Jose Saramago – Ressamın El Kitabı

İkinci resmi yapmayı sürdüreceğim ama hiçbir zaman bitmeyecek, biliyorum. Çalıştım, çabaladım, başaramadım; şu anda üzerine yazmaya başladığım bu beyaz kâğıt, başarısızlığa uğradığımın ya da tükenmişliğimin en açık kanıtı. Er geç birinci resimden İkincisine geçecek, sonra yazma işime döneceğim ya da aradaki evreyi atlayacağım ya da S.’nin ısmarladığı portreye ya da onun tam yanında bulunan ve S.’nin hiçbir zaman görmeyeceği o öteki portreye bir fırça darbesi daha indirmek üzere yazmakta olduğum bir sözcüğü orta yerinde keseceğim. O gün geldiğinde, şu anda bildiğimden (yani her iki resmin de hiçbir değer taşımadığından) fazlasını bilecek değilim. Ama -kendimi kaptırdığım bu heves, sonuçta bir kullanma kılavuzundaki değişmez kuralları izlercesine dikkatle uyguladığım bu anlatım biçiminin de bana ait olmadığını ortaya koysa bile- kendime ait olmayan bir anlatım biçimine özenmeye, heveslenmeye kalkışmakta haklı olup olmadığıma, karar verecek durumda olacağım. Şimdilik, bu yazının sonuçta başarılı olmaması halinde, bundan böyle beyaz tuvallerimin ve bomboş kâğıtlarımın, üzerinde en küçük bir iz bile bırakamadığım, benden binlerce ışık yılı uzaklıkta bir yörüngede dönen bir dünya haline gelmesi durumunda ne yapaca11 ğımı düşünmemeyi yeğliyorum. Yani kısacası, fırçayı ya da kalemi elime almakla dürüst davranmadığım sonucuna varmam, kısacası (birincisi nasılsa olamadı), çalışıp çabalayıp gene başarısızlığa uğramam ve artık önümde başka fırsatların kalmaması nedeniyle kendimi ifade etme ve düşüncelerimi dışa vurma hakkımı yok saymak durumunda kalmam halinde ne yapacağımı düşünmek istemiyorum. Müşterilerim, bir ressam olarak beni takdir ediyorlar. Başka kimsenin umurunda değilim. Eleştirmenler (çalışmalarım üzerinde tartışmayı henüz bırakmadıkları o yıllar önceki kısa dönemde) zamanın en azından elli yıl gerisinde olduğumu söylüyorlardı – bu da o sıralarda tam tamına rahme düşmeyle doğum arasındaki cenin aşamasında olduğum anlamına geliyordu. Yani kırılgan ve korunmasız bir insan adayı, kendisini nelerin beklediği konusunda acı ve ironik sorgulanmalara açık bir nesne. “Doğmamış”. Çoğu kişi için geçici olan, ancak benim durumumda kalıcı hale gelen bu nitelemeyi zaman zaman düşünmüşümdür ve gariptir, bu durumu acı ama gene de heveslendirici, kabul edilebilir bir olgu olarak görmüşümdür; dikkatle, sakınılarak kullanılması gerektiği için ve öyle kullanıldığından insanın kendi parmaklarının canlı etini keskin kenarının kesinliğine bastırmak isteyeceği bir bıçağın kenarı gibi yani.


Yeni bir resme başladığımda (bıçağın da, canlı etin de bulunmamasına karşın) böyle bir duyguya kapılıyorum. Kütükleri bulunmayan bir nüfus memuru, yani ben, kendimi tümüyle ya da en azından bir saatliğine bu doğmamışlık uyumsuzluğundan kurtaracak farklı ilişkiler ve yeni adresler yazacağımı sanıyorum, dümdüz beyaz tuvalse, boşlukları doldurulacak bir kimlik cüzdanı gibi hazırlanmayı bekliyor. Kullanma kılavuzundan öğrendiğim kuralların değişmezliğiyle, ne yaratmayı seçeceğim konusundaki karar12 sizliğim arasında bocalayarak fırçamı boyaya batırıyorum. Sonra, kuşkusuz kafası karışmış bir halde, yıllardır içinde bulunduğum (bulunmadığım) durumun kapanına iyice kıstırılmış olarak ilk fırça darbesini indiriyorum, indirmemle kendimi suçlu bulmam bir oluyor. Bruegel’in (Pieter) o ünlü tablosundaki gibi ardımda yontu bıçağıyla yontulmuş bir profil beliriyor ve bana henüz doğmadığımı söyleyen o sesi bir kez daha duyuyorum. Enine boyuna düşündüğümde, eleştirmenlerin ve uzmanların görüşlerini dikkate almayacak kadar dürüstüm. Tuval üzerinde modelin oranlarını büyük bir titizlikle belirlerken, içimden bir ses, yapmakta olduğum işin resim yapmakla uzaktan yakından ilişkisinin bulunmadığını söylüyor. Fırçamı değiştirip resme daha iyi odaklanabilmek ve betimleyecek olduğum bu yüzün kendine özgü çizgilerini nasıl yapacağıma karar vermek üzere birkaç adım gerilediğimde, içimden, “Biliyorum,” diye yanıtlıyorum kendimi ve kaçınılmaz bir mavi oluşturmayı, şu ya da bu görüntüyü yapmayı sürdürüyorum, asla yakalayamayacağım ışığı yansıtmak üzere beyazlar atıyorum. Bunlann hiçbiri doyurucu gelmiyor bana, çünkü eleştirmenlerin beni soyutlamak için bir göbekbağı olarak kullandığı sıradanlığın, umursamazlığın koruması altında ve de buna sığınarak, kuralları izlemekten başka bir şey yapmıyorum; ayrıca, yavaş yavaş içine düştüğüm bir kayıtsızlığa da sığınıyorum, bu resmin hiçbir galeride sergilenmeyeceğini bilmenin de korunmuşluğu içindeyim. Resim sehpasından çıkacak, dosdoğru alıcının eline teslim edilecek, çünkü ben böyle çalışıyorum, kendimi sağlama bağlıyorum, parayı nakit olarak istiyorum. İş çok. Bana resim sipariş edip onlan kabul salonlarına, bürolarına, bekleme ya da toplantı odalarına asacak kadar kendine değer veren kişilerin portrelerini yapıyorum. Dayanıklılığı garanti ediyorum; sanatı garanti etmiyo13 rum, edecek olsam da bunu isteyen yok zaten. Bekledikleri tek şey resmin kendilerine iyice benzemesi. Bu noktada anlaşıyoruz, dolayısıyla alan da satan da mutlu.

Ancak bu yaptığıma resim denemez. Bu yetersizlikleri burada itiraf etmekten sakınmıyorum gerçi, ama hiçbir portrenin aslına sadık olmayacağını, olamayacağım oldum olası bilirim. Hatta şunu bile söyleyebilirim: Kendimi, her zaman bir portre yapma yeteneğine sahip biri olarak görmüşümdür (ikincil bir şizofreni belirtisi); ancak hep sabırla orada oturmakta olan, sinirli olan ya da sinirli değilmiş gibi yapan, yalnız ve yalnız bana ne kadar para vereceğini kesin olarak bilen ama tuvalin yüzeyiyle gözlerim arasındaki düzlemde yavaş yavaş kıvranıp duran göze görünmez güçlerden aptalca çekinen savunmasız modelim karşısında suskun kalmaya zorlamışımdır kendimi (ya da kendimi suskun kalmaya zorladığımı, böylece de kendimi kandırıp işbirliği içinde olduğumu sanmışımdır). Resmin daha ilk poz verme gününde bittiğini ve görevimin gösterilemeyecekleri gizlemek olduğunu yalnız ve yalnız ben biliyordum. Gözlere gelince; kördüler. Ressam ve modeli beyaz bir tuvalle karşılaştığında her zaman için ürkmüş ve gülünç, tuhaf görünürler; biri hüküm giymekten ürktüğü için, diğeriyse, herhangi bir suçlamada bulunma yetisinden yoksun olduğunu bildiği için ya da daha da beteri, -erkekliğiyle böbürlenen hadım edilmiş Demiurgos’un önyargısıyla- salt modele duyduğu umursamazlık ya da acımadan dolayı suçlamada bulunmayacağını kendi kendine söylediği için ürkmüş durumdadırlar. Zaman zaman kendimi, yeryüzünde kalmış tek portre ressamı olduğuma, filtreler ve kimyasal sıvılar sayesinde artık bir sanat haline gelmiş olan fotoğraf, yüzeye nüfuz etmede ve bir insanın özel iç tabakasını ortaya çıkarmada çok daha başarılı olduğuna göre, ben göçüp 14 gittikten sonra hiç kimsenin yorucu poz vermelerle ya da bir resmi boşu boşuna aslına benzetmeye çalışmakla vaktini ziyan etmeyeceğine inandırıyorum. Hatasız bir kul olmadığımdan, insanların az çok hoşlarına gidecek bir imgelerini, portre bittiğinde başlamakla kalmayan, portrenin yapılmaya başlanmasından önce, ezelden beri, şimdi var olması nedeniyle hep var olmuş olan bir sonsuzluğun, hiçliğe doğru ilerleyen bir sonsuzluğun kesinlik niteliği taşıyan imgelerini yakalayabileceklerini sanmaları sayesinde nesli tükenmiş bir sanatı icra ettiğimi düşünüyor ve bundan hoşlanıyorum. Aslında portre resmi için poz verenler kendi coşkularının o akışkan, şekilsiz yoğunluğunu çözümleyebilseler ya da buna istekli olsalar, sonra da düşünce ve edimlerini açıkça ortaya koyacak sıradan sözcükleri bulsalar, bu kişilerin o portrelerinin ezelden beri var olduğunu, portrenin ikinci bir “kendi” olduğunu, portre gözle görünür, elle tutulur olduğuna, kendi eski benliğiyse artık görünür olmaktan çıktığına göre, portrenin önceki “kendinden” daha gerçek olduğunu varsaydıklarını anlayabilirdik. Resmin, kişinin kendini beğendiği ve kabul ettiği bir anı yakalamış olması durumunda müşterilerin o portreye benzeme çabası içinde olmalannın nedeni budur. Ressam, o çabucak kaybolan bakışı yakalamak için vardır, poz veren, durmadan geçip giden ve insanın ahmakça bir saflıkla (Erasmus) bazen minicik düğümlerle işaretleyebileceğine inandığı, zamanın bütün izleri silmede kullandığı bu dev parmakla sonsuzluğun üzerine bir çizik atacağını sandığı iki dalının dayanacağı tek sütun olacak olan o an için poz vermektedir. Gene söylüyorum, sağduyum şimdi olduğu gibi bana Gri Gözlü Adam’m (Tiziano) yaşadığı dönemdeki belli bir anda o portreyi yapan Tiziano’dan ayırt edilemeyeceğini fısıldasa da, en iyi resimler bende hep öteden beri varmış izlenimi uyandırmışlardır. Çünkü bu 15 anda sonsuzluğa katılan bir şey varsa, o da ressamdan çok resmin kendisidir. Ressamın her şeyin yanlış, çizgilerin garip, renklerin yabanıl ve tuval üzerindeki lekelerin poz vereni belki hoşnut edecek, ancak ressamı kesinlikle doyurmayacak bir benzerliği yakalayabildiğini görmekten başka bir şey elde etmeyişi büyük bir şanssızlık ya da daha kesin bir dille söylemek gerekirse, durumu olduğundan da kötü kılan bir sonuçtur. Bence resim yapma ediminin büyük bir çoğunluğunda bu sonuca ulaşılmaktadır, ancak benzerlik hoşnut edici olduğundan, ödenen bedele değmekte, müşteri kendisinin ideal imgesi olarak gördüğü resmi eline alıp gitmekte, ressamsa kendisiyle alay ederek gece gündüz tepesinde dolaşan hayaletten kurtulmuş olmanın verdiği hoşnutlukla rahat bir soluk almaktadır.

Bitirilmiş resim, sahibi tarafından alınmak üzere orada dururken, insan tablonun dikey bir mil etrafında döndüğünü, suçlayıcı bakışlarını ressama çevirdiğini sanır: Daha önce hayalet diye betimlenmiş olmasa, insan ona neredeyse hortlak diyebilir. Genel olarak düşünürsek, işini bilen bir ressam, daha ilk taslağı yaptığında yanlış yöne gitmekte olduğunu anlar. Ancak bu yanlışını poz veren kişiye anlatmak güç olduğundan, ayrıca da müşterilerin çoğu, başka bir açı ya da bakışın kendilerindeki olumlu niteliğin daha az bir ışıkta gösterebileceği ya da tam tersine, tıpkı bir eldiven parmağı gibi içlerinin dışarı çıkarılmasına neden olacağı korkusuyla (bu hepsinin de en korktuğu şeydir) ilk gördükleri şeyi hemen beğendiklerinden, resmin yapılması işi, giderek artan bir yüzeysellikle sürdürülür. Daha önce de (farklı sözcüklerle) söylediğim üzere, sanki ressamın da, kendisine poz veren kişinin de niyeti portreyi yok etmektir. İkisi de çizmelerini, önü arkaya gelecek şekilde ters giymişlerdir; yürüdükleri ve üzerindeki izlerden dolayı ileri gidiliyormuş izlenimi 16 uyandıran yol, yani bu durumda tuval, aslında savaşan iki tarafın beklenen ve kabul edilen bir yenilgi sonrasında alelacele çekildiği bir sığınaktan başka bir şey değildir. Ölüm ressamı, poz vereni bu dünyadan ayırdığında ve mutlu bir rastlantı sonucu alevler tabloyu küle indirgediğinde, aldatmacanın bir kısmını silecek, böylece yeni bir serüven ya da dansa, kaçınılmaz olarak başlayacak yeni bir ikili dansa yer açacaktır. S.’nin resmini yapmaya başladığımda, bölme yöntemimin (akademik yaklaşımıma göre bir resim aynı zamanda matematiksel bir işlem, işlemlerin dördüncüsü ve en fazla cambazlık gerektiren bölme işlemidir) yanlış olduğunu anladım. Tuval üzerine ilk çizgiyi çizmeden bile biliyordum bunu. Gene de herhangi bir şeyi düzeltmek ya da baştan başlamak girişiminde bulunmadım. Çizmelerin burunlarının kuzeye dönük olmasını kabullendim, oysa Uçan Hollandalı yla çarpışmak üzere gemilerin yittiği hain bir denize doğru, güneye sürüklenmeye karşı koymuyordum. Onun hizmetinde bulunduğumun farkında olduğumu göstermem, dolayısıyla aşağılanmama göz yummam halinde, bu resmi yaparken poz veren kişinin aldanmayacağını ya da ancak aldanmaya hazır olabileceğini anladım. İçinde bulunulan koşulun gerektirdiği belli bir ciddilik, insanın şöyle bir bakışta görebileceği, sonra artık üzerinde hiç düşünmeyeceği bir ciddilik yansıtması gereken bir resimde, benim eserim olmayan, hatta belki de S.’nin yüzünde bulunmayan, ama gene de sanki biri tıpkı görüntü bozan aynaların yaptığı gibi durmadan ters yönde çeviriyormuş gibi tuvalin şeklini bozan ironik bir kırışıklık öne çıktı. Tek başıma kalıp resme baktığımda, kendimi eskiden oturduğum pek çok evden birinin penceresinde görüyorum, o tür evlerde kullanılan ucuz camlardaki oval hava kabarcıklarını ya’ da bazen camlarda oluşan ve gözümü camdan çekip 17 hangi yöne olursa olsun ileri baktığımda bana yamuk görünen çok körpe birer meme ucuna benzer şekilleri ve dışarıdaki çarpıtılmış dünyayı görüyordum.

Tuvalin üzerindeki resim gözlerimin önünde dalgalanan çerçevelere yayılıyor, kıvrılıyor, sonra kaçıp gidiyordu; yenilgiyi kabullenmek zorunda olan ve gözlerimi, durumun anlaşılmasıyla önümde açılıveren resme değil de başka bir yöne çevirmek durumunda kalan ben oluyordum. Resim yapmayı sürdürmek için uyuşturulmuş ve kopuk bir halde çalışmayı sürdürdüğüm bazı durumlarda olduğu gibi resmin berbat olmadığını söylüyor değilim kendime. Portre, istediğim gibi bitirilmiş olmaktan ya da umduğum gibi bitmeye yakın olmaktan çok uzak. Birkaç fırça darbesi resmi bitirir, iki bin darbe için yeterli zamanım yok. Düne kadar ikinci resmi zamanında tamamlayabileceğimi sanıyordum, her iki resmi de aynı gün bitireceğimden emindim. S. birinci resmi alacak, İkinciyi yalnızca benim kutlayacağım bir utkunun, ama aynı zamanda S.’nin çarpıtılmış- imgesinin duvara asılacağı ironisine karşı öcümü aldığımın kanıtı olarak bana bırakacaktı. Ne var ki bugün, özellikle de bu kâğıdın başında oturmam nedeniyle, çabalarımın daha başında olduğumu biliyorum. İki ayrı sehpada iki resim duruyor, her biri kendi odasında; birinci resim herkesin görebileceği bir yerde, İkincisi başarısız girişimimin gizliliği içinde kilit altına alınmış; bu önümdeki sayfalarsa, ellerim bomboş, boyaların ve fırçaların yardımı olmaksızın, yalnızca bu yazılarla, makaraya sarılan ve boşanan, nokta ve virgüllerle duraklayan, minik beyaz boşluklar içinde soluk alan, sonra da Girit labirentini ya da S.’nin bağırsaklarını (ne garip, bu kıyaslama hayli beklenmedik bir şekilde ve hiçbir kışkırtma olmaksızın yüzeye çıktı. Birinci kıyaslama klasik mitolojiden alınmış sıradan bir örnekten başka bir şey değilken, İkincisi öyle sıra dışı ki, bu 18 bana biraz umut veriyor. Doğrusunu söylemek gerekirse, S.’nin havasını, ruhunu, yüreğini ve zihnini betimlemeye çalışıyorum desem çok anlamsız olurdu: Bağırsaklar başka türden bir giz oluşturuyor) dolaşıyormuşçasına döne döne ilerleyen bu siyah iplikle girişilmiş yeni bir çabayı temsil ediyor. Ayrıca başta da söylediğim üzere bir o odaya, bir ötekine, sehpadan sehpaya gideceğim, ama sonunda hep bu masaya, bu lambaya, bu yazıya, sürekli kopup duran, kalemimin altında bağlanmak durumunda kalan, ama gene de kurtuluşumun ve bilgimin tek umudu olan bu ipliğe döneceğim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir