Evelyn Fox Keller – Genin Yüzyılı

Genin Yüzyılı, yeni açtığımız Metis Bilim dizisinin ilk kitabı. “Gen” kavramı, sadece popüler bilim dergilerinde ya da gazete eklerinde değil, biyolojik araştırmalann tam merkezinde de bir yüzyıldır en fazla gizemlileştirilmiş kavramlardan biri – mitler ve yanlış anlamalar eşlik ediyor kavrama. Bu kitapta en azından genin ne olmadığını, ve canlı organizmanın biyolojik düzeninin karmaşıklığını anlamakta gen kavramının sınırlılıklarını okuyacaksınız. Metis Bilim dizisinde her şeyden önce bilimsel soru ve problemierin çevresine sanki kasıtlıymışçasına duvar ören, onları mit, söylenti, indirgeme içinde boğan, gizemlileştiren bir kültürel tavra karşı çıkmak istiyoruz – bilim, adı üstünde bilmek için yapılır, inanmak için değil. Kendimizi bu tavrın prim yaptığı bir kültürel ortamın içinde bir anda bulmadığımızın farkındayız. “Postmodemizm” diye adlandınlagelen dönemin belirgin bir özelliği de bilimi şaibeli hale getirmek oldu. Bilim, diğer insan faaliyetlerinden ve deneyimlerinden elde edilebilecek bilginin meşruiyetini yok saymakla, bu özerk faaliyet ve deneyim alanlarını hegemonya altına almakla suçlandı önce. Sonra da “aslında” pek de bir şey “bilmemekle” ya da “kesin olarak bilmemekle”. Bilimin teknoloji üzerinden savaş ve sermaye aygıtlarıyla yaptığı işbirliği, haklı olarak insanların tepkisini çekti. Bunlara ekoloji ve çevre hareketlerinin eleştirileri de eklenince, bilimin itibarı, güvenilirliği yavaş yavaş erimeye başladı. Bilim, özellikle insanlarla iliş- 8 METIS BILIM DIZISINE BAŞLARKEN kisinde çok kan kaybetti; onu bugün algılayışımız, diyelim bundan otuz kırk yıl öncesine hiç benzemiyor. Eleştiriler ne kadar haklı ve yerinde olsa da, sonuç öyle olmadı. Eleştiri, egemen bilim anlayışını aşıp daha “makul” ve daha insani bir bilim pratiğine ilham verme ama bu arada bilimsel faaliyetin saygınJığını koruma sonucunu doğurmadı. Tam tersine, geçmişte de bir çok kez olduğu gibi, kadercilik, bilinemezcilik, okültizm ve inanç cemaatçiliği canlandı. Bilimin (ve aklın) iktidarla bağını göstermeye çalışan akılcı hamleler, akıldışını baştacı eden bir kültürel ortamın içinde eridi, sesleri yeterince güçlü duyulamadı.


Bir şeyin bilim olabilmesi için “yanlışlanabilir” olması gerekir. Bilim bu nedenle her şeyi bilemez, her şeyi bildiğini iddia edemez. Ne var ki ölümlüterin her şeyi bilemeyeceklerinin (dolayısıyla kontrol edemeyeceklerinin) itirafı ile “allah bilir” ya da “allah korusun” arasında hayli geniş bir alan vardır. Metis Bilim dizisi bu alanda duruyor diyebiliriz. Dolayısıyla, 1960’1ardan günümüze modernizmin bilim, akıl nosyonlanna yönettiimiş ciddi eleştirileri hiç olmamış varsayarak, filmi geri sarmaya çalışan ve evet, tam da bu yüzden sıradan bir gericilik haline gelen “otomatik aydınlanmacılığa” rağbet edemeyeceğiz. Ama diğer yandan, fal, burç, kurşun dökme, okutma vb. orta sınıf heveslerinden, ağaçlarda ya da bulutlarda allahın adlarını aramak gibi dindar “bilimseverlik”ten ya da bilimin bittiği yere otomatikman dinin yapıştınlmasından da çok sıkıldığımızı belirtmeliyiz. Bu diziyi biraz da bu sıkıntıya borçluyuz. Varlığı merak etmenin, onu tanımanın, ona şaşırmanın başlı başına mistik bir deneyim olduğunu düşünüyoruz; yerleşik dinlerin kendi tekellerinde sandıklan bu tür deneyimleri kodlama tarzı bize çok dar ve bağucu geliyor. Metis Bilim dizisinde bu merak, bu şaşırma bize yol gösterecek. Uçsuz bucaksız bir evrende bilinç sahibi canlılar olarak, insan olarak varolmanın vermesi gereken “hayret” hissini besieyecek bilim kitapları yayınlayacağız. Pozitivist olmayan, yani bilimi diğer bütün bilgi ve deneyim alanlarını talileştiren “en hakiki METIS BILIM DIZISINE BAŞLARKEN 9 mürşit” olarak görmeyen, ama insan olmanın, hayatın, evrenin anlamı gibi büyük soruları tartışma işini salt dine bırakınayı da insan zekasma hakaret olarak gören bir yaklaşım gözetilecek bu kitaplar seçilirken. Son zamanlarda birbiri ardına heyecan verici çalışmaların üretildiği “bilinç çalışmaları” alanı merkez alınarak genetikten evrim kuramına, kuantum fiziğinden paleontolojiye çeşitli bilim dallarına uzanılacak. Tabii ki seçtiğimiz kitapların, formel bilim eğitimi almamış ama sahiden bu konularda bilgilenrnek isteyen, ama bunun için gerektiğinde biraz ter dökmeyi de göze alabilen insaniann da takip edebilecekleri bir dille yazılmış olmasına dikkat edilecek. Bilimsel bilgiyi bayağılaştırmadan popülerleştirebilmenin çok değerli ve çok önemli “politik” bir müdahale olabileceği gibi bir inancımız, kimilerine pek “naif’ gelebilecek bir inancımız var çünkü.

Biz bu naiflikte direnmek istiyoruz. Bilimle ilişkimizin pasif birer teknoloji tüketicisi olmakla sınırlı kalmasının, bilim karşısındaki bu “yabancılığın”, insanlığın bütün diğer maceralarına yabancı kalmayı bestediğini düşünerek, bilimsel gelişmeler karşısında eleştirel bir merakı teşvik etmek, bilimin salt uzmanlara bırakılama yacak kadar önemli ve yaratıcılığı kışkırtan boyutlan olduğunu hatırlatmak istiyoruz. Tuncay Birkan, Semih Sökmen İstanbul, Ekim 2004 ALMANCA HASIMA ÖNSÖZ 1990 yılında ABD’li yetkililer, insan DNA sekansının ortaya konmasının kim olduğumuz konusunu nihai olarak açıklığa kavuşturacağına duydukları kesin inançla, en iddialı bilimsel girişimlerden biri olarak tarihe geçecek bir projeyi desteklemeye karar verdiler. Araştırmacılar da işin başından itibaren dehşetli bir süratle yola koyularak daha on yıl geçmeden bitiş çizgisinin görüş mesafesine girmesini sağladılar. Sözünü ettiğim tabii ki İnsan Genom Projesi. Birbiriyle yarışan iki araştırma grubu, bu paha biçilmez bilginin ilk analizinin sonuçlarını 2001 yılının Şubat ayında açıkladı ve bu da bütün dünyada manşetiere çıktı. Görünüşe bakılırsa, biz insanlarda umulandan çok daha az gen bulunuyordu, daha açık bir ifadeyle, insandaki genlerin sayısı şu sıradan solucandakinden sadece üçte bir oranında daha fazlaydı. Bu mümkün müydü? Ayrıca ne anlama geliyordu? Gerçekten de solucaniara bu kadar mı benziyor, onlardan biraz daha fazla bir şeyden mi “oluşuyor”duk? Yaşayan diğer türlerle benzerliğimizin bu denli büyük olduğunun duyulması hem şaşkınlığa düşmemize hem de mütevazı bir tavır takınmamıza neden olur. Ama bu haber aynı zamanda -üstelik salt insan olmaktan duyduğumuz gururdan kaynaklanmayan- bazı kuşkulara da yol açar. Yaşamın gözlerimizin önündeki çeşitliliğine baktığımızda, içimizde bir direncin uyanmaya başladığını hisseder, şunu sormaktan kendimizi alamayız: “Canlılar arasındaki olağanüstü farklar, eğer DNA’larımızda kodlanmış ‘genler’in sayısı (hatta pek çok durum- 12 GENIN YÜZYILI da A, C, G, T harfleri) ile değilse neyle açıklanabilir? Solucan, sinek ya da fare değil de insan olmamızı sağlayan nedir?” Ve bu da kaçınılmaz olarak şu soruyu gündeme getirir: “Kim olduğumuzu gerçekten DNA sekansımızdan aniayabilir miyiz?” Tabii ki bu haber herkesi afallatmamıştı. Sıradan gazete okurlan büyük bir şaşkınlık geçirmişti belki ama moleküler biyolojinin ön saflarında çalışan araştırmacıların olsa olsa küçük bir bölümü gerçekten şaşırmıştı. Gerçi hiç şüphesiz daha fazla sayıda insan “geni” hulacaklarını ummuşlardı ama öte yandan DNA sekanslarının, organizmaların gelişim tarihlerinin ancak bir bölümünü içerdiğini ve gen kavramının bizim için ifade ettikleriyle de ancak kısmen örtüştüğünü uzun bir zaman önce fark etmiş bulunuyorlardı. Örneğin organizmanın kendi türünün bir örneği olacak şekilde gelişmesinde genin zamansal ve mekansal ifade kalıplannın kimyasal yapısından daha önemli olduğu artık biliniyor. Bunun da ötesinde, moleküler biyologlar, gen kavramının yeterli tek bir tanımı olmadığını da biliyorlar. Bu kavramın günümüzdeki kullanılış tarzlarının anlaşılması için gerekli çok sayıdaki tanımdan özellikle ikisi berraklıklan ile dikkat çekiyor: Bunlardan biri DNA’nın özel bir bölgesine diğeri ise elçi-RNA’nın belirli bir proteinin sentezinden sorumlu kesimine (segment) atıfta bulunur.

Gerçekte ikinci tür genlerin sayısı ilk türünkinden çok daha fazladır (bugünkü tahminlere göre on kat kadar). Bunun nedeni, belirli tek bir DNA bölgesinden çok sayıda farklı “gen”in üretilebilmesidir. Uygulama alanındaki biyologların bu kavramı içinde kullandıkları bağlamlar kavramın anlamını her seferinde oldukça netleştirdiği için bu alanda anlaşma güçlükleriyle pek karşılaşılmaz. Ancak okurların çoğu için durum farklıdır. Bu tür çok anlamlılıklar laboratuvar dışında kolayca karışıklıklara ve yanlış anlarnalara yol açar – üstelik de salt kaç genimiz olduğu sorusuna değil, genlerin nelerden oluştuğu, nerede bulunduğu, neler yaptığı, ve belki de en önemlisi, ne işe yaradığı sorularına ilişkin olarak. ALMANCA BASIMA ÖNSÖZ 13 Sevindirici olan, gen araştırmalannın bugün her zamankinden daha heyecan verici olması ve genetik etkinlik konusundaki anlayışımızın hem genişlik hem de derinlik açısından çarpıcı bir biçimde artmış olmasıdır. İleriye doğru atılan her adım, biyologların çizmeyi öğrenme aşamasında olduklan resmi, yani genin gelişimdeki rolüne ilişkin resmi biraz daha karmaşık ve incelikli hale getirmekte ve ortaya çıkan sonuç da yola çıkış noktasını oluşturan basit mantralarıyla giderek daha açık bir çelişki göstermektedir. Üzücü olan ise bu yeni incelikli anlayışın kamu bilincine henüz nüfuz etmemiş olmasıdır. Hatta bana öyle geliyor ki, teknik ve kamusal anlayış arasındaki bu uçurum bugün kritik denebilecek bir noktaya, kamunun dikkatinin acil olarak çekilmesi gereken bir noktaya gelmiş durumdadır. Bu nedenle de bu kitaptaki amaçlanından biri açılmış olan bu uçurumun üzerine bir köprü kurmaktır. Öte yandan kitap, bu uçurumu açmış olan araştırmaların ve DNA’nın biyolojik gelişimdeki rolüne ilişkin derinleşmiş bilgimizin takdiri olarak da okunabilir. Moleküler biyoloji alanındaki cesur hücre analizleri, yaşamın gizlerinin basitliğinden çok karmaşıklığına hayret etmemiz gerektiğini bize bir kez daha öğretmiştir. Takdirlerimizin büyük kısmını, bizi bu noktaya getirdiği için İnsan Genarn Projesi hak eder. Bu proje, DNA sekansımızın çözülmesi sonucunda kim olduğumuzu söylemeyi başaramadıysa da bildiklerimizin ne kadar az olduğunu göstermiştir bize. Belki de uzun vadede bu dersin daha yararlı olduğu ortaya çıkacaktır.

En azından kibre kapılmamızı engeller ve üretmekte olduğu bilgilerle biyolojide yeni bir çağın açılmasını sağlayabilecek araçları sunar. Belki de yüz yıl sonra torunlarımızın çocukları “Genin Ötesinin Yüzyılı” adlı bir kitap okuyacaklar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir