Furuzan – Balkan Yolcusu

Bu Balkanlar’a, tarihe ve yaşananlara doğru çıktığım yolculukta, bana en genel bilgileri yeniden anımsamak düşüyor. Osmanlı’nın bıraktığı yerlere, attığı ilk adımlarla karşılaşmak için. “Balkan İttifakı, 1912-1913”. Bulgaristan, Karadağ’la Yunanistan’ın, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı kurduğu ortaklık, bu amacından çıkarak, Osmanlı İmparatorluğu’na yönelik bir nitelik kazanıyor. Osmanlıları Balkanlar’dan çıkarmak fikri güçleniyor. Sonuçta da bu ‘üçlü ittifak’ savaşı kazanıyor. Ama toprak paylaşımı yüzünden bu ‘üçlü’ öylesine bir hırgüre düşüyorlar ki, öteki ikisi Bulgaristan’a karşı, hemen bir yıl sonra savaş ilan ediyor. Osmanlıların yönetimindeki son Rumeli topraklarını yitirmesiyle sonuçlanan bu aşamalı savaş, 8 Ekim 1912’de başlayarak, 1913 sonbaharında son buluyor. Osmanlı diplomatlarıysa, egemenlik bölgelerini bırakmadan önce, son kez, sanırım yine son kez ‘Fransızca’ yapılan Berlin Antlaşması’na (1878) oturuyorlar. Ben, Batı Berlin’deyken bu antlaşmayı resimleyen bir tablo görmüştüm. Osmanlı diplomatları koyu renk sivil giysileri, ince rugan pabuçları, düzgün kesilmiş, abartısız sakallarıyla bu gravüre eklenmiş bir dinginlik, yalınlık içindeydiler. En gösterişli komutan elbiseleri, göğüslerini boydan boya kaplayan madalyaları, kafalarına geçirdikleri tüyler, tüsler taşıyan miğferleri, mahmuzlu çizmeleri, kulaklarına varan bıyıkları, perde püskülü benzeri abartılı sırmalı apoletleriyle, Prusyalı olmayı taşkın bir biçimde öne çıkaran karşı taraf ise, bana gülme duygusu vermişti. Rumeli’de 1878 Antlaşması’nın sonuçları, kargaşayı önleyememişti. Bulgaristan’a bırakılan Makedonya üzerinde Sırplar isteklerini dile getirirken, Yunanistan aynı arzu ve hırsları taşıyor, kuzeye doğru yayılmayı istiyordu. Bu durum karşısında nüfuz alanını büyütmeyi amaçlayan Rusya’yı engellemek isteyen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i ilhak ediyordu. Bir dönemin dünya imparatorluğu olan Osmanlıların yenilgisi, onların bu bölgede 500 yılı aşkın sürdürdükleri düzenin altüst olmasına ve günümüze değin gelen sarsıntılara, çatışmalara yol açtı. Belki bakarsak bir anlamda, çokuluslu, çok kültürlü bir sistemi oturtmaya çalışan Tito Dönemi Yugoslavyası’nda Osmanlı’yı anımsatan bazı özellikler bulabiliriz. İngiliz tarihçi Arnold Toynbee’nin 1 de böyle bir değerlendirmesi var. “Osmanlı imparatorluk düzeni, kendisinden önce ve sonraki imparatorlukların belirgin niteliklerini taşımayan bir yönetim ve devlet anlayışı getirir çağına. Buna bir pre-sosyalist yapılanma da denebilir. Dile, dine, ulus farklılıklarına karışmaz. Düzeni sağlayacak ilkeleri elbette vardır. En önemli ayrıcalığı ise, sınıfsız oluşudur. Yetenekli olanların devlette yükseleceği noktalar daha önce ön koşullarla engellenmez. Bunu da devşirme yöntemiyle sağlar. Bu anlayış tarihte benzeri olmayan, günümüz toplumlarında neredeyse ‘fırsat eşitliği’ diye değerlendirilen sosyal yaklaşımcı ilk örneklerden birini oluşturmaktadır.” Toynbee’nin konuya eğilişi meâlen budur. Fakat akla hemen şu gelmesin: “Eee, Osmanlı bir yayılmacı değil miydi?” Öyle olmasa imparatorluk olmazdı. Savaşlar yapmadı mı, evet. Hangi ulusun, hele imparatorluğun tarihinde savaş yok. Şimdi ise 1354’te Osmanlılar Rumeli’ye girerken, dünya nasıl bir durumdaydı? Onu hep hatırlatmak gerekiyor. Osmanlı, Müslüman olmayan halklara ‘millet’ dedi. Beş ayrı dinin insanından oluşan bu kalabalık; Ortodoks, Gregoryen, Katolik, Musevi, Protestan, bu yönetimde dinlerini, dillerini, kültürlerini koruyarak yaşadılar. Rumeli Beylerbeyi’nin yönetimindeki Balkanlar asırlarca Osmanlı Devleti yürütme ilkeleri dışında ‘vergi almak’, ‘düzenin sağlanması’, yerel halkın yaşama alışkanlıklarına pek karışmadı. Merkezi otoritenin sarsılamayan gücü, her şeyin asırlarca yolunda gitmesini sağladı. Halkların kültür zenginlikleri, özgün zanaatleri, yüzyıllarca sürdü ve bize kadar ulaştı. Türküleri, masalları yazıldı ve söylendi. 26 Şubatta Rumeli’ye hareket eden uçaktayken insan kafasına özgü, o sonsuz çağrışım hızıyla 1980 yılına gidiyorum. Batı Berlin’deyim. Daha duvar Doğu ve Batı Almanya’yı ayırmaya devam ediyor. Bu duvarın yok olacağını da henüz kimse düşünmüyor. Yeni bir yüzyılı, sosyalist sistemi tarihte ilk kez hayata geçiren, bu yüzden de dünyayı kendisine odaklaştıran Sovyetler Birliği aynı yüzyılın bitiminde karmakarışık edecek dağılmasını da 80’lerin başında kimseye düşündürmüyor. İşte bu Sovyetler Birliği’nden kuruluşunun ilk yıllarında kopan (1948), Stalinist etkilere ‘Hayır’ diyen, Tito’nun Yugoslavyası’nın da 90’larda kanla, savaşla parçalanacağını doğrusu kimse düşünmüyor. 1980’de dünya haber merkezleri Tito’nun öldüğünü duyuruyordu. ‘Sosyalizmin Amerikası’ diye nitelenen, seyahat özgürlüğü olan, insanların yine de iş bulmak için Federal Almanya’da çalıştığı, (benim röportajlarımda da yer almışlardı. Üstelik Tito’yu çok seviyorlardı bu işçiler) sosyalist Yugoslavya’nın sonunun bu kadar çabuk geleceği, yine düşünülmüyordu. Televizyonda baştan sona onun gömülme törenini izlemiştim. Dünyanın önde gelen siyasi liderlerinin katıldığı bir uğurlamaydı bu. Bizden de Demirel vardı. Belgrad’ın yüksek bir tepesinde, Yugoslav Federal Ordusu’ndan iki genç asker, uzun menzilli bir topun yanında Tito’yu selamlayarak, topu ateşliyorlardı. Bir kayaya dayalı fotoğrafta ise, yoksul bir Hırvat köylüsünün, bir demircinin oğlu olan anti-faşist genç Tito’nun partizanlarla dağlara çıktığı yıllardaki görüntüsü bize bakıyordu. İnsana ve insanlığa inanan bir liderin, sevgi dolu güçlü yüzüydü bu. TV yayını bittiğinde Yugoslavya için artık bir şeylerin değişeceğini düşünmüştüm. Kalabalıkların güçlü birileri tarafından yönlendirilme alışkanlıklarını gerçekten yitirmiş olduklarına inanmıyordum. Yeni bir zaman, yeni bir düzen anlayışını bir kahraman ve aynı değerdeki arkadaşları kurmuştu… Ya lider gidince ne olacaktı? Ne olacağını çok kısa bir süre sonra okumaya, izlemeye başladık… Aynı gün öğleden sonrası Makedonya’ya adım atıyoruz. Benim ilk Rumeli’ye girişim. Dünyanın Uzakdoğu’su ve Avustralya’sı dışında bunca geziden buraya hiç mi zamanım kalmadı? Oysa Balkanlar, çocukluğumun gizem dolu masallarını oluşturur. Sarp dağlar; Tuna, Vardar, Meriç gibi ünlü nehirler; sert kışlar, kabartılmış yün yataklar, ak sabun kokuları. Hiç bilmediğim, hiç görmediğim yerlerin türküleri. Değişik kültürlerin, dinlerin insanlarına dair dostluk anıları. Kitaplardan okuduğum, çağlar boyu geçmişimizi oluşturan bir tarih birikimi… Birlik gazetesinden, bizi karşılamaya gelen bir foto muhabiri ve bir gazeteci var. Fotoğrafçı arkadaşım Ramazan Öztürk’le haberleşmişler. Grand Otel Üsküp’e bırakıyorlar, bizi. Tam Vardar Nehri’nin yanında, otel. Kentin en dikkat çeken özelliği nehrin iki yanındaki yerleşimlerin ayrımı. Bir yaka Türklerin, ötekisi Hıristiyanların. Nehrin üzerindeki Osmanlı köprüsü, bu doğal sınırı tüm çekici yalınlığı, sağlamlığıyla güzelleştiriyor. Bizi karşılayanlar, “Akşama Yeni Yol’da bekleriz, sizi,” diyorlar. Burası çoğulcu sisteme geçince eski Yugoslavya’dan kalan bir alışkanlığı diriltme amacıyla düşünülmüş. Müzik, edebiyat, folklor çalışmalarının gençler arasında yapıldığı bir yer. “Türkler, Makedonlar, Arnavutlar da katılabilir,” diyorlar. Katılımın çoğu Türklerden oluşuyor. Oteldeki odamdan Üsküp kentini ilgiyle izliyorum. Hava soğuk. Günümüze ulaşabilmiş, Osmanlı yapılarının Türk yerleşim bölgesindeki ince siluetleri, hafif sisin içinde daha da çekici. Evliya Çelebi kayıtlarına bakarsak: Seyyahımız, Yugoslavya’da “6941” Osmanlı yapısı olduğunu ileri sürüyor. Bu yapıların ayakta kalabilenleri de gelişmiş bir uygarlığın kesin kanıtları. Bir imparatorluğun salt çalakılıç kurulamayacağını yeniden hatırlatıyor bize. Akıl ve izanın olmadığı yerde sanat olmaz, çünkü… Bu anıtsal yapıların çoğunluğu 15. yüzyıla tarihleniyor. Üsküp’ü gezmeye başladığımızda, buranın hem insan coğrafyasıyla, hem tarih coğrafyasıyla daha da yakınlaşacağım. ‘Yeni Yol’ kuruluşu, şimdilik bir barakadan oluşuyor. Daha sonra gelişmiş bir yapıya dönüştürmek tasarısındalar. Şimdilerde paraları kısıtlı… Yeni bir yönetim biçimine geçerken her şey altüst olmuş. Para birimleri geçici olarak değiştirilmiş. Üstlerinde salt sayısal değerleri belirtilmiş, paraların. Kullanımdan kısa bir süre sonra kaldırılacağı için, ülkenin para basan kurumuyla ilgili ayrıntılı bilgiler içermiyor bu kâğıtlar… Üstlerinde bir yapı resmi filan oluyor. Bir de Üsküp, 1992 yazılı. Enflasyon hızı aylık olarak gündemde. Rumeli’nin Balkanların bu üç ayrı yönetimden geçmiş devletlerinin gezi soruları da çeşitlilik taşıyor elbette. Tito Yugoslavyası, Dimitrov Bulgaristanı. (Ne var ki, günümüzde Jivkof daha ağır basıyor, Bulgaristan düşünüldüğünde) Yunanistan’ın Papandreu, Miçotakis demokrasisi. Üç ayrı uygulamanın sonuçları da çok değişik. 1 A. Toynnbee: 1889-1975, İngiliz tarihçisi; Oxford’u bitirdikten sonra, 1921-1922 İzmir, Yunan işgalindeyken, İngiliz Dışişleri görevlisi olarak İzmir’de bulundu. Yeniden Kendine Bakış Çadırımız mavi beyaz Bu sene gelemedi yaz Aman kâtip haller yaman Beni başka deftere yaz… Eski bir Rumeli türküsü Bir Yunus ilâhisi söyleniyor, içeride… “Şol cennetin ırmakları…” Kapıdan giriyoruz: Odacıkta bir soba ısıtıyor ortalığı. Kitaplıkta Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Nihal Atsız, Ziya Gökalp ve dini eserler yan yana. Sıkışarak yer açıyorlar bize. Konuşabilmek için, ara vermelerini bekliyoruz. Saz çalanlar, içtenlikle ilâhiye katılıyorlar. İçlerinde güzel sesli genç kızlar var. Bizi havaalanında karşılayan Sesler dergisinin yazarlarından Fahri Ali Bey, bu çalışmanın müzik bölümünü yönetiyor. Hatasız söylüyorlar. Tanışıyoruz. İlk kez değişik bir gazeteden geldiğimizi belirtiyorlar. Daha çok Zaman ve Türkiye gazetesinden kişiler geliyormuş, buralara. Sabah gazetesine ilişkin soruları dinleyip açıklamalar yapıyoruz. Gençler, konuşmak için sırayla yerlerini değiştiriyorlar. Genç kızlar yakında yapacakları gösterinin provaları için, öteki bölüme geçiyorlar. İki bölümlü barakanın ortasındaki dar geçiş büyükçe bir odaya açılıyor. Orası soğuk olduğundan kullanılmıyor. Asıl dans edilen yer, orası olmalı. O boş odanın, uçuk yeşil badanalı duvarında tek bir Tito fotoğrafı yer alıyor. Abdülkerim’e ilk soruyu soruyorum. Onu çocukluğu boyunca etkileyen şeyleri, şu anda gelinen noktayı nasıl değerlendirdiğini?.. Gelecekten beklediklerini. Kendisini bize tanıtmasını da istiyorum. — Yaşım 27, sanatım kuyumcu sanatı. Sanatımı amcamdan aldım. 1978’den 1980’e kadar çıraktım amcamın yanında. Şimdi o, Türkiye’ye göç etti. Amcam, o sanatı bir Hıristiyan’dan almıştı. — Nasıl? Yani, Ermeni mi? — Ermeni’ydi, zaten kuyumcu sanatı, Ermeni sanatı. Onlar Üsküp’te yaşıyordu, Ermeniler önceden fazlaydı burda. Kuyumculuk, o seneler beş Ermeni’nin elindeydi, bizim çarşıda. — Onlar da göçtüler mi? — Onların çoğu göçtü, sonradan. Ben amcamda çırak olarak çalıştım. O gittikten sonra oğluna ve ikinci amcamın oğluna kaldı dükkân. Onunla beraber çalışmaya başladık. — O yıllarda kazancınız nasıldı? — O zaman büyük kazanç vardı kuyumculukta. — Yugoslavya’nın birleşik olduğu, Tito zamanına kadar mı? — Evet, Tito zamanıydı o zaman. 1980’e kadar kazançlar çok büyüktü. Tabii çarşıda da kuyumcu sayısı, dükkânları çok daha azdı. 1980’e kadar 25-30 kuyumcu dükkânı vardı; şimdi ise 100’ü geçer, 120, 130 dükkân vardır. O zamanlar daha iyiydi. Enflasyon yoktu. Paranın değeri daha büyüktü. O zaman öğrenciydim… — Peki, o yıllardan, ailenizden, arkadaşlarınızdan neleri hatırlıyorsunuz? — O zaman… Tito zamanında, Tefeyyüz Okulu’nun 8. sınıfını bitirdim. Dersler Türkçeydi. Neşeliydik. Yani bizim hayatımız, o günlerde daha iyiydi. Standardımız daha yüksekti. Burada Makedonlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Çingeneler; onlarla çok iyi yaşıyorduk. Ayrım yoktu. Halbuki şimdi ayrımlar fazla hissediliyor. — Bu, Tito’nun ölümüyle mi ortaya çıktı? — Tito, bizim başbakanımız. Tito öldükten sonra bu ayrımlar, milliyetçilik başvermeye başladı, aramızda. İşte bugüne kadar da süratle yürüyor. — Türkiye hakkında ne düşünüyorsunuz? Hiç gittiniz mi? — Bakınız, ben Türkiye’ye şimdiye kadar en az 20-25 kez geldim. Çünkü sanatımız öyle. Türkiye ile fazla çalışıyoruz. Ve niyetimiz günün birinde oraya göçmek. Zaten ailemin yüzde 80’i Türkiye’dedir. — Aileniz… — Evet, sırayla göçtüler. Bu göçmek, Türkiye’ye gitmek 1950 senesinde başladı. — Yani, 1950; İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi, Yugoslavya’nın kuruluşu olan dönem… — Evet, 1948’inde Yugoslavya’nın Rusya’dan ayrılması, ondan sonra gittiler, biz kaldık, annemiz, babamız. Halbuki annemin de babamın da yüzde 80 aileleri, akrabaları Türkiye’dedir. Türkiye’ye göçenler her bakımdan kazandılar. Biz burada kaldık, kaybettik. — Şu anda Makedonya bölgesi için nasıl düşünüyorsunuz? Karamsar mısınız? İyimser mi? — Ben burada doğduğum için buranın her zaman iyi olmasını isterdim. Eğer göçersek de buranın iyi olmasını isterim; ne yazık ki, buradaki olaylara bakılırsa işler günden güne kötü gidiyor diyebilirim. — Buradaki topluluklar için ne yapılabilir, nasıl bir tutum içinde olmak lazım? — Burada bizim genç politikacılarımız var, hukuk fakültesinden yüksek politikacılar. Düşünceleri, çalıştıkları işler çok iyi. Fakat, başka partiler var. O partilerin bizlere karşı, bilhassa Müslümanlara karşı iyi bir düşünceleri yok. Bence bizde yürütülen savaşlar, Bosna-Hersek’te olsun, öteki savaşlar olsun, bu benim düşünceme göre açıkça dini savaşlardır. — Öyle mi diyorsunuz?.. — Öyledir. Bu sadece dini savaşlardır. Bakınız bizde Hırvatistan var, Slovenya var; onlar Katolik dinindedirler. Onları kurtarmak için bütün Avrupa, Katolik memleketleri savunmaya kalktı ve onlara arka çıktı. — Şimdi, şu anda Makedonya’da, Üsküp’te hangi değerler öne geçti? O zamanın değerleri değişikti, dediniz: Çünkü, siz Tito Yugoslavyası’nda çocukluk ve ilk gençlik geçirmişsiniz. — Biz şimdi demokrasiye çok önem veriyoruz. Bu anda o, yani demokrasi hemen olmaz. Tabii, demokrasinin öğrenilip yaşanması lazım. Bizde olana demokrasi deniyorsa da, işlere bakarsak, tam demokrasi değil. Yani, 1,5-2 yıl oldu, çok şeyler yine aynı kaldı, değişmedi, çok az şeyler değişti. — Türkiye’ye sık sık gidip geliyorsunuz; orada size farklı gelen neler var? — Sizler, millet olarak çok çalışkansınız. Burada biz sizin kadar çalışmıyoruz. ‘Yeni Yol’ grubunun saz çalanlarından Enis Emin, Makedonya’nın değişiminden fazlasıyla etkilenmiş. Uçlara doğru kayan bir yapıya sahip. Bunu anlamak için, onu çok tanımak gerekmiyor, kanımca. Konuşmalar sürerken, beğenmediği açıklamalara karşı yüzündeki değişmeler yanıt olmaya yetiyor. — Kendinizi tanıtır mısınız?

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir