Giuseppe Ungaretti – Profil

Ungaretti şiirine en birebir yaklaşım Batık Liman’ı kapatan dizeleri okumaktır: Bulduğum zaman bu sessizliğimde bir sözcük bir uçurum gibi hayatıma kazılmıştır Yirminci yüzyılın hangi kuramı içinden okursak okuyalım; ister “anlam üretimi” sürecini izleyelim, ister “yazınsal iletişim” odağından bakalım, ya da Mallarmé’nin “dil ezgidir” ilkesinden yola çıkıp yalnızca dinleyelim, dizeleri kuran tüm kelimelerin, üçüncü dizede, tam merkezde duran “sözcük” kelimesiyle doğrudan bir ilişki kurduğunu görürüz. Bağımsız, yalın, yalnız, durur orada; bir düğümdür; çözülür ve büyütür anlam çekirdeğini, tekrar atılır sonra, ve derişir. Yanyana okursak: Bulmak zaman sessizlik SÖZCÜK uçurum kazmak hayat Evrenin o ilk, bozulmamış sessizliğinde, ad’ların Tanrı’nın yarattığı saltık dilde henüz şey’lere ters düşmediği ‘ilk’ zaman katmanında varolan saf, som sözcük’tür. Onu bulmak yani şiiri kurmak, dinmez bir arayış, bitmek tükenmez bir kazı anlamı taşır. Evrenin, gizemin yüreğine, yer altına, su altına uzanan upuzun bir yolculuktur; yol ise bilinmezlerle dolu o korkunç, korkunç olduğu ölçüde çekici uçurum, yani hayat. D ibine varır 9 Ungaretti sözcük uçurumun, ve ‘ilk’in temizliğini, saflığını geri vermeyi dener bize. Zamanı, geçmişi, Tarihi duyurur. “Gerçek bilgi’ye varmayı deniyoruz” diyor Ungaretti, “kendi derinliğimizde ulaşmaya çalışıyoruz oraya -Dante de denedi oraya varmayı, tüm Komedya’yı oraya varmak için yazdı- ama olmuyor işte, bir türlü varamıyoruz oraya.”(,) Bozguna yazgılı olmanın bilinci Rimbaud gibi susturmadı Ungaretti’yi, aksine, bütün hayatı boyunca şiire inandı; “o söz”ü bulmak için uçurumu kazdı durdu kendi hayatında. “Uçurum” diyordu, “düşüncenin, tüm kusursuzluğu, tüm saltık’lığıyla yerleştiği derinliktir, (…) çırılçıplak bir uçurum; o som çıplaklığındadır biçimi, saltık’lığında; dehşet duyarsınız o güzelim, sınırsız korkunçluk karşısında; korkunçtur çünkü biz,. hayalgücümüzle, binlerce yıllık kişisel acılarımızla, tarihin ve zamanın peşpeşe dizdiği günlerin onu sokup çıkardığı kılıkların içinden algılayabiliriz saltık’ı ancak”.i2) Anlaşılmayan, olsa olsa algılanabilen saltık’a hangi sözcük ulaşabilir? Hangi sözcük ağızdan çıktığı anda delik deşik ettiği o sessizlikte bir atom gibi kıpır kıpır, uçurumun dibine iner, ve onunla beslenip dolarak o sessizliği sürdürür kendisinde, onu duyurur? Sessizliğin saflığını, temizliğini yaşatır? Marinetti, som sözün, duyarlılık suyuna daldığında çevresinde halkalar oluşturmayan sözcük olduğunu söylüyor, şunu öneriyordu: “Sıfat’ı kaldırıp atalım, atalım ki çıplak ad öz değerini koruyabilsin. “(J) Gelecekçilerin şiirsel sözü zaman zaman teknik tariflere sığdırma gafletine düştüğünü biliyoruz. Ancak bir de madalyonun diğer yüzü var üzerinde durup düşünülecek: Palazzeschi’nin sessel düzlemde yakınlık duyduğu “antik gelecekçi şair” D’Annunzio’nun, Pascoli, Carducci’nin dizelerinde, her kriz döneminde olduğu gibi klasik ölçütlere tutunan İtalyan şiir geleneğinin tem eline Gelecekçilerin yerleştirdiği dinamit. Ve patlamanın uzak-yakın duyulduğu bölgeler: “ayışığına ölüm” motto’suyla dile ve resme tüm şiddetiyle giren hız.


Boccioni, Balla, Carrâ; Soffici ve kolaj; ve yazılı sayfanın bir tablo’ya dönüşmesi, Simone Martiri’yi iyi tanıdığı kuşku götürmeyen Govoni ve imgesözcük buluşması, Braque-Picasso kübist-gelecekçilik, “Şair değilim ben” diyen Corazzini ve Gozanno’nun karşısına “Bir şairim 10 Sözcügin lit Saflığı ben/Bırakın eğleneyim” dizesiyle dikilen Palazzeschi’nin “Clof, clop, cloch” seslerinde parodiye dönüşen ünlü La pioggia nelpineto (Çamlıkta Yağmur); Kristeva’nın sözünü ettiği ses (fone)- anlamlılık (significanza) bağıntısı. Diğer tarafta simgeciler: Baudelaire, Rimbaud, Verlaine, “çiçek” dediği anda bir çiçeği oluveren Mallarmé’de gücünü keşfeden “kelime”, sınırsız akıl evrenini dilin sınırlarına sığdırmaya çalışan Valéry’nin krizi. Piero Bigongiari “O çamlığa düşen yağmur tüm yirminci yüzyıl şiirinin üzerine yağdı” derken yazınsal ve sanatsal yapıtı kuran metinlerarası ilişkiyi, yeniden üretimi kastediyor, her yenilik’in gelenek’in yeniden okunmasından geçtiğini, Derrida’nın dediği gibi “her yazının bir yeniden yazım” olduğunu vurguluyordu. Kimlerden geçerek okumalı Ungaretti’yi? 1917’de Prezzolini’ye ” ‘Atalarım’ı yazacağım” -diyordu-, “Villon’un Elskamp’ın, Keats, Leopardi, Mallarmé’nin, Maurice de Guérin, Papini, Benvenuto Cellini, Dostoyevski, annem Maria Lunardini’nin lirik biyografilerini yazacağım.”(4) Bir yıl sonra Papini’ye aynı projeden söz edecekti:” ‘Atalarım’ bu günlerde beni en çok kurcalayan şey. Hayatı epik boyutta algılayan bir dizi denem e olacak. (…) İlk bölümde Lucca’lı annemden ve arap Afrika’dan söz edeceğim; bir başka bölümü Sceab’a adayacağım, ve bu bir öykü, bir masal, ancak kurmaca olmasına karşın ilkel, yalın birşey olacak; sonra Nietzsche hakkında isabetli bir söz etmek istiyorum; yüreğimden kesin olarak söküp atmak için; ardından, iki bölümde, Leopardi ve Mallarmé’den söz edeceğim, ve sonra Soffici ve senden ve de belki savaştan.”^ Bu proje gerçekleşmedi. Ancak Ungaretti bütün yazılarında, sürekli ‘atalarına’ gönderdi okurunu: Petrarca’ya, Leopardi’ye, Rimbaud’ya, Mallarmé’ye, Apollinaire’e, Laforgue’a ve daha bir sürü şaire. Ungaretti’nin çok açık, şeffaf bir kişiliği varmış. Şiiri ve hayatı üzerine durmadan anlatmış, durmadan yazmış: Televizyon kayıtları, hece’de ufaladığı dizesini, her biri bir notaymışçasına es işaretlerinde dura dura, o sessizliği duyarak ve duyurarak okuduğu ses kayıtları, notlar, şiirler, kitap ve şiir adları üzerine titiz, ayrıntılı açıklamalar, elyazmaları, kendi biyografisi, rnekl l Ungaretti tupiar, kanpostallar. Kısacası hayat-yapıt koşutlu^nu öne çıkaracak her türlü belgeyi bırakmış. Şiirsel sözcük’ü, hayatına açtığı bir uçurumda arayan, onu oradan kazıp çıkaran bir adamın hayatını belgeleyecek her şeyi. “Lacerba” da yayınlanan, Milano’da yazdığı ilk şiirlerinden söz ederken bu koşutluğu vurguluyor: “O şiirleri yapmam gerektiği gibi yaptım doğal olarak, yani o onamda beni çevreleyen şeyleri, o anda duygularımdan yansıyan şeyi göstermeye çalışarak, ve de duygularımdaki çeşitlem eyi olabildiğince suskun kalıp söylemeye çalışarak. Uzun konuşmalar hep rahatsız etmiştir beni.

O şiirlerim, sonra gelecek bütün şiirlerimdir, yani bütünüyle hayatımla koşullanan psikolojik durumumdan kaynaklanan şiirler: Doğrudan bir yaşanmışlığın kurmadığı bir şiirsel düşleme tanımıyorum ben.n(6) Nerede başlamış bu hayat ve nasıl örmüş şairin imgelemini ağır ağır? Ungaretti 10 Şubat 1888’de İskenderiye’de doğmuş; bütün çocukluğu her korktuğunda geri döndüğü o liman şehrinde geçmiş. Lucca’lı bir göçmen ailenin çocuğuymuş. Babası Süveyş kanalının açılışında çalışmak üzere göçmüş oraya; taşçıymış. Annesi, şehrin çöle açıldığı sınırda bir fırın işletirmiş. Babasını çok erken yitirmiş. Bu ölüm, verici, sorumlu, titiz ancak katılmış bir anne bırakmış geride, ve matem o çocukluk evinde değişmez bir yasa olup çıkmış. Bitimsiz bir çöl, buruk bir anne, hemen her gün ziyaret edilen bir mezar ve ıssız, gizemli geceler: Göçebe ve çoban şarkıları ile dolmuş kulağı. Ufka değin, sapsarı, bitimsiz uzanışıyla çöl, gür bir giz damarı büyütmüş imgeleminde. Aynı giz ve sonsuzluk duygusuyla Ungaretti yıllar sonra çok sevdiği Leopardi’ye uzanacak, onun, “Hoş geliyor bana bu denizde yitmek” dizesiyle kapanan ünlü Sonsuzluk şiirinden “naufragar” (denizde batmak, boğulmak, yitmek) sözcüğünü alıp kendi metnine aktaracak, çölü suya taşıyacaktır. (A llana det naufragi, 1919- Deniz Kazazedelerinin Neşesi ikinci kitabın adıdır). Kadın yumuşaklığını dadısı Dunja’dan ve onun masallarından öğrenir ilk: Ilık sesiyle gece korkularını yatıştıran bu Hırvat kadın son şiir L’impietrito e il Velluto’da (Tteşlaşmtş Adam ve Kadife) geri döner ve kadın-çocukluk-ölüm temalarını bir mercek gibi kendisinde değiştirerek Ungaretti şiirini kapatır.(7) Ungaret12 Sözcülfin lit Saflığı ti’nin hayatı da birkaç ay sonra kapanacaktır. İlk şehirdir İskenderiye; her ‘ilk’ gibi koyu, sabit bir mühür, kalır: “Ben İskenderiyeliyim:” -diyor Ungaretti- “Doğu’da başka yerlerde Binbirgeceler vardır belki; İskenderiye’de çöl var, gece var, hiç var, serap var, insanı deli divane eden, ‘ses’siz ezgiler söyleten simgesel bir çıplaklığı var bu şehrin”.(8) Çöl ve deniz arasında yaşanır çocukluk yılları.

Büyüklerin aktardığı anılarda, bir söylene dönüşen İtalya’yı ilk kez 1912’de görür. Dağ’ı, “zamanın karşısında dimdik, kımıldamadan duran, ona direnen, ona diklenen” bu kütleyi de ilk kez orada görecektir: “Müthiş bir şaşkınlıktı bu, anımsadığım en büyük şaşkınlık belki de.”(9) Aynı yıl Paris’e yerleşir. “Paris bir serap”tır: Carmes sokağı ve çocukluk arkadaşı Sceab, Appolinaire, yeni dostluklar ile müthiş bir coşkudur Paris: Modigliani ve karısı, Palazzeschi, Soffici, Papini, Picasso, Braque, Léger, Cendrars, ve Jacob, şairin dünyasına girerler. Sonra Péguy ve Bergson ve savaş ertesinde tanıdığı D e Chirico. Paris hiç bitmez Ungaretti’nin hayatında: “Littérature” dergisi ve Aragon, Breton, Soupault, Tzara; “Commerce” ve Paul Valéry ve ardından “Mésures” dergisi; yayımcılık. Sürekli gidilip gelinen zarif, “gri” bir şehir, o da kalır. Carso cephesine çağrıldığında Milano’dadır: “Sisi sonsuzluk duygusuna dönüştürüyordum kafamda, daha iyi görmek için. (…) Doğu düşüncesi geçici olarak silinmişti; sınırsızlık ve hiç’lik duygusunun yerini içsel bir kargaşa, gürültü ve karışıklık almıştı”.(to> 1916-1919, Ungaretti’nin “şiir dilini” yani Batık Liman’ı (Ne- ,re’yi) borçlu olduğunu söylediği savaş yıllarıdır. Carso cephesinin siperlerine sinen ölüm duygusu onu, İskenderiye’ye, suların dibinde bekleyen o gizemli limana götürür. Ungaretti’nin yerleşikliğe geçtiği şehir Roma olacaktır. Barok, imgelemini ve dünyaya bakışını allak bullak eder; ve Ungaretti şiiri ağır ağır değişir. “Barok’un ne olduğunu, neyi içerdiğini, doğuş nedenini anladığımda benim şehrim oldu”(M) dediği, yükseklik ve dairesellik duygusunu tanıdığı Roma, 10 yılı aşkın bir zaman dilimine uzayan Zaman Dvygarrlnu doğurur. Bu dönemde Leopardi ve Petrarca öne çıkarlar.

“Leopardi şiirinde çöküş duygusunu du13 yurdu tüm umarsızlığıyla, bu uygarlığın, bağlılık duyduğu bir uygarlığın, tepeden tırnağa değişmek üzere olduğu bir anda son noktaya vardığını hissetti. Yokoluyordu birşeyler; biçimler de yokoluyorlardı. Bir dil, yaşlanmakta olduğu bilincine varıyordu”.02) Petrarca’ya duyduğu yakınlığın nedeni farklıydı: “Tarihsel bir sürekliliği yeniden bulmak değildi onun sorunu, denenmiş temeller üzerinde yeni bir dil kurmak istiyordu, o kadar.”03) Roma’da zaman tensel bir duyguydu. Şair, kendi gövdesinde, kendi etinde dokunabiliyordu zamana, sırtından akıp gidişini duyabiliyordu. İçindeydi hayat, “yılları yüklenmiş” hissediyordu kendisini: “Kum saati”, “kum tanecikleri” kitabın öne çıkan imgeleriydi. Geçmiş, Tarih tüm görkemiyle Roma’daydı. Nqe’deki (Allegria) uzam ve doğa duygusu, ‘yer yurt’ kaygısı Zaman Duygusu ‘nun, ‘kronos’ figüründe öne çıkan, kronolojik zamanı duyumsayabilme kaygısına dönüşmüştü. Ungaretti’nin dizesini ve dilini değiştirdi bu yeni bakış: Dize, sözcük ve hece’de damıtılmıyordu artık, söylem içine yerleşmiş, diyaloğa soyunuyordu, dize açılmış, uzamıştı, noktalama işaretleri, parantezler, yarım cümleler girmişti Ungaretti şiirine.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir