manevî yapısı içinde değerlendirmek gerekiyor. Çünkü edebiyat, son çözümlemede, aşkınlığını bu atmosfer içinde deneme ve gerçekleştirme girişimidir. Yoksa kuru, resmî bir belge değildir. Uygarlığın sınırları ne kadar geniş olursa, edebiyatın da o kerte bol beslenme kaynakları var demektir. Sınırlarını maddî hedefler çerçevesinde katılaştırmış uygarlıklarla, onun ötesindeki hedefleri gözeten uygarlıklar arasında, edebiyatın beslenme kaynağı bakımından en azından bir yoksulluk, zenginlik meselesi söz konusu olacaktır. Aslında, kendini tümüyle maddî şartlarla sınırlı sayan uygarlıkların edebiyatı bile kendi insanı için aşkın bir hedef aramaktadır. Bu kez, eşyayı soyutlaştırma eğilimleri göstermektedir. Ama böylesi bir eğilim ya bir yerde tıkanmaya mahkûm olacak, ya ilkel bir panteizme dönüşecektir. Oysa esasen aşkın temeller üzerine kurulmuş bir uygarlık, kendi insanı için zorlamasız olarak ve bitip tükenmek bilmeyen bir sonrasızlığa doğru her aşamada yeni aşkınlıklar bulmak, görmek, edinmek imkânı içindedir. Gerçekte, aşılması imkânsız tek aşkınlık, aşkınlığın ta kendisi Tanrı’dır. Egzistansiyalistler, insan için aşkınlık ararken, bu aşkınlığı insanla başlatmışlar, gene insanda bitirmişlerdi. Böylece gerçekte insanı aşkınlığa ulaştırma yerine, bir kısır döngüye veya kendi kendine (insana) mahkûm etmiş oluyorlardı. Oysa aşkınlığı, insanın yaradılış amacına doğru yöneltmek, ona sonsuz bir aşkınlık noktası bulmak olurdu. Temelde maddeciliğe dayanan hiç bir görüşün varamadığı, istese de varamayacağı –çünkü bir aşkınlık aradıkları muhakkaktır– nokta budur: İnsanı yaradılış amacına doğru sonrasız bir aşkınlığa götürmek. Uygarlık tarihinde, bu hususu başaran tek uygarlık İslâm olmuştur.

Edebiyat alanındaki temel kaziyelerimiz üstünde yeniden düşünmek zorunluluğu tüm çıplaklığıyla önümüzdedir öyleyse. Mayıs 1977 Kötü Edebiyat ya da Laf Salatası Türk edebiyatının en iyi hikâye yazarlarından biri diye kabul edilen Sait Faik’in iki ayrı hikâyesinde yer alan iki parça alıntılıyorum: “…Güneş batmak üzeredir. Aman, dikkat! Güneş batmak üzeredirin arkasından dünyanın tasviri gelir. Hiç niyetim yok: dalgaları boyamağa, ufku bir dilim ekmek gibi kızartmağa. / Bak? Yapacağımızı yaptık işte. Dalgaları boyadık. Ufku mis gibi kızarttık. / Biz böyleyiz. Kötü edebiyat terbiyesi aldık: ne yapalım / Hemen şairleşmeye başlarız.” (Çarşıya İnemem’den). Öteki parça şu: “…Güneş de tam o parıltının yukarısında. O parıltı, bir yere kadar devam ediyor, sonra yavaş yavaş açıklarda sönüyor. / Şu açıklarda kelimesi yerine az daha engin diyecektim. Bu kelimeyi bir türlü kullanamadım. Zavallı kelime!.

Senin ne kabahatin var?. Kabahat sende değil. Benim kötü şiirleri unutmayan hafızamda: Engine ah engine! Enginde bakacağım gözlerinin rengine. Ölür müsün öldürür müsün?” (Kendi Kendime’den). Kötü edebiyat terbiyesi almak bir bakışta sanılabileceğinin tersine tehlikesiz bir şey değildir. Yazarını hemen şairleşmeye sürükler. Yazar arkası arkasına belki artistik cümleler kurar ama bu cümleler koftur, ne dediği anlaşılmaz. En kötüsü de “düşünce” öldürülür. Gerçekteyse bu tür metinlerin yazarları düşünce yeteneksizliklerinin açığını cafcaflı görünen ama gerçekte boş cümlelerin arkasına sığınarak gizlemeye çalışırlar. Edebiyatta “kinaye” diye anılan bir sanat var. Düşünceyi dolaylı yoldan ya da üstü örtülü olarak anlatmak sanatına deniliyor. Dolayısıyla üstü örtülü söylenmiş ya da girift biçimde ifade edilmiş her metni kötü edebiyatın örneği olarak görmek yanlıştır. Bunun tersi de doğrudur: yalın biçimde ifade edilmiş her metin de iyi edebiyat örneği olmayabilir. Bir de Sartre’ın “yansımayan yansıyış” diye adlandırdığı bir durum var: onyedinci yüzyıl Fransız mistik şairlerinden söz açarken bu deyimi kullanıyor. O yüzyılın şairlerinin “günün gerçeklerini şiirlerinde dile getireceklerine bir takım mistik olguları şiir halinde söylemelerini” kınayarak bu şairlerin aslında yaşadıkları günden kaçtıklarını, dolayısıyla bir “kaçış edebiyatı” yaptıklarını belirtiyor ve bu şairlerin durumunu mensubu bulundukları ve sözcülüğünü yapmaya çalıştıkları toplum katmanının bir sonucu olarak açıklıyor.

Bu durum da kötü edebiyat eğitimi diye tanımlanan kavramdan farklıdır. Kaçış edebiyatı sosyo-politik durumun sonucu olarak, hatta bir noktada yazarın istemini de aşan bir takım zorunlulukların sonucu olarak ortaya çıkıyor. Gerçi Sartre haklı olarak bu durumda bile yazarı mazur görmüyor. Yazarın, şairin böyle bir durumda bile sorumluluğunu yerine getirmekten kaçınamayacağını, kaçınmaması gerektiğini ileri sürüyor. Şu cümleleri bu bakımdan dikkate değer sayılmalı: “Yazar çağının adamıdır. Her söylediği, her söylemediği sözü çağının yankısı olur. Flaubert’i ve Goncourt’u Komün hareketinden sonraki zorbalığa karşı koyan bir tek satır yazmamış olmaktan sorumlu tutuyoruz. Bu onların işi değildi denebilir. Calas davası Voltaire’in işi miydi?. Dreyfus davası Zola’nın işi miydi? Kongo’nun yönetimi Gide’in işi miydi?” [1] Bu cümlelerden kötü edebiyat eğitimi kavramı ile söylenmesi gerekip de söylenmeyen şeylerden doğan sorumluluk arasındaki fark anlaşılıyor sanıyorum. Flaubert ya da bir başkası kötü edebiyat yaptığı için sorumlu tutulmuyor, fakat çağının gerçeklerini ele almadığı için sorumlu tutuluyor. Kötü edebiyat ise Dreyfus dramını melodram haline getirmektir. Bizde coşkun akan derelerden, derelerin sesini dağların uzaktan dinlediğinden bahseden millî edebiyat şairleri ise hem kötü edebiyat yapmışlar, hem çağlarının gerçeklerinden kaçmışlardır. Sosyo-ekonomik şartların zorlamasıyla edebiyatta ya da öteki yazı türlerinde kinaye dozunun çoğaldığı dönemler olabilir. Ama bu, şairin müteşair haline gelmesini mazur göstermez.

Kötü yazar, kötü edebiyat eğitiminden geçmiş yazar, kafasında açıklığa kavuşmamış bulanık fikir kırıntılarını lâf salatasıyla boğuntuya getirerek bize yutturmaya kalkışır.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir