Cumhuriyet’le başlayan Türk Aydınlanma Devrimi’nde, dünya klasiklerinin Hasan Âli Yücel öncülüğünde dilimize çevrilmesinin, kuşkusuz önemli payı vardır. Cumhuriyet gazetesi olarak, Cumhuriyetimizin 75. yılında, bu etkinliği yineleyerek, Türk okuruna bir “Aydınlanma Kitaplığı” kazandırmak istedik. Bu çerçevede, 1940’lı yıllardan başlayarak Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayınlanan dünya klasiklerini okurlarımıza sunmaya başladık. Büyük ilgi gören bu etkinliği Milli Eğitim Bakanlığı’nca yayınlanmamış -ancak Aydınlanma Devrimi yarıda kalmasaydı yayınlanacağına kesinlikle inandığımız- dünya klasiklerini de katarak sürdürüyoruz. Cumhuriyet TRISTAN VE ISEUT I TRISTAN’IN ÇOCUKLUK YILLARI Bir güzel aşk ve ölüm masalı dinlemek ister misiniz efendilerim? Tristan’la Kraliçe Iseut’nün masalı. Dinleyin bakın, birbirlerini hem ne büyük bir sevinç, hem de ne büyük bir üzünçle sevdiler. Sonra da nasıl birbirleri için aynı gün öldüler. Bir zamanlar, Cornouailles’da Marc adında bir kral egemendi. Düşmanlarının Marc’a savaş açtığını öğrenen Loonnois Kralı Rivalen, ona yardım için denizler deryalar aştı. Hem kılıcıyla, hem de sözleriyle Kral Marc’a öyle candan hizmet etti ki, ona bağlı bir uyruk (1) bile daha çoğunu yapamazdı. Kral Marc ona, ödül olarak, kızkardeşini, Kral Rivalen’in deli gibi sevdiği o güzel Blanchefleur’ü verdi. Kral Rivalen kızla Tintagel Manastırı’nda evlendi. Evlenir evlenmez de, baş düşmanı Dük Morgan’ın Loonnois’ya saldırıp tarlalarının, kentlerinin altını üstüne getirdiğini haber aldı. Çarçabuk gemilerini hazırlattı, gebe karısı Blanchefleur’ü de aldı, ülkesinin uzak bir yöresine götürdü. Kanoel Şatosu’nun önüne gelince, onu mareşali Rohalt’ya teslim etti; Rohalt öyle doğru bir adamdı ki bütün dünya onu “Sözünün Eri” diye anardı. Sonra Rivalen bütün baronlarını yanına alıp savaşa gitti. Blanchefleur onu çok bekledi; ama boşuna! Rivalen dönmeyecekti. Günlerden bir gün, Dük Morgan’ın onu haince öldürdüğünü haber aldı. Hiç ağlamadı; ne ah etti, ne çığlık attı. Gelgelelim elinde ayağında güç diye bir şeycik de kalmadı. Ölmek istedi; gerçekten ölmek. Rohalt onu avutmaya çalışıyordu: “Kraliçem,” diyordu, “Üzüntüyü artırmanın bir yararı yoktur; eninde sonunda hepimiz ölecek değil miyiz? Tanrı geride kalanlara ömür versin; ölenlere de bağışlayıcı olsun.” Ne var ki, bu sözler kadına hiç işlemedi. Sevgili efendiciğine kavuşmak için topu topu üç gün bekleyebildi. Dördüncü gün dünyaya bir oğlan çocuk getirdi. Onu kollarına alarak: “Yavrum,” dedi, “Seni dünya gözüyle, bir kez olsun görmeyi çok istedim. Tanrı hiçbir anaya böylesine güzel bir yavru vermemiştir. Seni üzüntüyle doğurdum; sana yaptığım ilk şenlik de üzüntülü oldu; bugünkü ölesiye üzüntüm de senin yüzünden. Dünyaya gelişin baştan aşağı üzüntü olduğuna göre, adın da üzüntüyle ilgili olsun; Tristan (2) olsun. Sözünü bitirince oğlunu bir kez öptü, arkasından da hemen öldü. Sözünün Eri Rohalt öksüzü aldı. Dük Morgan’ın adamları Kanoel Şatosu’nu sarmaya başlamışlardı. Rohalt nasıl olacak da uzun boylu savaşabilecekti? Boşuna dememişler, “yiğitlik düşüncesizlik değildir” diye! İster istemez Dük Morgan’a teslim oldu. Morgan, Rivalen’in oğlunu öldürmesin diye de, çocuğu kendi öz oğluymuş gibi gösterdi, kendi oğullarıyla birlikte büyüttü. Aradan yedi yıl geçip de onu kadınların elinden alma zamanı gelince, Rohalt, Tristan’ı bilgili bir eğiticiye, iyi yürekli adamı Gorvenal’e teslim etti. Gorvenal onu birkaç yıl içinde, baronlara uygun sanatlarda eğitti. Mızrak, kılıç, kalkan ve yay kullanmasını; taştan diskler atmasını; bir sıçrayışta en geniş hendekleri atlamasını gösterdi. Bütün yalanlardan, bütün hilelerden nefret etmesini, zayıflara yardım etmesini, verilen sözü tutmasını öğretti; türlü ezgi biçimlerini, arp çalmasını belletti; öyle ki, genç binicilerin arasından atıyla şöyle bir geçecek olsa, atı, silahları, kendisi, birbirinden ayrılmazdı. Onu öyle soylu, gururlu, geniş omuzlu, dar kalçalı, güçlü, bağlılığı içten ve babayiğit gördükçe, herkes, böyle bir oğlu var diye Rohalt’yı kıskanıyordu. Rohalt ise, Rivalen’le Blanchefleur’ün gençlik ve inceliklerinin onda yaşadığını düşünür, onu oğlu gibi sever, gizliden gizliye de efendisinin yerine koyup ona saygı duyardı. Günün birinde Norveçli korsanlar Tristan’ı gemilerine atıp bir kelepir gibi kaçırdılar. İşte o gün Rohalt’nın bütün neşesi alt üst oldu. Bilinmedik ülkelere doğru yol alırlarken, Tristan tuzağa düşmüş bir kurt yavrusu gibi çırpınıyordu. Ama çok denenmiştir. Bütün denizciler de bilirler ya; deniz içi kötülük dolu gemileri pek taşımaz; adam kaçırmalara, ihanetlere falan kolay kolay yardım etmez. Çok geçmeden sular kudurup kabardı, gemiyi karanlıklara boğdu; sekiz gün, sekiz gece öteye beriye sürükledi durdu. Sonunda, günlerden bir gün, gemiciler sisler arasında, kayalıklı dik bir kıyı gördüler. Denizin niyeti, belki de, teknelerini oraya sürüklemek, o kayalarda parçalamak olmalıydı. Pişman oldular; ne diye şeytana uymuş, bu çocuğu alıp kaçırmışlardı? Denizin hışmına işte bu yüzden uğruyorlardı. Çocuğu bırakacaklarına ant içtiler. Onu kıyıya götürecek bir kayık hazırladılar. Rüzgâr hemen durdu, deniz yatıştı, hava açtı; Norveçlilerin gemisi uzaklarda yiterken, dinginleşen neşeli dalgalar Tristan’ın teknesini bir kıyının kumsalına götürüyordu. Tristan güçlükle kıyıdaki kayalığın üstüne çıktı. Bir de baktı ki, ıssız bir koyağın ötesinde, alabildiğine bir orman uzanıyor; Gorvenal’i, babası Rohalt’yı, Loonnois toprağını düşünerek umutsuzluğa kapılır ve üzülürken, bir sürek avının uzaklardan gelen gürültüsü yüreğini sevinçle doldurdu. Tam o sırada ormanın kıyısından güzel bir geyik çıkıverdi. Bir sürü köpekle avcı peşine takılmışlar, bağrışmalarla, boru sesleriyle onun izinden yokuş aşağı koşuyorlardı. Sonunda, koca koca av köpekleri başına üşüşüp ensesinden yakaladıkları gibi, hayvan, Tristan’ın birkaç adım ötesinde diz çöktü; kendini umarsız ölüme bıraktı. Avcının biri bu işi kargısıyla tamamladı. Avcıların bir bölümü halka olmuşlar, borular çalıyorlardı; o sırada avcıbaşı sanki geyiğin kafasını koparacakmış gibi boynunu öyle bir yarış yardı ki, bu işe şaşıp kalan Tristan dayanamadı: – Ne yapıyorsunuz efendim! diye haykırdı; böyle soylu bir hayvan böyle boğazlanır, parçalanır mı? Domuz mu bu? Görenek böyle midir yoksa bu ülkede? Avcı: – Kardeşim, dedi, bunda şaşacak ne var? Hayvanın, ilkin kafasını koparıyorum, sonra da gövdesini dörde böleceğim; bu parçaları eğerlerimizin kuburluklarına asıp, böylece efendimiz Kral Marc’a götüreceğiz. Göreneğimiz böyledir. Ta eski avcıların zamanından beri, Cornouailleslılar hep böyle yaparlar. Ama sen daha iyi bir yöntem biliyorsan, başka; işte bıçak, göster nasıl yapılacağını da öğrenelim. Tristan yere diz çöktü, geyiği parçalamadan önce derisini yüzdü, ondan sonra parçaladı; sağrı kemiğine dokunmadı; öyle görmüştü. Sevilen parçalarını, burnunu, husyelerini, yürek damarını çıkardı. Avcılarla haykırıcılar eğilmiş, hayran hayran onu seyrediyorlardı. Avcıbaşı: – Arkadaş dedi, bunlar ne güzel yöntemler! Nereden öğrendin bunları? Nerelisin? Adın ne? – Efendiciğim, adım Tristan’dır; bu yöntemi Loonnois’da öğrendim; oralıyım. Avcı: – Tristan, dedi, seni bu kadar yaman yetiştiren babadan Tanrı razı olsun. Sanırım zengin, güçlü bir baron olmalı, değil mi? Konuşmanın da, susmanın da yerini pek iyi bilen Tristan kurnazca: – Hayır; efendim, dedi, babam bir tüccardır. Ben de, kimseye haber vermeden, alışveriş için uzaklara giden bir gemiye atlayıp onun evinden kaçtım. Yabancı ülkelerin adamları nasıl yaşarlar, öğrenmek istedim. Beni aranıza almaya razı olursanız, seve seve peşinize takılır, size ne av oyunları öğretirim. – Güzel Tristan, başka yerde savaşçı oğullarının bile bilmedikleri şeyleri, sizin ülkede, nasıl oluyor da tüccar oğulları biliyor? Demek böyle ülke de varmış? Şaşılacak şey doğrusu! Ama sen gel bizimle;
J. Bedier – Tristan ve Iseut
PDF Kitap İndir |