Hasta uyandı. Yazdığı şarkılardan birinin sesi zayıflıyordu; o uyurken inanılmaz pineklemesine eşlik eden bir film müziği gibi tekrar tekrar çalmıştı. Çölü en ufak ayrıntısına dek hatırlıyordu. İlk gördüğü bir insan oldu. Bu bir doktordu. Üzerindeki haki renkli pantolona ve Hawaii gömleğine bakınca doktor gibi giyindiğini söylemek mümkün olmasa da gözlerindeki bilim parıltısı onu ele veriyordu. “Ağır yaralanmıştın.” Sesi güvendi. Sesi kontroldü. “Bu eşi benzeri bulunmayan türden bir yaralanma, Er Tonka. Böylesine…” Düşen bir kelimeyi tutmak istercesine ellerini göğüs hizasında yumruk yapu. “…talihsiz bir olaydan sağ salim çıkabilmiş olmak.” Philip, karyolasının ayakucundan elli santim kadar ötede dikilen adamın tıp bilgisinden daha fazlasına sahip olduğunu görebiliyordu. Güçlü, sınm gibi fiziği. Doğal olamayacak kadar kusursuz saçlan, çöl kumulları kadar kırışıksız teni. Bu doktor bir askerdi. “Şimdi,” dedi doktor, “hayatta kalmanın neden marnlamayacak derecede zor olduğunu sana açıklamama izin ver.” Philip içinde bulunduğu odayı tepeden tırnağa inceleme fırsatını henüz bulamamıştı. Görüş alanının çeperleri hâlâ bulanıktı. Ne zamandır buradaydı? Burası neresiydi? Ama doktorun sorulmamış sorulan yanıtlayacağı yoktu. “Yalnızca bileklerini ve dirseklerini kırmış olsaydın düşüp yere o şekilde çarptığını varsayabilirdik. Fakat humeruslannı, radyuslannı ve ulnalannı da kırmışsın; aynca radyal tüberozitelerini, korakoidlerini, troklealannı ve ellerindeki yirmi yedişer kemiğin her birini.” Gülümsedi. Gülümsemesi Philip’e, onun da şaşkınlığını paylaşması gerektiğini söylüyordu. “İnsan vücudundaki bütün kemiklerin adlannı bilmeni beklemiyorum, Philip ama söylemeye çalışuğım şu ki yalnızca bileklerini ve dirseklerini kırmamışsın. Resmen ne var ne yoksa hepsini kırmışsın.” Philip’in göremediği bir yerden aniden fısılular geldi. Belki de koridordan gelen seslerdi. Philip bakmak için başını çevirmeyi denedi. Yapamadı. Boynunu kımıldatamadı bile. Bir şeyler demek, hareket edemediğini söylemek için dudaklanm araladı ama boğazı yaz mevsimindeki kumlar kadar kuraktı. Gözlerini yumdu. O kumlardaki toynak izlerini gördü. “Şayet yalnızca ellerini ve kollannı kırmış olsaydın bunun gerçekleşecebileceği bir kaza hayal edebilirdim; aklı başında biri, pres makinesinin ya da bir tür mengenenin kurbanı olduğunu söyleyebilirdi; iki kolunu masaya uzattığın sırada üzerlerine ağır bir şey düşmüş olabilirdi. Ama elbette, kınlan yalnızca ellerin ve kollann değil. İki bacağındaki femurlar, tibialar ve fıbulalar da kmlmış. Patellalann, medyal epikondillerin, transvers eksenlerin de (ki yalnızca bunlar bile seni komaya sokmaya yeterli olmalıydı). Ayaklannın her birindeki yirmi altışar kemiğin büyük bölümünü de göz ardı etmeyelim.” Doktor öyle özgürce konuşuyor, öyle sağlıklı hareket ediyordu ki Philip aralanndaki farktan 10 ötürü kendisiyle dalga geçiliyormuş gibi hissetti. “Eğer biri başından geçenleri canlandırmak isterse, sanınm seni kollarınla ve bacaklarınla yangın iki yanına tutunur halde bir kanyonun kenanna koyar. Derken gökyüzünden gaddarca şekil verilmiş, az önce bahsettiğim kemiklerin her birine temas edecek kadar yanlış bir şey düşer ve seni şimdiye dek şahit olduğum en şiddetli kmklar silsilesiyle baş başa bırakır. Ama hayır. Dertlerin bunlarla bitmiyor.” Doktorun arkasında, bej rengi duvann toz mavisi tavanla buluştuğu yerde Philip Afrika çölünün gün ortasındaki halini gördü. Danes’i düşündü. “Pubis, ilium, sakrum… ezilmiş. Pubik simfizis, anterior eksen… yutılmış. Kaburgaların, Philip, kabuıgalannm her biri kırılmış… intervenebral diskin, stemumun, manubriumun, klavikülalann, boynundan yukanda mandibulan, elmacık kemiklerin, şakak kemiklerin, alm kemiklerin ve hatta birkaç dişin de öyle.” Doktor gülümseyerek kendininkileri gözler önüne serdi. “Şimdi, insan sonuca bakınca sen kaim bir taş tabakasının üzerinde yatarken ikinci bir kalın taş tabakasının epey yüksekten üzerine düştüğünü ve seni dümdüz ettiğini iddia edebilir. Şayet kınklarmın her biri vücudunun yüzeyinden az çok aynı mesafede olsaydı bu teoriyi ciddiye alabilirdim. Ama tabii ki durum böyle değil. Anterior eksenindeki kınk, mandibulandakinden tam iki buçuk santim daha derin. Aslına bakılırsa vücudundaki kmklardan hiçbiri bir diğerine benzemiyor; seni bu hale getiren nesnenin, olayın, sahnenin ne olduğunu anlamamıza yardımcı olacak en ufak bir örüntü yok. Diğer bir deyişle, Philip… tüm bunlara tek bir nesne sebep olmamış ama yine de… hepsi aynı anda oluşmuş.” Doktor kenara çekilerek Philip’in parlak beyaz boyayla 11 aydınlanmış siyah tuvallere benzettiği şeyleri gözler önüne serdi. Yanm şekiller. Çatlak desenler. Röntgen filmleri. Birden fazlası, kumdaki toynak izlerini andınyordu. “Sanınm,” dedi doktor hayret içinde, “seninki şimdiye dek karşılaştığım en nefes kesici yaralanma. Bazıları buna şey bile diyebilir… tekinsiz. Kendi gözlerinle gör, Philip.” Philip’in göremediği bir yerden birkaç fısıltı daha yükseldi. “Şimdi,” dedi doktor röntgen filmlerine sırtını dönüp Philip’e bakarak. “Daha yeni uyandın… henüz kendine geldin ve tüm bunların senin için çok büyük bir şok olduğunun farkındayım. Altı aydır komada ve bizim gözetimimizdesin.” Bu rakam imkânsızdı. Bu rakam acımasızdı. Bu rakam onunla Danes arasına mesafe koyuyordu. “Bu asla hatırlayamayacağın altı ay anlamına geliyor ve artık iyileşme süreci başlamalı. Hem fiziksel hem de duygusal olarak.” İşaret parmağıyla başparmağını çenesine götürdü. “Ama sorulması gereken bazı sorular var.” “Danes nerede?” diye çatallaşmış sesiyle sordu Philip. Sesi gıcırdayan ahşap basamaklardı. Sesi ağırlık altında ezilen eski bir piyano oturağıydı. Philip’in görüş alanının dışından fısıltılı bir şaşkınlık nidası yükseldi. Bir kadın sesi. Ses, “Konuştu1” dedi. Doktor, Philip’in sorusunu duymazdan gelerek “Sorulacak ilk bariz soru şu ki…” diyerek konuşmayı sürdürdü, “insan böyle bir şeyden nasıl sağ çıkar?” Bir esinti adamın düzgün kesilmiş kahverengi saçlannı uçuşturdu. Philip kollarından birini kaldırmaya çalıştı, başaramadı. Doktor açtığı avucunu zahmetsizce havada savurdu. 12 sanki şu an aralarındaki farkı Philip’e göstermek istiyormuş gibiydi. “Ama yine de… işte buradasın… hayatta kaldm. Ve ikinci ama daha ivedi soru da şu ki… orada neler oldu, Er Tonka?” Ellerini dizlerine koydu ve mavi gözleri Philip’inkilerle aynı hizaya gelene dek öne doğru eğildi. “Sen ve Danes çölde ne buldunuz? Ya da daha ziyade…” Doktor aklından geçenleri silmek istercesine oyuncu bir edayla ellerini havada savurdu. Bu tavn öylesine abesti ki Philip’e saygısızca göründü. “Hadi müzisyen dostlarını, grubunu, Danes’i unutalım.” Gözlerindeki soğuk ifade adamın çoktan unuttuğunu gösteriyordu. Philip bir kez daha toynak izlerini, uzayıp giden izleri gördü. Kendine ait bir iz bırakarak kıvrıla kıvrıla hafızasının ufkunda yükselen mide bulandırıcı ve duygu yüklü bir ses duydu. Kendi şarkısıyla ona karşı koymaya çalışu. Kendinin ve Danes’in şarkısıyla. Uykusunda ona eşlik eden şarkıyla. Ama doktorun sesi bir kez daha şarkıyı bastırdı. “Asıl soru sizin ne bulduğunuz değil… sizi bulanın ne olduğu?” 13 Philip Yol’daydı. Ona hep böyle derdi. Yol. Doğru Yol ya da Yanlış Yol değil. Niteliği hakkında kesin konuşmamaya özen gösterirdi. Dolayısıyla arkadaşlan ya da ailesi çok içip içmediğini sorduklarında ya da barlarda çok sık takıldığını yüksek sesle dile getirdiklerinde hep aynı cevabı verirdi. Hey, düşün yakamdan. YöVdayım. Philip’e göre Yol’un sembolü kolye olarak takuğı bir F, yani tek bir piyano tuşuydu. Tuşu savaştan, II. Dünya Savaşı’ndan döndükten sonra gördüğü ilk piyanodan koparıp almıştı: piyanoyu Detroit, Michigan’daki havalimanından yaklaşık yüz seksen metre uzaklıkta, kaldırımın kenarına dikey vaziyette terk edilmiş halde bulmuştu. Piyano eksik bacağına, çatlak ahşabına ve yer yer dökülmüş san boyasına rağmen Philip için bir işaretti; bir hoş geldin komitesi ona daha sıcak bir karşılama sunamazdı. Annesiyle babasını kucakladıktan ve çantasını ailesinin 1945 model yeni Chrysler’ına tıkıştırdıktan sonra onlardan biraz beklemelerini rica etmişti. Böylece piyanonun küçük bir parçasını yanma alıp beraberinde eve götürebilecekti. Kendisiyle birlikte geleceğe. Savaş sonrasına. Yol’a. Tuşu seçmek kolaydı. E Çünkü fj piyano çalmayı yeni 14 öğrenenlerin kullandığı nimoniklerin her birinde de geçen tek notaydı. EGBDF (En Güzel Beyin Doludur Fikirle)* FACE Bir nimonik bitiyor, diğeri başlıyordu. Tıpkı savaşın bitip hayatın başlaması gibi… evde. Yol’daki hayat. On iki yıl sonra, otuz bir yaşındaki Philip, o ve Danes’in Ingiltere’deki askerler için sahne aldığı zamanki fiziğe sahip olmayabilirdi fakat hâlâ o zamanki felsefeye sahipti. Detroit’teki tanıdıkları (ki epey tanıdığı vardı çünkü Danes grubu üyeleri birer bar kuşuydu) Yol’un dindar, dinsiz, sağlıksız, sannlı ya da çılgınca olduğunu düşünebilirlerdi. Fark etmezdi. Bir dünya savaşından, üstüne bir de hit şarkı yaptıktan sonra takip edebileceği tek yol özgürce yaşamaktı. Bugün Yol onu iyi bir yere götürmüştü. Detroit şehir merkezinde, Elizabeth ile Woodward’m köşesindeki bir kayıt stüdyosuna; 1957 yıhndaydılar. Mekânın sahibi Danes (Free Press’in onlara verdiği isimle “Detroit’in Sevgilileri”) idi. Dört kişilik bir ortaklık. Mekânı bulan Danes’in eğlence düşkünü basçısı, uzun saçlı ucube Larry olmuştu. Cüruf briketlerinden inşa edilmiş ve eskiden tavukların tüylerini yolmak için kullanılan boş avlunun akustiği boşverilemeyecek kadar kusursuzdu. İşte bu, demişti Larry aylar önce. Televizyondaki Who Do You Trust? isimli programın budala sunucusu gibi avuçlarını açmış, kollarını öne uzatmıştı. Burası Harikalar Diyan. Ama Danes’in diğer elemanlarının ikna olduğu söylenemezdi. Eskiden tavuk kümesi olarak kullanılan mekân hit kayıtlar yapmaya hiç de uygun görünmüyordu.
Josh Malerman – Kırmızı Piyano
PDF Kitap İndir |