Frank Mccount – Angelanın Külleri

Annemle babam New York’ta tanışıp evlenmişler. Ben de orada doğdum. İrlanda’ya geri döndüklerinde dört yaşındaydım. Malachy üç, ikizler (Oliver ile Eugene) henüz bir yaşındaydı-lar. Kız kardeşimiz Margaret öleli çok oluyordu. İrlanda’ya dönmek büyük hataydı. Bunun bedelini hepimiz çok ağır ödedik. Geriye bakıp çocukluğumu anımsadığımda, nasıl hayatta kalabildiğime hâlâ şaşarım. Kötü bir çocukluk geçirdim, mutlu bir çocukluğun pek kayda değer bir yanı yoktur zaten. Sadece mutsuz bir çocukluk geçirmiş olmak da, mutsuz bir İrlandalı çocuk olmak kadar kötü değildir. Bundan da kötüsü, mutsuz bir İrlandalı Katolik çocuk olmaktır. Dünyanın her tarafında insanlar açılarıyla övünür ya da sızlanırlar. Ama hiçbirinin çektikleri, İrlanda’da yaşananlarla kıyaslanamaz: yoksulluk, boş konuşup atıp tutan, ama hiçbir işi beceremeyen alkolik bir baba, ateşin başında sürekli sızlanan dindar ve ezik bir anne, sahtekâr rahipler, zorba okul müdürleri, İngilizler ve onların sekiz yüz yıldır bize yaptıkları. Bunlar yetmezmiş gibi, bir de sürekli rutubet vardı. Atlantik Okyanusu’nun ortasındaki yağmur bulutları sanki dolup dolup Shannon Nehri’nin üstünde toplanır, sonra da Li- merick göklerinde çöreklenirdi.


Sünnet Yortusu’ndan Yeni Yıl’a kadar şehir rutubetten kurtulamazdı. Öksürük, tıksırık, bronşit-li, astımlı hırıltılar, veremli iniltiler. Burunlar çeşme gibi akar, ciğerler mikrop emmiş süngerlere dönerdi. Her hastalık için bir yığın tedavi yöntemi vardı: nezle için sütte soğan kaynatılır, içine karabiber atılırdı. Tıkanan solunum yolları için ısırgan otuy-la un kaynatılıp bir beze sarılır, soğumadan, cazır cazır göğse bastırılırdı. Ekim’den Nisan’a kadar Limerick’in duvarları rutubetten pırıl pırıl parıldardı. Elbiseler hiçbir zaman tamamen kurumazdı. Tüvit ve yün paltoların üstünde mantarımsı bir tabaka oluşurdu. Birçok erkeğin haftalığını tükettiği publarda, nemli bedenlerle giysilerden yükselen buhar, sigara ve pipo dumanlarına, havadaki sert bira ve viski kokusuna karışırdı. Bir de binanın dışındaki tuvaletlerden gelen ve bu havasız yerlere doğru dalga dalga yayılan çiş kokusu vardı. Yağmurdan kaçmak için hepimiz kiliseye koşardık (sığınağımız, güç kaynağımız ve bulabildiğimiz tek kuru ve kapalı alan). Kilisede toplandığımızda yine ıslak ıslak birbirimize sokulur, vaazları dinlerken sızardık. Üstümüzden çıkan buhar, bu kez, tatlı bir çiçek, tütsü ve mum kokusuyla karışırdı. Limerick dindarlığıyla ünlüydü, ama biz bunun sadece yağmurdan kaynaklandığını bilirdik. Babam Malachy McCourt bir çiftlikte doğmuştu.

Antrim’de, Toome adında bir köyde. O da babası gibi yabani bir çocuk olarak büyümüştü. Başı daima beladaydı; hem İngilizlerle, hem de İrlandalılarla, bazen de her ikisiyle. Eski IRA’ya katılmış ve nasıl bir belaya bulaştıysa, başına ödül konan bir kaçak olup çıkmıştı. Küçük bir çocukken onun seyrelen saçlarına, çürük dişlerine bakar, böyle bir başa kim para verir, diye düşünürdüm. On üç yaşıma geldiğimde, babaannem bana bir sır verdi: Baban senin gibi küçük bir çocukken kafası üstü düşmüştü. Kazaydı elbette, ama bir daha asla eskisi gibi olmadı. Başının üstüne düşen insanların biraz garip davranabileceklerini hiç aklından çıkarma. Üstüne düştüğü başına ödül konması, babamın Galway’dan kalkan bir yük gemisiyle New York’a postalanmasını zorunlu kıldı. New York’a vardığında İçki Yasağı ile karşılaşınca, işlediği günahlar yüzünden cehenneme geldiğini sanmıştı, ama sonra bir yolunu bulup hayatın tadını çıkarmayı becerdi. Bir süre Amerika ve İngiltere’de dolaşıp büyük miktarda içki tükettikten sonra, ileri yaşlarında huzur aramaya başladı. Tekrar Belfast’a döndü. Adım attığı her yerde patlamalarla karşılaştığı o dönemde, Andersontown hanımefendileriyle vakit geçirdi. Aklını çelmek için ikram ettikleri cazip şeyleri itip çayını içmeye devam etti. O ara sigarayı bırakmıştı ve alkole el sürmüyordu.

Eh, yaşamanın ne anlamı kaldı ki? diye düşünüyordu. Gidip Royal Victoria Hastanesi’nde ölme zamanı gelmişti artık. Annem, kızlık adıyla Angela Sheehan, Limerick’in kenar mahallerinde, annesi, Thomas ve Patrick adındaki iki erkek kardeşi ve Agnes adındaki kız kardeşiyle birlikte büyüdü. Doğumundan birkaç hafta önce Avusturalya’ya kaçan babasını hiç tanımamıştı. Dedem, bir akşam Limerick barlarında içip içip en sevdiği şarkı olan “Mrs. Murphy’nin Balık Türlüsü” şarkısını söyleyerek evine yollanmış: Mrs. Murrphy ‘nin balık türlüsüne tozlukları kim attı? Kimseden ses çıkmadı, adam çok kızdı, bağırıp çağırdı. Pataklarım, dedi, bulursam bu pis İrlanda şakası yapanı. Mrs. Murphy ‘nin türlüsüne tozlukları kim attı? Keyfi yerindeymiş ve küçük Patrick’le biraz oynamak istemiş. Patrick, bir yaşında, minik, tatlı bir yumurcak. Babası onu havaya atıp tuttukça katıla katıla gülüyor. Hoooppala… Paddy uçtu! Hooppala… Paddy uçtuuu! Derken… Aman Tanrım! Odanın karanlığında çocuğu elinden kaçırmaz mı! Çocuk tepe-üstü düşüp bir iki hırlamış, sonra sesi kesilmiş. Anneannem, karnında annem, yataktan fırladığı gibi koşmuş. Hamileliğinin son günleri, karnı zavallı bebeği yerden kaldırmasına engel olacak kadar büyük.

Zar zor Patrick’i yerden kaldırmış ve inleyerek yavrusunu bağrına basarken, dedeme bağırmaya başlamış. Defol! Burada bir saniye daha durursan baltayı kaptığım gibi gebertirim seni! Alkolik manyak! Bir gün seni asarlarsa, ipini ben çekeceğim! Defol! Dedem tam bir erkek gibi savunmuş kendini. Kimse beni evimden atamaz! Ama anneannem üstüne yürüyünce, dedem, kucağında beyni sarsılmış bir çocuk ve karnında sağlıklı tekmeler atan doğmamış bebeğiyle, bir derviş gibi karşısına dikilen kadına ne yapacağını bilememiş. İşte, evden çıkış o çıkış… Kendini Melbourne’de bulmuş. Küçük Patrick, yani benim dayım, hiçbir zaman tam olarak iyileşemedi. Kafası biraz ağır çalışan, sol ayağı da sanki vücudundan ayrı bir parçaymış gibi kendi yönünde giden bir çocuk oldu. Okuma yazma öğrenemedi, ama Tanrı ona başka yetenekler vermişti. Sekiz yaşında gazete satmaya başladığında, Hazine Bakanı’ndan daha iyi para saymasını biliyordu. Ona Ab Sheehan, “Abbot” takma adım hangi nedenle verdiklerini kimse hatırlamıyordu, ama Limerick’te herkes onu severdi. Annemin bahtsızlığı doğumuyla başlamış. Anneannem yatakta doğum sancılarıyla kıvranarak Aziz Gerard Majella’ya dualar ediyor… hamile kadınların yardımcısı, Katolik Kilisesi’nin kutsal ve resmi azizlerinden Majella’ya. Ebe O’Halloran yılbaşı gecesi için giyinmiş, bebek bir an önce doğsun da partiye yetişeyim diye sabırsızlanıyor. Haydi, ıkın ıkın diyor anneanneme. İsa aşkına, Meryem ve Aziz Joseph aşkına! Ikınmazsan bu çocuk on ikiye kadar doğmayacak. Şu yeni elbisem hiçbir işe yaramayacak! Aziz Gerard Majella’yı boş ver şimdi! O bir erkek! Aziz bile olsa, bir kadına böyle bir anda nasıl yardımcı olabilir ki? Bok yesin Aziz Gerard Majella! Anneannem dualarını Azize Ann’e çeviriyor.

O da, zor doğumların Azizesi. Ama çocuk bir türlü doğmuyor. Ebe O’Halloran anneanneme, Aziz Jude’ya dua etmesini söylüyor. Çaresiz durumların Azizi. Çaresiz durumların Azizi, bana yardım et! Çaresizim! Anneannem bunları mırıldanıp ıkınıyor ve bebeğin başı görünüyor. Sadece başı… annemin başı. Saat tam on iki! Limerick çığlıklar, düdükler, bando sesleriyle çınlıyor. İnsanlar bağrışıp şarkılar söylüyorlar. Mutlu Yıllar! Ebe O’Halloran, yeni elbisesi için yanıp yakılarak, çocuk hâlâ içerde, diye ağlıyor. Çıksana, çocuk! Çıksana! Anneannem bir kez daha ıkınıyor ve bebek dünyaya geliyor. Kıvır kıvır simsiyah saçları ve hüzünlü mavi gözleriyle tatlı mı tatlı bir bebek. Ebe O’Halloran, Tanrım, diyor. Bu çocuk zaman tünelinden geçti. Başı Yeni Yıl’dayken, kıçı eski yıldaydı! Yoksa, tersi miydi? Ebe O’Halloran anneanneme, bu çocuğun tam olarak hangi yılda doğduğunu Papa’ya sorması gerektiğini söylüyor. Düşünüp taşınıyor, yeni elbisesini gelecek yıla saklamaya karar veriyor.

Ve bebeğe Angela ismini verdiler. Gece yansı meleği Angelus nedeniyle. Ama o zaten bir küçük melekti. Onu hep çocukluktaki gibi seversin, Eli ayağı tutmasa, saçları kırlaşsa da. Annenin sevgisi hep seni sarar Toprağın altına girene kadar. Angela okuma yazmayı ve sayı saymayı St. Vincent de Paul okulunda öğrendi ve dokuz yaşında okul hayatı sona erdi. Şansını hizmetçilikte denedi; başında küçük beyaz bir şapkayla kapıları açan orta hizmetçisi olarak. Ancak eve gelenleri selamla-mak için reverans yapmayı bir türlü beceremiyordu. Annesi, senin içinde yok, dedi. İşe yaramazsın. Amerika’da her türlü işe yaramaz insana yer var, oraya git. Yol paranı ben vereceğim. Angela ‘Ekonomik Kriz’in ilk Şükran Günü’nde New York’a vardı ve Brooklyn’de, arkadaşları Dan MacAdorey ile karısı Minnie’nin verdiği bir partide Malachy ile tanıştı. Malachy ilk bakışta Angela’dan hoşlanmıştı.

Angela da, ondan. Malachy bir kamyon çaldığı için üç ay hapiste yatmış, yeni çıkmıştı. Angela’yı hapishane günlerinden kalan ürkek bakışlarla süzüyordu. Malachi ile arkadaşı John McErlain’e, çalacakları kamyonun domuz eti ve fasulye yüklü olduğu söylenmişti. Onlar da buna inanıp kamyonu çalmışlardı. Ama John da Malachy de araba kullanmayı bilmiyordu. Kamyon Myrtle Caddesi’nde, biro yana, bir bu yana, sarsıla sarsıla yol almaya çabalarken, bir polis önlerini kesip kamyonu aramıştı. Söyledikleri gibi, domuz eti ve fasulyeyle değil de, düğme kutularıyla dolu olduğunu görünce de, niçin çaldıklarını pek anlayamamıştı doğrusu. Her neyse, Angela bu ürkek bakışlar karşısında erirken Malachy de üç ay süren kadınsızlıktan sonra bakışlarını ondan ayıramıyordu. Sonuçta, ikisinin de dizleri titredi; bu kaçınılmazdı. Diz titremesi, bir kadınla erkeğin parmak uçlarında duvara yaslanıp o işi yapmasına denir. Bu olayın heyecanı ve zorluğu, ikisinin de dizlerini titretir. Ne var ki, bu diz titremesi Angela’yı ilginç bir duruma düşürdü ve dedikodular başladı. Angela’nın kuzinleri McNamara kardeşler, Delia ve Philomena, saygın evlilikler yapmışlardı. Mayodan Jimmy Fortune ve Brooklyn’in içinden Tommy Flynn gibi kocaları vardı.

Delia ile Philomena koca memeli, iri yarı kadınlardı ve pek lanet şeylerdi. Brooklyn sokaklarında yürürlerken, halktan insanlar kenara kaçıp onlara saygı gösterirdi. Doğruyu yanlışı çok iyi bilirler, her türlü kuşkulu durumun tek kutsal kilise olan Roma Katolik Kilisesi’nce çözümlenebileceğine inanırlardı. Angela’nın evli olmadan bu duruma düşmesinin doğru olmadığını da çok iyi bildikleri için, harekete geçmeleri gerekiyordu. Ve harekete geçtiler. Jimmy ile Tommy’yi de yanlarına alıp, Atlantic Caddesi’ndeki bara gittiler. Malachi bir işe girip çalıştığı zamanlar, cuma günü haftalığını alır almaz bu bara gelirdi. Konuştukları adam, Joey Cacciamani, kız kardeşleri içeri almak istemedi. Ama Philomena, burnunun yerinde durmasını ve kapının menteşelerinden çıkmamasını istiyorsan kapıyı aç, diye adamın üstüne yürüdü. Oraya Tanrı’nın emriyle hayırlı bir iş için gelmişlerdi. Joey de, tamam, tamam, dedi. Siz İrlandalılar yok musunuz! Belasınız, bela! Malachy barın bir ucunda beti benzi atmış duruyordu; gönülsüzce gülümseyerek, koca memeli iri yarı kadınlara, yarım ağızla içki ikram etti. Şişko kız kardeşler onun gülümsemesine karşılık vermedikleri gibi, içkileri de geri ittiler. Delia, İrlanda’da kimlerdensin bilmiyoruz bile, dedi. Philomenia da, kuzinimize yaptığına bakılırsa ailende Pres-biteryanlar olmalı, dedi.

Jimmy, bırak şimdi, diye atıldı. Ailesinde Presbiteryanlar olması onun kabahati değil ki! Sen sus, dedi Delia. Tommy’nin de lafa karışması gerekiyordu: O zavallı kıza yaptığın İrlanda ırkına hakarettir. Bundan utanç duymalısın. Şey… utanç duyuyorum. Evet. Ama Philomenia, sana konuş diyen olmadı, diye Malachy’yi tersledi. Zaten oranla buranla yeterince zarar verdin. Bari, ağzını tut. 12 Hazır ağzın kapalıyken beni dinle, dedi Delia hemen. Buraya zavallı kuzinimiz Angela Sheehan için doğru olan şeyi yapman gerektiğini söylemeye geldik. Tabii, doğru olan şey en doğrusudur. Şu küçük konuşmayı yaparken birer içki için, lütfen. İçkiyi al, bir yerine sok! dedi, Tommy öfkeyle. Philomena, küçük kuzinimizi mahvettin, dedi.

Limerick’te ahlak diye bir şey vardır. Ahlak nedir biliyor musun? Biz Ant-rim’den, Presbiteryan kaynayan o pislikten gelmiyoruz. Jimmy, pek de Presbiteryana da benzemiyor ya, diye mırıldandı. Sen sus, dedi Delia. Bir şey daha dikkatimizi çekti, dedi Philomena. Çok garip bir davranışların var. Malachy güldü. Öyle mi? Evet. Delia atıldı. Sende ilk fark ettiğimiz bu oldu ve bizi huzursuz etti. O sinsi Presbiteryan gülüşü, dedi Philomena. Yok, yok, dedi Malachy. O dilerimden kaynaklanıyor. Dişlerinden ya da değil, dedi Tommy. O kızla evleniyorsun.

Doğru kiliseye. Ama ben evliliği pek düşünmüyordum… biliyorsunuz, işim yok. Onu geçindire… Evleneceksin, o kadar. Jimmy de Delia’nın arkasından, doğru kiliseye, diye tekrarladı. Delia, sen sus, dedi. Bardan çıkarlarken Malachy onların arkasından bakarak Joey’e, boku yedik, dedi. Valla, ben o kadınların üstüme üstüme geldiğini görsem kendimi Hudson Nehri’ne atardım, dedi Joey Malachy durumunu gözden geçirdi. Son işinden kalan üç beş dolardan başka parası yoktu. Ama San Francisco’da bir amcası vardı… ya da Kaliforniya’daki “San” h şehirlerden birinde. Malachy’nin bu koca memeli McNamara kardeşlerle suratsız kocalarının yanında değil, Kaliforniya’da amcasının yanında olması çok daha uygundu. Evet! Malachy kararını vermişti. Kaçışımı kutlamak için bir yudum İrlanda viskisi içmeli-yim, dedi. Joey içkisini koydu ve Malachy gırtlağının yanmasıyla neye uğradığını şaşırdı. Joey’e, bunun o berbat ‘İçki Yasağı Karışımı’ndan bir farkı olmadığını söyledi. Joey omuz silke -rek, ben anlamam, dedi.

Bütün yaptığım isteyenin bardağına içkisini koymak. Her neyse, hiçbir şey içememekten iyiydi, yine de. Malachy bir yudum daha içti ve Joey’e, bir tane de kendine koy, dedi. Şu İtalyanlara’a da sor bakalım ne istiyorlar. Ne diyorsun sen? Korkma, ödeyecek param var. Malachy o sabah Long Island tren istasyonunda, polisin biri çizmelerini copuyla dürtüklerken uyandı. Cebindeki, Kaliforniya’ya kaçmak için gerekli olan üç beş dolar tükenmiş, Brooklyn-de saplanıp kalmıştı. McNamara Kardeşler onu çiğ çiğ yiyeceklerdi. Aziz Joseph Bayramı’nda, berbat bir mart günü, dizlerinin titrediği o geceden dört ay sonra, Malachy Angela’yla evlendi. Ağus- tos ayında bebekleri doğdu. Kasım ayında bir gün, Malachy iyice sarhoş olduğu bir gecenin sabahında, artık çocuğun nüfus kaydını yaptırması gerektiğini akıl etti. Ona Malachy adını verecekti. Ama İrlanda aksanı ve sarhoşluğu yüzünden peltek peltek konuştuğu için, memur onun ne dediğini pek anlayamamıştı. Çocuğun adı kayıtlara Male olarak geçti. Çocuk kasım ayına kadar vaftiz de ettirilememişti.

St. Paul Kilisesi’ndeki törende, bebeğin adını büyükbabasının anısına, Francis olarak değiştirdiler. Tabii, bu aynı zamanda Assisi Azi-zi’ne de bir saygı ifadesiydi. Angela bebeğinin bir göbek adı olmasını istedi ve Limerick Azizi’ne bağlılığının bir ifadesi olarak Munchin adını seçti. Malachy, çocuğuna asla bir Limerick adı vermeyeceğini söyleyerek, cesedimin üstünden geçmen gerek, dedi. Zaten tek adla bile hayat zordu. Bu göbek adı âdeti de, Amerikalıların gaddarlığıydı. Assisi Azizi’nin ismini taşıyan bir çocuğun başka bir isme ihtiyacı yoktu ki! Aslında vaftiz de olaylı geçmişti. İsim babası olarak seçtikleri John McErlaine, bir gece önce barda iyice kafayı çekmiş, ertesi günkü sorumluluklarını unutuvermişti. Philomena kocası Tommy’ye çocuğun isim babası olmasını söyledi; çocuğun ruhu tehlikede, dedi. Tommy başı önünde, tamam, diye homurdandı. Ancak, eğer babası gibi belalı bir tip olursa çocuğun sorumluluğunu asla almam, başı derde girdiği zaman, gidip barda John McErlaine’yi bulsun. Rahip, haklısın, dedi. Tom, oğlum, sen barlara asla ayak basmayan doğru dürüst bir insansın. Malachy, bardan çıkmayan biri olarak, bu laflardan alındı ve Rahip’ e kafa tutmaya kalkarak, kutsal şeyler hakkında uluorta, saygısızca konuşmaya başladı.

Şu boynundaki beyaz yakanı çıkar da, kim adammış görelim. Malachy’yi şişko kız kardeşler ve suratsız kocaları zor tuttu. Yeni anne Angela da bu tatsızlıklardan öylesine etkilenmişti ki, kucağındaki bebek gevşeyen kollarının ara- sından kayıp vaftiz havuzuna düştü ve tam bir Protestan oldu. Rahip’le yardımcısı çocuğu havuzdan çıkarıp annesinin kucağına verdiler. Angela hıçkırarak, üstünü başını sırılsıklam eden yavrusuna sarıldı. Rahip bir yandan gülüyor, bir yandan da, hiç böyle bir şey görmemiştim! Çocuk küçük bir “Baptist” oldu! Artık Rahip’e filan ihtiyacı yok! diyordu. Bu sözler Malachy’yi yeniden öfkelendirmişti. Çocuğuna bir Protestan mensubunun adını vermeye kalkışan Rahip’in üstüne yürüdü. Rahip ona, sakin ol oğlum, dedi. Tanrı’nın Evi’ndesin. Malachy, Tanrı’nın Evi’nin içine sıçayım, diye küfürü bastı. Ve kendini Court Caddesi’ nde buldu. Tanrı’nın Evi’nde küfür edilemeyeceği için onu sokağa atmışlardı. Vaftiz töreninden sonra, Philomena kilisenin köşesindeki evinde kutlama için bir çay vereceğini söyledi. Domuz eti, kek filan hazırlamıştı.

Çay mı, dedi Malachy. Evet, çay. Yoksa, sen viski mi istiyorsun? Tamam, çay iyi, dedi Malachy. Ama önce bara gidip sorumluluklarını unutan arkadaşı John McErlaine’le hesaplaşması gerekiyordu. Angela, sen sadece bara gitmek için bahane arıyorsun, diye kızdı kocasına. Malachy, Tanrı tanığım-dır ki içki aklıma gelen en son şey, diyerek onun gönlünün almak istedi, ama Angela ağlamaya başlamıştı. Oğlunun vaftiz gününde bile içki içmeyi düşünüyorsun. Delia, bir Kuzey İrlandalı’dan başka ne beklenir, dedi. Malachy bir ona, bir karısına baktı. Başındaki kepi gözlerinin üstüne çekip ellerini ceplerine soktu. Eh… şey… Antrim’de biz böyle yaparız, dedi ve Court Caddesi’ni bir solukta katede-rek Atlantic Caddesi’ndeki bara yolandı. Oğlunun vaftiz günü şerefine dostlarının ona içki ısmarlayacağından emindi. Philomena’nın evinde iki kız kardeşle kocaları yiyip içerken, Angela bir köşede oturmuş, bir yandan ağlıyor bir yandan bebeğini emziriyordu. Philomena ağzında kocaman bir ekmek ve bir parça domuz etiyle, Angela’yı azarlamaya başladı. Enayiliğine doyma! Git sen Allah’ın kaçığına âşık ol.

Ah Angela! Onunla hiç evlenmemeliydin. Çocuğu biri evlat edinirdi, sen de özgür bir kadın olarak hayatına devam ederdin. Angela daha beter ağlamaya başladı. Sus, Angela, sus. Bu sefer Delia lafa girdi. Kimsenin kabahati değil. Kendin yaptın. Kuzeyli’nin biriyle evlenirsen, böyle olur. Malachy’nin Katolik bile olduğunu sanmıyorum. O tam bir Presbiteryan. Jimmy! Kapa çeneni! Philomena da, yerinde olsam başka çocuk yapmam, dedi. Kocanın işi gücü yok. Böyle içmeye devam ederse, bir baltaya sap olacağı da yok. Anladın mı, Angela? Başka çocuk yok… beni dinliyor musun? Dinliyorum, Philomena. Bir yıl sonra, Angela ile Malachy’nin bir çocukları daha oldu.

Angela ona Malachy adını taktı. Göbek adı olarak da çocuğun babasının erkek kardeşi Gerard’ın adım verdi. McNamara kardeşler, Angela’nın aklı başına gelene kadar artık ona hiçbir şekilde yardım etmeyeceklerini söylediler. Kocaları da bu kararı onayladı. Brooklyn’de kardeşim Malachy ile Classon Meydanı’ndaki çocuk parkındayız. O iki yaşında, bense üç. Tahterevalliye biniyoruz. Bir aşağı, bir yukarı… Malachy yükseliyor… ben alçalıyorum. Malachy alçalıyor ve tahterevalli yere çarpıyor. Malachy can havliyle bağırıyor… eli ağzında ve kan akıyor. Tanrım! Kan çok kötü bir şeydir. Annem beni öldürecek. İşte, parkın karşı tarafından bize doğru geliyor. Karnının büyüklüğü yüzünden pek hızlı koşamıyor. Ne yaptın? Çocuğa ne yaptın? Ne diyeceğimi bilemiyorum.

Ne yaptığımı da bilmiyorum ya! Annem kulağıma yapışarak, eve git, diyor. Doğru yatağına! Yatağıma mı? Günün ortasında mı? Annem parkın çıkışına doğru beni itekliyor. Haydi git. Malachy’yi alıp, koca karnıyla yalpalaya yalpalaya uzaklaşıyor. Babamın arkadaşı, Mr. MacAdorey, bizim evin önünde karısıyla çöplüğe atılmış bir köpeğin başında durmuşlar. Köpeğin başı kan içinde. Malachy’nin ağzından gelen kanların renginde. Malachy’de köpek kanı var, köpekte de Malachy kanı. Mr. MacAdorey’in elini çekiştirip Malachy’nin de köpek gibi kanı olduğunu söylüyorum. Tabii, Francis, diyor. Kedilerde de aynı kan var. Eskimolar’da da. Hepimizin kanı aynı.

Karısı Minnie, sussana, diyor. Dan, sussana. Zavallı çocuğun aklını karıştırıyorsun. Sonra bana dönüp köpeğe bir arabanın çarptığını ve zavallı hayvanın ölmeden kaldırıma kadar sürüne sürüne geldiğini anlatıyor. Evine gelmek istedi, zavallı, diyor. Mr. MacAdorey, haydi, diyor. Francis, içeri gir bakayım. Kardeşine ne yaptıysan, annen onu hastaneye götürmek zorunda kaldı. Haydi bakayım, gir içeri. Malachy de köpek gibi ölecek mi, Mr. MacAdorey? Minnie atılıyor. Sadece dilini ısırmış. Ölmeyecek. Peki, köpek niye öldü? Onun vakti gelmiş, Francis.

Ev bomboş. İki yatak odasıyla mutfak arasında gidip geliyorum. Zaten bütün ev iki oda. Babam yine iş arıyor. Annem de Malachy ile hastanede. Karnım aç. Bir şeyler yemek istiyorum, ama buz kutusunda suda yüzen lahana yapraklarından başka bir şey yok. Babam asla suda yüzen bir şeyi yeme, demişti. Çürümüştür. Annemlerin karyolasında uyuyakalmışım. Annem beni sarsarak uyandırdığında hava kapkaranlık. Kalk, kardeşin uyuyacak. Neredeyse dili kopacakmış, dikiş attılar. Sen öbür odaya gitti Babam gelmiş, mutfakta beyaz emaye kupasından koyu ça- yını içiyor. Beni kucağına alıyor.

Baba, bana Coo Coo masalım anlatsana. Cuchulian. Söyle bakayım. Benden sonra tekrar et. Kuu-huu-lin. Onun ismini doğru söylersen, masalı anlatacağım. Kuu-huu-lin. İsmi doğru olarak söylüyorum ve babam masalı anlatmaya başlıyor. Küçükken asıl adı Setanta’yımş. Babam gibi o da İrlanda’da Antrim’de büyümüş. Setanta’nm bir sopası bir de topu varmış. Bir gün topa bir vurmuş, top gitmiş, gitmiş, kocaman bir köpeğin ağzına girmiş ve hayvan boğulmuş. Bu köpek, Culain adında bir adamınmış. Culain çok kızmış: Ben şimdi ne yapacağım? demiş. Evimi, karımı, on tane küçücük çocuğumu, bunca domuzumu, tavuğumu, koyunumu kim koruyacak? Setanta çok üzülmüş ve özür dilemiş.

Sonra da, senin evini sopamla ve topumla korurum, demiş. Adımı da Cuchulain olarak değiştiririm: Culain’in Köpeği. Ve Setanta sözünü tuttu, diyor babam, masalı bitirirken. Culain’in evini ve bütün o bölgeyi, hatta daha da ötelere kadar uzanan toprakları korudu. Büyük bir kahraman oldu. Babam onun, şu Yunanlılar’in övünüp durdukları Herkül ve Asil’den de büyük bir kahraman olduğunu söylüyor. Cuchulain, Kral Arthur ve şövalyelerini bile dürüst bir çarpışmada yere sererdi… ama tabii, İngilizler hiçbir zaman dürüst savaşmazlar. Bu benim masalım. Babam bunu Malachy’ye ya da mahalledeki başka çocuklara anlatamaz. Masalı bitirince bana çayından bir yudum veriyor. Çok acı… ama olsun, onun kucağında çok mutluyum. Malachy’nin dili günlerce şiş kalıyor. Konuşmak şöyle dursun, tek bir ses bile çıkaramıyor. Hoş, bir ses çıkaracak olsa ya da bir şey isteyecek olsa bile, kimsenin onunla uğraşacak hali yok. Çünkü artık evimizde, gece yarısı bir meleğin getirdiği iki bebeğimiz var.

Komşular, ay ne güzel oğlanlar, diyorlar. Şu kocaman gözlere bakın. Malachy odanın ortasında ayağa kalkmış, herkese dilini gösteriyor ve, ıhh… ıhh, diyor. Aa, küçük kardeşlerinle ilgileniyoruz, görmüyor musun, diyor herkes. Malachy tekrar ağlamaya başlıyor. Taa ki, babam gelip başını okşayana kadar. Haydi, oğlum, dilini içeri sok ve git Frankie ile oyna. Parkta Malachy’ye ölen köpeği anlatıyorum. Biri ağzına bir top tıkmış. Malachy başını sallıyor. Ihıh… ıhıh… top değil… araba. Bunları söylemeye çalışırken dili acıdığı için, yine ağlamaya başlıyor ve konuşamıyor. Konuşamamak çok kötü bir şey. Onu salıncakta itmeme izin vermiyor. Ihıhh… tahterevallide beni öldürecektin.

Kendisini Freddie Leibowitz’e ittiriyor ve salıncakta uçarken, yüzü gülüyor, mutlu oluyor. Freddie bizden büyük, yedi yaşında bir çocuk. Beni de itmesini istiyorum. Hayır, olmaz, diyor. Sen kardeşini öldürmeye kalkıştın. Salıncağa tek başıma biniyorum, ama sadece ileri geri giderek yerimde sayıyorum. Freddie ile Malachy’nin bu halime gülmelerine çok öfkeleniyorum. İkisi sıkı fıkı dost artık. Biri yedi yaşında, diğeri ise sadece iki. Her gün gülüp eğleniyorlar ve Malachy’nin gülmekten dili iyileşmeye başlıyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir