GÜNEY İRAN’IN petrol zengini Kuzistan eyaletinin başkenti Ahvaz’ ın birkaç mil güneyinde, yani benim doğup büyüdüğüm yerde Karun Nehri sükunetle aşağılara doğru akıp gitmeden evvel hafifçe batıya kıvrılır, yaklaş an akş amın ış ığında parlak bir çikolata rengine döner, kıyılarında kendiliğinden yetişmiş bereketli palmiye korularını cömertçe besledikten sonra Basra Körfezi’ne dökülmek üzere ağır ağır yol alır; oradan da sanki hiç var olmamış gibi Umman Denizi’ne karış ıp Hint Okyanusu’nda noktalar yolculuğunu. Son Pehlevi şahının, ülkenin dört bir yanında –ç ocukluk arkadaş larımla hep bu nehrin kıyılarında gezdiğimiz SO’li yılların ortasında her yönüyle bir yenilik olan- buzdolabı gibi aletlerde kullanılan elektriği üretmek üzere inşa ettirdiği heybetli barajı aşan Karun, devasa türbinlerin mekanik sarsıntısından çektiği çileyi zarafetle taş ır. Tesadüfen karş ılaştığınız baş ıboş bir köpek, birkaç ürkek tavuk, belki de bumu havada ama hiçbir işe yaramayan bir horoz, nadide bir kedi ya da amaçsızca gezinen bitkin, sıska bir atı saymazsak, Karun kıyılarında pek hayvan olmazdı. Ama sabırlı olup da hurma ağaçlarının dibine, mahsun ve kurş uni gökyüzüne doğru uzanan heykel gibi gövdelerini çevreleyen, hafif ikindi esintisinin okş adığı tüylü kabuklarına daha dikkatli bakacak olsanız, refah içindeki karınca kolonilerinin dur durak bilmeyen faaliyetini fark ederdiniz. Koyu kahverengi, cılız, daima evhamlı ve sıska bacaklarıyla çok daha telaş lı görünen ortalama şehir karıncalarından daha büyük, etli ve çok daha kaba sabaydı bu karıncalar. Şehir karıncalan gözüme hep -tam olarak ne olduğunu asla bilemediğiniz- bir şeyden kaçıyor ya da ona yetişmeye çalış ıyor gibi görünürdü. Hep eriş ilmez görünen bir ş eyin peş inden koşarken daima çok azimli, kararlı, hatta ürkmüş görünürlerdi. Bu şehir karıncaları ilahiyatçı olsa, serkeş 16 İRAN: KETLENMİŞ HALK kaderciler olurlardı muhakkak. Taş ra karıncalarıysa aksine yüce gönüllü Karun’u çevreleyen bereketli tarım hayatından beslenen özgür irade yanlısı ilahiyatçılara benziyorlardı. Yoksul şehirli akrabalarının zengin taş ralı kuzinleri gibiydiler. Her zaman ne yaptıklarını biliyor da, sıradan gündelik iş lerini yapmak için hiç telaş lanmıyor gibi bir halleri vardı. Sanki gittikleri yere varmak için önlerinde sınırsız zamanları vardı. Bu besili, kendinden emin taşra karıncalarını, şehrimizin sokaklarına atılmış bir parça ekmeğ in ya da bir tavuk kemiğ inin baş ında didişen nevrotik kuzinlerinden ayıran tam da bu sükunetti iş te. Hurma korularının çevresine kurulmuş küçük köylerde yaş ayanların davranış larında da işte bu karıncaların sabrından ve ağ ırdan alma tavrından bir şeyler vardı. Bu çiftçilerin kendilerine has, cömert mi cömert bir mesafe anlayış ları vardı. Diyelim ki onlara bir köyün ya da bir korunun nerede olduğ unu sordunuz; ellerini arkalarında kavuşturur ya da tespihlerini çekmeye devam eder, size asla orayı göstermez ya da nerede olduğ unu söylemezlerdi. Sadece kavruk yüzlerinde kibarca bir gülümsemeyle size sabırla bakar, sonra da kafa larını kaldırıp çeneleriyle bir yönü göstererek, “Hona, hona!” (“Şurası, ş urası !”) derlerdi. Kim bilir, Basra’nın, Kerbela’nın, Necefin, Bağdat’ın, hatta Kahire’nin yerini soracak olsanız, parmaklarıyla işaret edip, “O vakit, şu yana doğ ru epey bir yolun var,” derlerdi herhalde diye aramızda eğlenirdik. Bu cömert, sabırlı ve telaş sız zaman ve mekan anlayış ına çoğu kez hayret etmiş imdir. Kimi zaman onların iklime ve günlerle mevsimlerin ritmine sağ ladıkları uyumun bir belirtisi, kimi zaman yürümeye alışageldikleri uzak mesafelerin bir göstergesi ya da sonsuz sabırlarının bir ifadesi olduğ unu düş ündüm bunun. Ama ne muazzam bir zihinsel dinginlikti bu ! Nirvana da böyle bir şey olmalı: ağ ır ve sabırlı bir taş ın uzaklardaki bir göl anısının derinliklerine usulca çökmesi gibi sükunete gömülmek. İş te bu dinginliğ in. maddi ama ezeli bir zamanın, tarih boyu sürüp gelen sabır ve azmin ış ığ ı, bugün bizim “İ ran” dediğ imiz ş eyin ince kabuğ unun altında hiila yanıp sönüyor. GİRİŞ 17 Yanın yüzyıl sonra dünyanın diğer tarafında, çiftçilerin neşe dolu, eli açık bilgeliğinden ve hunna ağaçlarından çok uzakta, ABD Dış iş leri Bakanlığı’nda görev yapan Francis Fukuyama, l 989’da yazdığı bir makaleyi geniş leterek l 993 yılında Tarihin Sonu ve Son insan adıyla basılan bir kitap haline getirdi. Bundan kısa süre sonra, Harvard Üniversitesi’nde profesörlük yapan Beyaz Saray güvenlik planlama eski koordinatörü Samuel P. Huntington da l 993 tarihli bir makalesini geniş leterek Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması adlı bir kitap kaleme aldı. Kitap 1 998 Ocağı ‘nda yayımlandı. I Fukuyama Tarihin Sonu ve Son İnsan’da liberal kapitalist demokrasinin en sonunda ideolojik rakiplerinin hepsini yenilgiye uğratmayı baş ardığını ve Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Berlin Duvarı’ nın yıkılışı ve Doğu Avrupa Bloğu’nun dağılması ertesinde “liberal Batı demokrasisinin” diğer siyasi seçeneklerin tümüne üstün geldiğini savunmaktadır. Bunun neticesinde de, çekişen fikirlerin ideolojik muharebe alanı olarak “tarih” en nihayetinde son bulmuş tur. Fukuyama’nın dediğine bakılırsa, bunu kendisine Hegel öğretmiş tir. Samuel Huntington da Medeniyet/er Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması’nda “liberal Batı demokrasilerinin” galip geldiğini varsaymaktadır. Ama ona göre, yıllar süren ideolojik çatışmanın ardından dünya bir “medeniyetler” çatış ması çağına girmiştir. B una göre insanlar kapitalist “Batı” modernliğine karşı durma yollarına iliş kin fikirleri tüketmiş tir ve “Batı Medeniyeti”nin ilerleyiş ine karşı koymak üzere kendi kabile bağlarına baş vunnaktadır. Huntington’a bakılırsa bu konuyla ilgili bir ş ey yapmak gerekmektedir. Fukuyama ve Huntington tarihin kategorik son buluşu ve “Batı”nın tekyanlı olarak galip ilan edilmesini zaferin bir medeniyet soyutlamasına dönüştürülmesiyle bağdaş tırarak birbirlerinin tasına su dökmektedirler. Fukuyama bütün alternatif tarih anlatılarının üstüne çarpı atmaya giriş ir, zira bunlar ezilen ulusların eline imparatorlukların ve bürokratlarının kabannış kibrinde delik açacak silahlar vennektedir; öte yandan Huntington da bu ulusların küreselleş- 18 İRAN: KETLENMİŞ HALK miş zorbalığa karşı isyanlarıyla daha iyi başa çıkabilmek amacıyla onları ve onların başkaldınlarını bir avuç uydurma medeniyet kategorisine indirger. Karun’un uzak kıyılarına ait bir şeyler, iki yazarın da kendi kendisini kandırdığını söylüyor bana. Hem dünyevi hem ezeli bir tarih anlayışının dinginliği ile tarihi kendinden uzak tutan teleolojik gayecilik arasındaki anlatısal mesafeden yola çıkarak, İran konulu bu kitabı yazma noktasına geldim. “Tarihin sonu” ilan edildikten sonra herhangi bir ulusun hikayesini anlatmak, hatta tarih yazmak nasıl mümkün olabilir? Bana göre Kuzey Amerika’ya özgü bir düşünsel bayağılık olan bu ilan aslında ahlaki tahayyülün tükenişidir; böyle bir tükeniş de kendi kendisine alkış tutan ve zafer naraları atan bir tarihyazımı-karşıtlığının ve herhangi bir halkın tarihine eğilmek şöyle dursun, onu tanımayı bile reddeden kasti bellek yitiminin yükselişiyle at başı gider. İran’ın ya da başka bir yerin tarihini anlatmak, tarihin artık son bulduğunu kendinden emin bir biçimde ilan edecek denli kendini muzafferane Hıristiyan gayeciliğine inandırmış bir “süpergücün” küstahça emperyal kibrine ahlaken ve yaratıcı bir şekilde kafa tutmanın bir yoludur. Bürokratik strateji uzmanlarının ve imparatorluk taktikçilerinin zihinlerinden başka hiçbir yerde tarih son bulmuş .değildir. Hegel’e göre tarih Yunan ve Roma’da başlayıp Almanya’da zirveye ulaşmıştır. Fukuyama’ya bakılırsa tarih ABD Dışişleri Bakanlığı’nda son bulmuştur. Dünya aksini söyleyebilmek için yakarmaktadır. Hegel’in tarihe girmesine izin vermediği bizim gibilere şimdi de Fukuyama şöyle demektedir: “Kusura bakmayın millet! Tarih sona erdi!” Ama hayır, halklar olarak, büyük anlatılan reddeden madunlar olarak bizler itiraz ediyoruz. Halkların nerede yaşadıkları ile büyük anlatıları uyarınca nerede yaşamış olduktan arasında sistematik bir nostaljik fark, bir yerinden yurdundan edilmişlik vardır-sanki koca dünya yasak bir ülkede sadece bir sene geçirip sonra oradan kovalanmıştır. Şimdi de boş ve kestirilmez vakitlerde o yeri unuttuğunu sandığında hatırlayıp. hatırladığını sandığında unutmaktadır; bir unutup bir hatırlamaya hem mahkum edilmiş hem de böylece takdis edilmiş haldedir. GiRiŞ 19 İran’ın son iki yüzyıllık hikayesi, iş te bu yerinden yurdundan edilmiş lik hissinden payını ziyadesiyle almış tır. İranlılar sömürgeci modernlikle karşılaşma sürecinde bu yerinden edilmiş lik hissini yaş amış , ülkelerinin meş ru yerinden oynatıldığını, coğrafi açıdan bulunmaması gereken bir yerde bulunduğunu düşünmüş tür. Bu durum da İranlıların bir ülke, bir halk, bir yer olarak İran konusunda yaş adığı süreksizlik hissini açıklamaktadır. Bu yerinden edilmiş lik hissini, olaylar baş ka yerde cereyan ederken oradan alınıp ait olmadığınız bir yere yerleş tirilme hissini etraflıca anlamak ve aktarmak istiyorum. Şarkiyatçılar İranlılara Hint-Avrupa milletinden olduklarını, ama Ortadoğu’da saplanıp kalarak, Samilerin -Yahudiler, Araplar vs.- ortasına düş tüklerini anlatmaktadır. İnsanlar bu gibi zahiri kategorilerin mutlak geçerliliğine sanki vahiymişçesine itimat ediyor. İranlılar hiddetle Arap, Hintli ya da Türk olmadıklarında diretirler – oysa onlara çok benzer ve sık sık onlarla karış tınlırlar (ki anlaş ılmaz bir nedenden dolayı bunu hakaret sayarlar). İranlılar demokratik bir hükümet modelini bundan nesiller önce hak ettikleri kanısındadır. Halbuki bugün bir İslam cumhuriyetinin ruhbanları tarafından bölgedeki en irticai teokrasiyle yönetilmektedirler. Bir Yahudi devleti ile köktendinci bir Hint hareketinin komşusu olan İranlılar, İslam cumhuriyetiyle yönetildikleri sırada kendilerini kibirli bir Hıristiyan imparatorluğuyla ş iddetli bir münakaşa içinde bulmuş lardır. Bir İslam cumhuriyeti, bir Yahudi devleti, bir Hint köktendinciliği ile bir Hıristiyan imparatorluğunun ortasında bile, tarihin sonuç çıkarıp değerlendireceği, baş layacağı ve taş ıyacağı daha birçok şey vardır. Modern İran tarihi konusunda yanılgılarla dolu bir belleğe sahip olma hissi, aslında ait olunmayan bir tarih noktasına geçici olarak oturulduğuna dair topluca bastırılmış bir duygu var İranlılarda. Öyle ki, tarihin başka bir yerde cereyan ettiği hususunda İranlılar arasında tam bir mutabakat vardır adeta; biz de bu başka yere aidizdir, ama ait olmadığımızı, hak etmediğimizi düşündüğümüz bir yerin geriletici eğreti uzamına saplanıp kalmış ızdır. Tam anlamıyla bir arada kalmış lık hissi söz konusudur hep. Travmatik bir şey -bir askeri darbe, bir devrim, deprem, başka bir ülkenin saldırısı- olduğunda belleğimizin harekete geçtiğini, iş lemeye baş ladığını hissederiz. Tarihteki yerimizin yanlış lığını, doğru yerin uzakta kalmış 20 İRAN: KETLENMİŞ HALK tatlı hatırasını anımsanz; zamanın bir noktasındaki bu yere sahip olmak için öyle çaresizce debelenmişizdir ki o geri dönüp üzerimizde yarattığı etkiyle sahip olmuştur bize ve bunun farkına bile varmamışızdır. Bize candan ve insancıl, yakın ve yürekten gelen şeyleri hatırlarız – ama sonra hepsini unutmak, dünyadaki yerimize dair bir zamanlar çok huzur verici ve iç rahatlatıcı olan, ama artık yabancılaştırıcı ve geçici görünen şeyleri hatırlamamak gibi ortak bir alışkanlığımız var. Bu modem İran tarihi anlatısında etraflıca ele almak istediğim de, tarihin normatif seyrinden işte bu bir anlığına kurtulma h issidir – sonra bir de bakarsınız ki tarih sizi arkada bırakmış! Bu anlatı, hiçbir yerde tarihin son bulmadığı, hatta bizim açımızdan tarihin başlamadığı yolundaki görüşüme dayanmaktadır. Bizler Hegel’den Fukuyama’ya kadar hep tarihin dışında bırakıldık. Tarih ne vakit başlayacak olsa, birileri tarafından toplanıp bulunduğumuz yerden uzaklaştırıldık, başka bir yere, olmak istemediğimiz yere gittik gibi geliyor bize. Bu yüzden, sahip olmadığımız, ama yine de üzerimizdeki etkisiyle bize sonsuza dek sahip olan “bir yerin” tatlı hatırası i le tarihte başka bir yere ait olduğumuz, ama o “başka yerin” nerede olduğuna dair hiçbir ipucuna sahip olmadığımız hissi arasında böyle gidip geliyoruz işte. Yakın tarihimiz ve yaşantımız iki zıt kutup arasına, yani ödünç alınmış bir geçmiş ile ebediyen ertelenmiş bir gelecek arasına kıstırılmış, buradan anlatılıyor. Bense tarihin son bulmak şöyle dursun, başlamasının bile mümkün olmadığı bu iki kutbun arasında bir yere yerleştirmek istiyorum modern İran’ın tarihini. Kitaptaki temel savım, “İran” denen şeyin sistematik olarak kendiyle çelişmeye eğilimli bir ruh hali olduğudur. Bu çelişkinin ana hatlannın ve günümüzde geldiği noktaya ilişkin paradoksların bir haritasını çıkarmayı amaçlıyorum. Kitapta İran’ın son iki yüzyıllık tarihini okuyacaksınız, ama karşı çıkışı, bakış açısı ve masaya vuracak yumruğu olan bir tarih bu; İranlıların sömürgeci modernlikle karşılaşma sürecinde gündeme gelmiş ama çözümlenmemiş sorunları tartışmaya açan bir tarih. Memleketlerinde yaşayan yaklaşık yetmiş milyon İranlı, dünyanın dört bir yanında yaşayan daha mil- GİRİŞ 21 yonlarcası ve dünyanın geri kalanı, aynı kapıya çıkan terörizm ile terörizme karşı savaş seçenekleri arasına kıstınlmış halde, ölüm saçan ve giderek genişleyen bir şiddet döngüsünü yaşıyor. Bir mermi kafatasınızı parçaladığında ya da bir intihar bombacısı kendisiyle beraber görünürdeki her şeyi tuzla buz ettiğinde, Başkan Bush ile Başbakan Blair’e mi yoksa Usame Bin Ladin ile Ebu Musab El Zerkavi’ye (2006’da öldürüldü) mi inandığınızın hiçbir önemi kalmaz. Bu kitabı yazmak, bir müdafaa eylemidir. İran üstüne düşünüp yazmanın ya Azer Nefısi’nin Tahran’da “Lolita” Okumak’ı (2003) ya da Kenneth Pollack’ın The Persian Puzzle’ı (İran Bulmacası, 2004) ile sınırlı olduğu bir kamusal alanda kılıçlar çekilmiş, hesaplaşma vakti gelmiştir.2 İki kitabın tek ortak noktası aynı yayınevinden çıkmış olmaları değildir. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’ne ve bu proje kapsamındaki emperyal emellere hizmet etmeleri bakımından birbirlerini tamamladıktan gibi, aralarında hakikaten organik bağlar da vardır. Nefisi’nin tasvir ettiği İran George W. Bush ve Hıristiyan savaşçıları tarafından kurtarılmayı beklerken Lolita okuyan bakire hurilere azgın (din) adamların(ın) tecavüz ettiği bir yerken, Pollack da bu hurilerin kurtuluşuna giden stratejik bir yol haritası çıkarır. Amerika Birleşik Devletleri önderliğindeki kanunsuz ve ahlaka aykırı Irak işgaline ve akabinde on binlerce masum insanın katline zemin hazırlayan önceki kitabı The Threatening Storm: The Case for lnvading fraq’ tan3 (Tehditkar Fırtına: Irak İşgalinin Zemini) sonra Pollack’ın insanlık suçlarına iştirakı gerekçesiyle Uluslararası Adalet Divanı’na sevk edilmemesi gibi bir rezalet yaşanmış; onun yerine (bu defa daha ihtiyatla da olsa) İran saldırısını gerekçelendirmek üzere Nefisi’nin yayıncısıyla kazançlı bir sözleşme daha imzalamıştır. İran konulu kitabında Pollack’ın izlediği stratejide ufak bir değişiklik olsa da, emperyal mantığı olduğu gibi kalmıştır. Bu savaş çığırtkanlarının, ayrıca onların yerel muhbirlerinin ve emperyal strateji uzmanlarının ağızlarının payını vermek istiyorum.
Hamid Dabashi – İran- Ketlenmiş Halk
PDF Kitap İndir |