Geoffrey Chaucer – Canterbury Hikayeleri

Milton ve Shakespeare’le birlikte İngiliz edebiyatının üç devinden biri olan Geoffrey Chaucer tahminen 1340-43 yılları arasında doğmuştur. Babası John Chaucer adında bir şarap tüccarıdır. Chaucer adının geçtiği ilk yazılı belge Ulster kontesi Elizabeth’in 1357 tarihli harcamalar defteridir. Bu defterde, bu isimde bir içoğlanına (page) elbise alındığı belirtilmektedir. Şairin bu evdeyken Latincesini ve belki de Fransızcasını ilerletme ve bir yandan da saray yaşantısını tanıma olanağını bulduğu tahmin edilmektedir. Daha sonra hamisi olan John of Gaunt’la da burada tanışmış olmalıdır. Dönemin sistemi uyarınca “içoğlanlığı”ndan sonra “silahtarlık” (squire) gelmektedir ve bir silahtar da savaş sanatını öğrenmek zorundadır. Nitekim, Chaucer’ın 1359-1360 yıllarında bir sefere katılıp Fransa’da esir düştüğü ve bizzat kralın ödediği fidye karşılığı serbest bırakıldığı kayıtlar arasındadır. Aynı yıl içinde haberci olarak ve diğer bazı diplomatik görevlerle tekrar Fransa’ya gittiği bilinmektedir fakat bu sonraki yedi sene karanlıktır. Bu süre içinde ilk İtalya seyahatini yaptığı ya da Londra’da kalıp hukuk eğitimi gördüğü sanılmaktadır. John of Gaunt’un baldızı Philippa Roet’le de aynı dönemde evlenmiş olmalıdır. 1367 yılında şairin adı kralın özel hizmetçileri arasında anılır. 1368’de yine görevli olarak Fransa’ya gitmiş, ertesi yıl bu ülke topraklarında bir savaşa katılmıştır. 1372 yılında bir ticaret anlaşması için yaklaşık altı aylığına Cenova’ya gönderilmiştir. Bu ziyaret sırasında Padua’ya da uğradığı, elinizdeki kitapta yer alan “Üniversiteli’nin Hikâyesi”ni kendisinden dinlediğini belirttiği Petrarca’yla bu sırada tanıştığı sanılmaktadır.


1374 yılında kral tarafından hizmetleri karşılığı olarak şaire günde bir testi şarap hediye edildiği ve yine aynı yıl Londra belediyesinin kendisine bir ev tahsis ettiğine dair kayıtlar bulunmaktadır. Bu arada Chaucer “Yün ve Deri İşleri Kontrol Memurluğu”na atanmıştır. 1376 ve 1377 yıllarında Hollanda’ya, 1378 yılındaysa yine bir görevle Fransa’ya gitmiştir. Aynı yıl İtalya’ya ikinci gezisini yapmış, memurluk görevine dönemin bir diğer önemli şairi Gower’ı vekil bırakmıştır. 1382 yılında şair ek görev olarak şarap ve diğer bazı malların gümrük kontrolörlüğüne atanmıştır. 1385-86 yıllarında görevlerinden ve Aldgate’teki evinden ayrılıp Kent’e yerleşmiş, orada sulh hâkimliği ve parlamento üyeliği yapmıştır. 1387’de Philippa’ya ödenen tahsisatın kesilmesinden bu yıl içinde karısını kaybettiği anlaşılmaktadır. İki yıl sonra Chaucer Westminster sarayı, Londra kalesi ve diğer bazı yapıların tamir ve bakımından sorumlu memur olarak görülür. 1391 yılında bu görevinden de ayrılır ve kalan ömrünü parasal sıkıntılar içinde tamamlayarak 25 Ekim 1400 tarihinde ölür. Mezarı Westminster’da “şairler köşesi” diye bilinen yerdedir. Özetlersek, Chaucer’ın ne kadar renkli bir yaşam sürdüğü, saray adamı, asker, elçi, gümrük memuru, bina bakım onarım sorumlusu olarak değişik görevlerde bulunduğu ve yurt dışına yaptığı sık ziyaretler düşünülürse eserlerindeki canlılığa ve Canterbury Hikâyeleri için Dryden’ın “Burada Tanrı’nın bütün kulları var” deyişine şaşırmamak gerekir. Chaucer’ın Dönemi Chaucer modern İngiltere’nin temellerinin atıldığı kritik bir dönemde yaşamış, bu dönemde III. Edward, II. Richard ve IV. Henry’nin krallıklarına, Yüz Yıl Savaşları’na ve ülke çapında başka birçok önemli olaya tanık olmuştur.

Uzun süreden beri ilk defa milli ruh ve milli birlik bu zaman diliminde oluşmaya başladı. Bunda dil birliğinin sağlanmış olması oldukça önemli bir rol oynamaktaydı. Şöyle ki, 1066 yılında İngiltere’yi işgal eden Normanların Fransızca konuşmaları ve Fransa’yla sıkı ilişkiler sonucu, 1300’lere gelindiğinde Fransa’da doğup orada yetişen kralların da etkisiyle, özellikle yüksek tabaka arasında konuşma diline ve edebiyata tamamen Fransızca hâkim olmuştu. Orta ve alt tabaka da İngilizce konuşuyor olmasına rağmen Fransızcayı anlıyordu. Üniversitelerde eğitim Latince ve Fransızca olarak sürdürülüyor, din ve bilim alanlarında Latince kullanılıyordu. 13. yüzyılın başlarında ender de olsa Fransızca ve Latinceden tercüme eserlere rastlanmaya başladı. Bu ilk örnekleri romans tercümeleri izledi. Fakat yüzyılın sonuna doğru İngiliz milli ruhunu yansıtan, tamamen orijinal halk şarkıları doğdu. Normandiya’nın Fransızlar tarafından işgali Normanların Fransa ’yla bağlarını kopardı ve daha kalabalık olan İngiliz halkıyla kaynaşan Normanlar kendilerini İngiliz olarak görmeye başladılar. Yüz Yıl Savaşları’nın ilk bölümünde (1340-1360) Fransızlara karşı sağladıkları üstünlük İngilizlerin özgüvenlerini artırdı ve 1362’de mahkemelerin İngilizce olarak görülmeye başlanmasının ardından 1363’te Meclis yine anadilde bir konuşmayla açıldı. Böylelikle İngilizce egemenliğini ilan etmiş oluyordu. Ayrıca Chaucer’ın yaşadığı dönemde İngiliz halkı nüfusu önemli oranda azaltan üç şiddetli veba salgınının pençesine düştü. (Chaucer da bundan bahseder ve elinizdeki kitabın “Genel Giriş” bölümünde Hekim’in vebadan kazandığı parayı bir kenarda sakladığını anlatır.) Nüfustaki bu azalma sonucu işçi kıtlığı ve işçi ücretlerinde artış yapılması zorunluluğu doğdu.

Üyelerinin çoğu arazi sahibi olan Meclis’in bu artışı engellemeye çalışması üzerine işçiler Londra’ya yürüdüler. 1381 Köylü isyanı olarak bilinen bu hareketi Chaucer da Aldgate’teki evinden izlemiş olabilir. Bu dönemde din alanında da bir reform hareketi gerçekleşti. Yoksul halkı avutmak amacıyla ortaya çıkan “Frer”ler (Bölgeci Papaz ya da Dervişler) bu amaçlarını unutup geniş arazilere sahip olmuşlardı. Kilise içinde rüşvet kaygı verici boyutlara tırmanmıştı. Chaucer “Genel Giriş” bölümünde “Para kesendir Baş Piskoposun bahsettiği Cehennem” derken bu durumdan şikâyetçi olmaktaydı. John of Gaunt’un da içlerinde olduğu bazı asillerin kilise gelirlerini düzenlemeyi, ruhban sınıfını devlet işlerinden uzaklaştırmayı planladıkları bu sırada Wyclif yalnızca Kitab-ı Mukaddes’e dayanan bir doktrinle Kilisenin mal edinmesine karşı çıktı. Frerler köy köy dolaşarak vaaz veren ve Yoksul Papazlar diye bilinen Wyclif müritlerinin şiddetli saldırılarına uğradılar. Bozulan sadece dini kurumlar değildi, yargı kurumları da bu çürümeden payını almıştı. Sırf para kazanmak amacıyla zoraki mahkemeler düzenleniyor, rüşvetle atamalar gerçekleştiriliyordu. Gower bu konuda “… günümüzde adaletin ölçüsü altındır; altın öyle değerlidir ki ben senden daha fazlasını veriyorsam senin haklılığının üç kuruşluk değeri yoktur” diyor. (Coulton, s. 179) Bu dönemde “şövalyelik” kurumunun durumu da pek parlak değildi. Böyle olmasının sebepleri arasında şövalyelerin savaş alanlarındaki öneminin ortadan kalkması, birliklerinin lağvedilmesi, geçmişte Haçlı Seferleri için toplanan paranın şahsi amaçlar için kullanılması sayılabilir. Ama bunlardan daha da önemlisi tüccar sınıfının kalkınması, şövalyelik ünvanının parayla satın alınabilir bir meta haline gelmesidir.

Dönemin önemli kitaplarından olan Piers Plowman’da iddia edildiği üzere bu sebepten dolayı “saf, asil kan” reddedilip “sabun tüccarları ve onların oğulları şövalye oldular.” (Coulton, s. 179) Ticaretin yaygınlaşmasına örnek olarak I. Edward’ın savaşların getirdiği zorluklar karşısında “Benim de herkes gibi alım satımla uğraşmaya hakkım var” demesi gösterilebilir. (Coulton, s. 173) Tüccar sınıfı, bundan da anlaşıldığı gibi, yalnızca şövalyelikte değil yönetimde de yüksek makamlara tırmanmış, buna paralel olarak küçük esnafın itibarı da epey artmıştı. Yine bu kitapta Chaucer’ın hacı adayları arasında gördüğümüz lonca üyelerinin zengin kılıklarından, yanlarında bir de aşçı getirmelerinden ve isterlerse Belediye Meclisi’ne üye olabileceklerinin belirtilmesinden bunu anlayabiliriz. Bütün bu gelişmelerden başka, söz konusu dönemde İtalya’da gerçekleşen Rönesans ve İngiltere’de kurulan üniversiteler sayesinde bir “ilim uyanışı”ndan bahsetmek yerinde olur. Belki yine bu paragrafta Chaucer’ın ölümünden kırk yıl sonra meydana gelen bir gelişmeden, matbaanın icadından da bahsetmemiz gerekir. Elinizdeki kitapta yer alan birkaç hikâyenin evlilik konusu etrafında dönmesi nedeniyle evlilik kurumuna da değinmeliyiz. Dönemin yaygın geleneği kadının tek başına kendisini ve mallarını koruyamayacağı düşüncesinden hareketle mallarıyla birlikte, koruma görevini üstlenecek bir erkeğe yani kocasına teslim edilmesiydi. Bunun sonucu olarak çocuk yaşta evlilikler ve beşik kertmeleri ortaya çıkıyordu. Kocasını kaybeden bir kadınınsa uzun süre dul kalması uygun görülmüyordu. Hacı adaylarımız arasında yer alan ve tam beş koca eskittiğini, altıncısının başı üstünde yeri olduğunu söyleyen Bathlı Kadın’ı bu bilgilerin ışığında sanırım daha iyi anlayabiliriz. Dönemin İngiltere’sinde kadın erkek arasındaki denge kadınların aleyhineydi.

Kilise bir yandan evlilik kurumunu korumaya çalışıyor ama diğer yandan bu amaçla koyduğu evlilik konusundaki kuralla “aile”lere zarar veriyordu. Örneğin, Kilise’ye göre dördüncü dereceden bir akrabalık dahi evliliğin feshini gerektirdiği için birkaç yılın sonunda karısından bıkan koca uydurma bir akrabalık iddiasıyla karısından kurtulabiliyordu. Romanslarda “saray usülü aşk” (courtly love: şövalye aşkı: genellikle evli, ulaşılması imkânsız bir kadına duyulan platonik aşk) geleneklerine göre yüceltilen kadın günlük hayatta sık sık aşağılanıyordu. Coulton’ın kaynakçada belirtilen kitabına yaptığı bir alıntıda yazar bir kadının tekme tokat dövülüşünü, kalan ömrünü kırık bir burunla geçirmek zorunda kalışını anlattıktan sonra şöyle bir sonuca varıyor: “işte kadın kocasına yaptığı kötülük ve söylediği kötü sözlerden dolayı bu şekilde cezalandırıldı. Bu nedenle, kadın acılara sabırla katlanmalı, söz hakkını ve idareyi kocasına bırakmalıdır.” (s. 191) Yani, dönemin güncel sorunları arasında bir de kadın sorunu vardır ve bu şartlarda Bathlı Kadın’ın bir feminist olarak ortaya çıkması çok normaldir. Sonuç olarak, şair oldukça karmaşık bir dünyada yaşamıştır. Bir yandan insanı yücelten saraylar, yine insanı ve Tanrı’yı yücelten muhteşem kiliseler inşa ediliyor, diğer yandan acımasız politik oyunlar sergileniyor, insanlar insanlık dışı hareketlerin, hastalıkların ve yoksulluğun pençesinde kıvranıyorlardı. Her ne kadar Chaucer’ın bir saray adamı olduğu, bundan dolayı toplumsal sorunlardan uzak durduğu ya da en azından dostu Gower kadar doğrudan ve can alıcı eleştiriler yapamadığı söyleniyorsa da Canterbury Hikâyeleri şairinin daha kucaklayıcı bir yaklaşımla hem “mutlu İngiltere”nin hem de ülkedeki en derin ıstırapların soğukkanlı gözlemcisi olduğuna tanıklık eder. “Beşikteki bebeğin üstünde tepinen domuz”dan, “altına aldığı kurbanına tecavüz eden diktatör”den, “kanun koyucuların kendi kanunlarına önce kendilerinin uymaları gerektiği”nden söz eden mısralar sanırım başka türlü açıklanamaz. Dönemin Edebiyatı Ortaçağ, İtalya’da Dante, Boccacio ve Petrarca gibi büyük şairler yetiştirmiştir. İngiltere’deyse Chaucer’a kadar onlarla eşdeğerde bir şair ve onların eserleriyle karşılaştırılabilecek bir eser çıkmamıştı. Ülkedeki Ortaçağa ait eserlerin belli başlıları şunlardır: 1200’lü yıllarda meydana getirilmiş, ayinlerde okunan bazı kutsal sözlerin tercümelerinden oluşan Ormulum, bir papazın kilise yakınındaki üç kadına verdiği öğütlerden oluşan Ancrene Riwle, değişik günahları ele alan manzum hikâye Handlyng Sinne ve 1340’ta yazılan ve cehennem azaplarını ayrıntılarıyla tasvir eden Pricke of Conscience dini yazılar başlığı altında gruplayabileceğimiz eserlerdir. Dini olmayan eserler arasında bazı lirikleri, vatanseverlik şarkılarını, yılbaşı ve Paskalya şarkılarını sayabiliriz.

Baykuş ve bülbülün, hangisinin sesinin daha iyi olduğuna dair atışmalarını konu alan The Owl and the Nightingale de bunlar arasındadır. Bunların yanısıra küçük bir çocuğa ağıt olarak yazılmış Pearl ve meşhur Kral Arthur’un Yuvarlak Masa şövalyelerinden Sör Gawain’in günahın ayartmalarına karşı direnmesini işleyen Sir Gawain and the Green Knight, Kilisedeki yolsuzlukları hedef alan The Vision of Piers Plowman (bu eserin yazarı Langland da adıyla anılmayı hak eder) ve Gower’ın yazdığı Confessio Amantis dönemin unutulmaması gereken eserleridir. Bütün bunlar içinde Fransızca, Latince ve İngilizce olarak yazan Gower’a karşılık yalnızca İngilizceyi tercih eden Chaucer’ın eserleri şairin dili kullanmadaki ustalığı, yararlandığı kaynaklara kendi üslubunu başarıyla verebilmesi ve özellikle de olgunluk dönemi ürünü olan Canterbury Hikâyeleri’nde görülen çok renkli, canlı, gerçekçi ve esprili anlatımıyla öne çıkar. Yine de Chaucer’ın dönemin geleneklerinden tamamen kopup birdenbire, yepyeni bir tarzda yazmış olduğu düşünülemez. Aksine onun eserlerinde yazılı ve sözlü edebiyatın neredeyse bütün türlerine ve özelliklerine rastlamak mümkündür. Ortaçağ şiirinin ortak özellikleri kabaca şunlardır: Her şeyden önce, bu dönemde bir şairin bir başkasından hikâye-ler ödünç alması, bunları istediği gibi değiştirmesi ve hatta dilediği bölümleri dilediği uzunlukta olduğu gibi nakletmesi günümüzden farklı olarak çok normal karşılanıyordu. Bu yüzden Chaucer’ın hikâyelerinin konu açısından başka hikâyelere büyük ölçüde benzediğini görmek bizi şaşırtmamalıdır. Ortaçağa ait bir şiirin şiir içindeki anlatıcısı ile şair arasında bir bağ vardır. Bunun nedeni okuyucu ya da dinleyicilerin tanıdık dünyadan bağlarını tamamen kesmelerini önleme düşüncesi olabilir. “Saray usulü aşk” bu dönem şiirlerinde özellikle de romanslarda önemli bir yer tutar. Hikâyeler genellikle didaktik amaçlıdır ve hepsinin sonunda bir “kıssadan hisse” bulunur. Hikâyelerde büyü ve astrolojiye oldukça önem verildiği görülür.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir