Ihsan Atasoy – Molla Hamid Ekinci

BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ’NİN Eski Said’den Yeni Said’e geçiş döneminde, Van ve Erek Dağı’nda geçirdiği iki yıl altı aylık (1923-1925) sürede en yakınında bulunan bahtiyarlardan biri Molla Hamid Ekinci’dir. Molla Hamid, adsız, şansız, iddiasız, ümmi, içi-dışı bir ve berrak, tipik bir Anadolu insanıdır. Üstad’ın “Kapıcım” dediği bu mübarek insanın, bahsi geçen döneme damga vuran hatıraları büyük önem taşır. Bu hatıralar, onun dilinden bir süt berraklığında, bir bal tatlılığında dökülüp durur. Dinleyenlerin kulaklarından kalplerine bir feyiz pınarı halinde akar. Yaşadığı müddetçe Türkiye’nin her yerini gezerek, son derece sade ve fıtrî bir üslupla anlattığı bu hatıralar, Nur talebelerinin hafızalarında ve kayıt cihazlarında korunarak günümüze kadar gelmiştir. Kendisinden sonra maddî-manevî varisi olan oğlu Hasan Ekinci, aynı tatlı üslupla, bu hizmeti, sözlü kültür geleneğimizin bir gereği olarak büyük bir şevk ve gayretle devam ettiriyor. Çağrıldığı her yere gidip babasından duyduklarını orijinal üslubuyla bıkmadan, usanmadan anlatmaya devam ediyor. Cenab-ı Hak, kendisine sağlıklı ve uzun ömürler versin. Molla Hamid Ağabey’in hatıraları, başta mahdumu Hasan Ekinci olmak üzere, birkaç kanaldan elimize ulaştı. Çalışmada özellikle Üstad’ın Birinci Cihan Savaşı ve esaret yılları Ali Çavuş’un anlatımlarıyla yer alıyor. “Koşan Adam” Bediüzzaman’ın hayatı hep “koşan adam” esprisi içinde geçmiştir. Küçük yaştan itibaren kabına sığmayan bir cevvaliyetle medreseden medreseye, cepheden cepheye, sürgünden sürgüne, zindandan zindana koşup durmuş, ömrü, daimi bir sefer halinde geçmiştir. Evet o, “Acele ettim, kışta geldim” demiş, üst üste yığılmış zulümat dalgalarına karşı elinde Nur meşalesiyle daima koşmuş, ömrü, karanlık ordularına karşı sefer düzenlemekle geçmiştir. Evet o, Yasin Suresi’nde ifadesini bulan ve şarktan garba koşup duran bir “raculün yes’a”dır.


Yani yüksek ideali ve büyük davası uğruna, durup dinlenmeden “koşan bir adam”dır. O, 23 Mart 1960’ta Urfa’da Rabb’ine kavuşmakla sükûn bulur ve bu dünya misafirhanesindeki mücadelesini tamamlar. Eski Said, Üstad Bediüzzaman’ın özellikle siyasî ve sosyal çalkantılarla geçen ve bunlara çözüm aramakla meşgul olduğu hayat döneminin adıdır. Biz bu çalışmada, Eski Said dönemine hatıralar eşliğinde bir seyahat yaptıktan sonra, Yeni Said’e intikal süreci olan Van’ın Erek Dağı’nda geçirdiği o muhteşem dönüşüm devresini ele alacağız. Bu intikal süreci, özellikle Erek Dağı’ndaki muazzam tefekkür, zikir ve inziva safhasıdır. Bu dönemde yanında bulunan simalar arasında, Molla Hamid, Molla Resul, Molla Münevver, Molla Yasin, Ali Çavuş, Abdülmecid Ünlükul gibi talebeleri olduğu gibi, Şeyh Enver, Şeyh Hasan Efendi, Müftü Ömer Efendi, Şeyh Abdülbaki Efendi gibi tanınmış âlim ve meşayih de bulunmaktadır. Ancak bunlar arasında gerek Nurşin Camii ve gerek Erek Dağı’nda sürekli hizmetinde bulunan Molla Hamid Ekinci’nin hatıraları ayrı bir öneme sahiptir. Van’da, 1907’ye kadar mahalli âmir ve âlimlerle ilmî ve fikrî temaslar kuran Bediüzzaman Molla Said-i Meşhur, idealini gerçekleştirmek için İstanbul’a gidip oradaki ulema ve devlet ricaliyle de görüşür. Ancak fikirlerini cesaretle ve pervasızca savunmanın bedeli olarak önce tımarhaneye, sonra da hapishaneye düşmekten kendisini kurtaramaz. Böylece dönemin çoğu hürriyetçilerinin uğradığı akıbetten nasibini alır. Bediüzzaman, hürriyet ve meşrutiyeti, “meşru” kaydıyla kabul eder. Bu konularda, gazetelerde çıkan veciz makaleleri ve heyecanlı nutuklarıyla İslam’ın başkentinde kısa zamanda dikkatleri üzerine çeker. Fakat İstanbul’un karışık efkârından sıkılarak tekrar Van’a döner. Oradan, İslam âleminin sorunlarına çareler ihtiva eden meşhur hutbesini okumak üzere Şam’a gider. Şam’dan İstanbul’a geçip Şark vilayetleri adına Sultan Reşad’la Rumeli seyahatine katılır.

Dönüşte Van’da en büyük ideali olan Medresetü’z-Zehra’nın temelini atmaya muvaffak olur. Ancak Birinci Cihan Savaşı’nın patlak vermesi üzerine bu teşebbüs de geri kalır. Bundan böyle kalem-kitap tutan elleri, silah ve kılıç tutmaya başlar. “Koşan adam”, bu defa cephelerden cephelere koşar. Çünkü düşman istilasına uğrayan vatan toprakları maddî cihat beklemektedir. Talebeleri ve sivil halktan oluşan milis kuvvetlerinin başında, at sırtında, ordulara taktik ve cesaret veren bir kumandandır o… Fakat ilmin gelecekteki hâkimiyetine olan inancı onu seferde de rahat bırakmaz. Daha önce yazmaya başladığı Kur’an tefsiri İşârâtü’l-İ’câz’ı at sırtında ve siperde de yazmaya devam eder. Fakat bu kıymetli eseri, vatanıyla birlikte geri bırakıp düşmana esir düşer. İki buçuk yıl Rusya’da esarette kaldıktan sonra İstanbul’a döner. İstanbul’da birkaç sene Darü’l-Hikmeti’l-İslamiye’de ilmî faaliyetine devam ederken, çok sevdiği İstanbul’un düşman tarafından işgaline de şahit olur. Çanakkale’yi geçemeyen İngiliz gemilerinin Dolmabahçe Sarayı’na kadar dayandığını görür. Bu durum sürdükçe kendisine rahat yüzü yoktur. Mücahit bir âlim kimliği ve sorumluluğu onu rahat bırakmaz. Bu defa İngilizlere karşı kılıçtan keskin kalemiyle mücadeleye başlar. Kendilerine taraftar bulmak için sinsi propaganda yapan İngilizlere karşı Hutuvat-ı Sitte’yi yayınlar.

Bu eserle, İngilizlerin Müslümanlar üzerinde kurmaya çalıştıkları hâkimiyetin tesirini kırarak halkın moralini artırmaya çalışır. Eseri okuyan İngiliz işgal komutanı, Bediüzzaman’ın vücudunu ortadan kaldırmaya karar verir. O, tehditlere aldırmayan ve tehlikelerden yılmayan cesur mücahit, bu defa, her gece ayrı bir yerde kalır. İzini kaybettirerek mücadelesini sürdürür. Bu arada yeni kurulan hükümet, kendisini Ankara’ya davet eder. Önce, “Ben tehlikeli yerde mücadele etmesini severim!” diyerek bu davete icabet etmek istemez. Ancak çok samimi dostlarının araya girip ısrar etmesiyle Ankara’ya gitmeyi kabul eder. Fakat Ankara’da, ne yazık ki, uğrunda mücadele ettiği değerlere sırt çevirmiş bir zihniyetle karşılaşır. Bunun üzerine, kaleme aldığı on maddelik bir beyannameyle yeni Cumhuriyet’in, hangi temeller üzerine kurulması gerektiğine işaret eder. Fakat iş başındaki kadronun sahip olduğu zihniyeti görünce, aldığı manevî bir işaretle Ankara’yı terk etmeye karar verir. Artık siyaseti tümüyle geride bırakıp yepyeni bir ufka kanat açmak üzere Ankara’dan ayrılır. Hasretini çektiği memleketinin huzur dolu dağlarındaki mağaralarda inzivaya çekilerek, Rabb’iyle baş başa kalma arzusuyla Van’a döner. Erek Dağı İşte Van’ın Erek Dağı, bu süreçte onu bağrına basan kutlu mekânlardan biridir. Erek, onun için, gayesine giden yolda önemli bir kavşak noktasıdır. Erek, ebedî kurtuluş reçetesi olan iman hakikatlerini meyve vermek üzere yattığı bir kuluçka dönemidir.

Erek, kozasını örmek için kabuğuna çekilen tırtıl misali, uhreviliğe kanat açtığı bir kapıdır. Erek, zahiren bir geri çekilme, gerçekteyse yeni hamlesinin itici gücüdür. Erek, manevî ve fikrî yolculuğunun nurlu ve feyizli bir durağıdır. Erek, kendisini Eski Said’den Yeni Said’e taşıyan, iç dünyasında derinleştiği ve geliştiği bir seyr ü sülûk ve bir manevî miraç basamağıdır. Bir Tespit, Bir Tavsiye ve Teşekkür Bediüzzaman Said Nursî, Nurs köyü civarında bulunan medreselerde okuyarak, on beş yaşında icazet aldıktan sonra, beş sene Bitlis, Siirt ve Mardin dolaylarında seyahatlerde bulunur. Aşiretler arasında âlimlerle münazaralar yapar. Bu münazaralar neticesinde Molla Said-i Meşhur ismiyle tanınır. Daha sonra “zamanın benzersizi, eşsizi” anlamında Bediüzzaman lakabını da alır. Bu isim, yediden yetmişe herkesin dilinde dolaşmaya başlar. Bediüzzaman, ilk defa 1897 yılında yirmi yaşında bir delikanlıyken Van’a gelir ve bundan sonraki yaklaşık yirmi senelik hayatını aralıklarla bu şehirde geçirir. Zaman zaman yaptığı seyahatler dışında gençliğinin en önemli çağları Van’da geçer. Tahsil hayatından sonraki tedris (ders verme) dönemi de genellikle Van merkezlidir. Bu çalışmada, çocukluk ve gençlik dönemini atlayarak, İstanbul’a ilk gidişi olan 1907 yılıyla başlayan “İslam’ın hayat-ı içtimaiyesiyle ve siyasetle daha alakalı” Eski Said dönemine göz attıktan sonra, onu Yeni Said’e taşıyan süreçteki hatıralarına, Erek Dağı’nda geçirdiği o müthiş manevî murakabe, tefekkür ve tezekkür dönemine yer vereceğiz. Bu çalışma, Üstad’ın hayatının bir kesitine ağırlık vermekle, diğer biyografi çalışmalarımızdan biraz ayrılmaktadır. Aslında bu serinin her çalışması Üstad’ın hayat dönemlerinden birine ışık tutmaktadır.

Bu yönüyle araştırmalarımız, Üstad’ın hayatının etrafında birer arkeolojik kazı çalışması niteliğindedir. Çünkü Üstad’ın baştan sona fazilet ve harikuladeliklerle dolu hayatının pek çok noktası hâlâ açıklık kazanmış değildir. Hatta Tarihçe-i Hayat, Üstad’ın kendi şahsıyla alakalı hatıralarına nazar edilmeyerek hazırlanmıştır. Üstad, o zaman dikkatlerin Risale-i Nur’a çevrilmesini istemiştir. Tarihçe-i Hayat’ın giriş bölümünde yer alan şu ifadeler bu gerçeğe ışık tutmaktadır: “Hem Üstad’ın mesleğini, meşrebini ve hususî ahvalini, pek çok seciye ve hasletleri şahsında ve hizmetinde toplayan şahsiyetini tarif edemedik. Onun yaşadığı müteaddit hayat safhalarını yakından gören ve içinde bulunan talebe ve hizmetkârlarını birer birer dinlemek ve görüşmek lazımdır ki, tarihçe-i hayatı bir derece mufassal hazırlanabilsin.” [1] Bu konuda muhterem Necmeddin Şahiner’in çalışmaları ve onu takip eden Abdülkadir Badıllı Ağabey’in gayretleri takdire şayandır. Bize düşen, bu gayretleri bir adım daha ileriye götürmektir. Bu yüzden Üstad’ın şahsiyetinin değişik yönlerini açığa çıkaracak hatıralar büyük önem taşır. Onun yakınında bulunup feyiz almış şahsiyetlerin hatıralarını kaydetmek, Üstad’ın hayatını anlamak ve anlatmak bakımından önemli bir gayrettir. Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumlarına katılan yabancı bir sosyologun bu konudaki şu tespiti, çok dikkat çekici ve yol gösterici olsa gerektir: “Lütfen bu zatın (Bediüzzaman’ın) mümkünse en küçük ve detay hatıralarını ve hayat karelerini dahi tespit edip kaydetmeye çalışın!” Hiç şüphesiz, baştan sona huzur-u ilahide, fenafillah, bekabillah makamında geçmiş bir ömrün en küçük kareleri de çok anlamlı olsa gerektir. Büyük hikmetlerin, çoğu zaman ayrıntılarda saklı olduğuysa ayrı bir gerçektir. Bu çalışmadaki Molla Hamid Ekinci ve Ali Çavuş’un Üstad’ın sıcaklığını kalbimizde hissettirecek canlı hatıra ve tespitleri, büyük değer taşımaktadır. Allah kendilerinden razı olsun ve onlara rahmet eylesin. Bizleri de, ukbada, içinde bulundukları kafile-i nuraniyeye refakat edenlerden kılsın.

Âmin! Başta her iki zatın hatıralarını ve o dönem Van’da yaşayan Üstad’ın dostu büyük simaların hayatlarıyla ilgili bilgi ve belgeleri bize ulaştırmada büyük payı olan Molla Hamid Ağabey’in mahdumu Hasan Ekinci Bey’e ve titiz bir Nur arşivcisi olup bilgi ve belgelerini bize açan Mustafa Birlik Ağabey’e teşekkürü bir borç bilirim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir