Jane Campion, Kate Pullinger – Piyano

Ada ve piyanosunun hikâyesi, Ada’yı, kızını ve kızının kızını tanıyanlar tarafından, Yeni Zelanda’daki küçük yerleşim bölgesinde, memleketi Đskoçya’da defalarca ve defalarca anlatılmıştır. Bu hikâye hakkında konuşanlar sadece kadınlar değildi. Özel kulüpler ya da salaş meyhanelerdeki erkeklerin de bir kısmı ür-pererek, bir kısmı da şaşkınlığa düşerek aşk ve tutkunun sınırlarının nerelere kadar gidebileceğini konuşup dururlardı. Bu hikâyede herkesi ilgilendiren karşı konulmaz bir çekicilik vardı. Birçoğu bu aşk hikâyesinden dehşete düşüyor gibi görünse de, anlatılanların sona ermemesini arzuluyor ve hatta dua ediyordu. Bir kadın Ada’nın müziğini dinleyip, öğrendiğini iddia ettiyse de onun verdiği konserlere gidenler tatmin olmamıştı. Kimileri müziğin yanında Ada’nın hikâyesinin anlatılmaması yüzünden düş-kırıklığına uğramış, kimileri de müziğin gerçekten Ada’nın olduğuna inanmamıştı. Anlatılanların büyük bir bölümü gerçekti: Ada konuşamıyor-du, evlilikdışı bir kızı vardı ve kendisini dünyanın en uzak ülkesine, yanında küçük çeyiziyle götüren, hayatında hiç görmediği bir Đskoçyalıyla evlenmişti. Ama bu gerçeklerin hepsi doğru değildi. Ada ve kızı, Alisdair Stevvart’ın yanına gitmek üzere yola çıktıklarında, adam zaten Yeni Zelanda’da bulunuyordu. Anlatılan hikâyelerin çoğu bir yere gelince tıkanıp kalıyordu, çünkü değişik insanlar, Ada’nın hayatından sadece küçük küçük kesitlere şahit olabilmişlerdi. Ama hikâyenin tümünü bilen Ada McGrath’di ve Nelson’un o küçük, şirin kasabasında, ölüm döşeğinde yatarken, çoluk çocuğa karışmış kızı Flora’ya hikâyesini anlatmıştı. O zaman Ada altmış dokuz yaşındaydı ve kendi deyişine göre mutlu bir kadındı. Bundan sonra yazara, Flora’nın ve aileyi tanıyanların anlattığı parçaları biraraya getirmek düşüyordu. Ancak, tüm yazarların yaptığı gibi bu kitabın yazarının da hikâyeyi süslemek ve güzelleştirmek için, kendi düş gücünü de yazılarına kattığının gözardı edilmemesi gerekir.


Sizinle kendi sesimle değil, düşüncemin sesiyle konuşuyorum. Altı yaşından beri konuşamıyorum. Nedenini kendim de dahil, hiç kimse bilmiyor. Babama göre, aslında bu gizli bir yetenekmiş ve istesem bu gücü kullanarak nefes alışımı bile durdurabilirmi-şim. Bugün, babam beni hiç tanımadığım bir adamla evlendirdi. Yakında, kızımla birlikte onun, yanına gideceğiz. Kocam için suskunluğum önemsizmiş. Yazdığı mektupta, “Tanrı sağır yaratıkları sever, ben neden sevmeyeyim!” diyerek düşüncesini belirtmişti. Babamın benim suskunluğuma gösterdiği sabır, sonunda herkesi etkilemişti. Aslında garip olan kendimi sessiz hissetmiyor olmam. Sesimin yerini alan piyanom var benim. Bu yolculukta onu çok özleyeceğim. 9 — /. BÖLÜM Ülkenin çok uzak bir köşesinde, eğreltiotları ve göç etmeyen kuşlarla dolu bir sahile gelmişti gemileri. Dalgalara dayanıklı bir kayık, kabaran suları yararak onlara yaklaşıyordu.

Gürültülü denizin ortasındaki gemide, Ada ve kızı Flora Tann’ya adanmış kurbanlar gibi, denizcilerin güçlü kollan tarafından omuzlara alınarak sandala indirildiler. Ada’nın siyah kloş eteği uçuşarak adamların sırtlarına ve kollarına yayılmıştı. Haykırmamaya çalışıyor, asil görünüşüne ters dtışecek davranışlar sergilememek için kendi kendiyle mücadele ediyordu. Denizciler güçlü dalgalar yüzünden tökezliyor ve zaman zaman düşmemek için birbirlerine destek veriyorlardı: Đki tanesi Afrikalı olan bu adamların kollarında dövmeler, suratlarındaysa yorgun bir ifade vardı. Aralarında sarhoş olanlar da vardı. Sonunda sahile ulaşarak, Ada ve Flora’yı bomboş kumsalın üzerine sertçe bıraktılar. Đçlerinden biri, “Paddington Đstasyonu,” diye bağırdı. Zorlu yolculuktan bitap düşmüş olan Ada, adamın sözlerine gülümsemedi bile. Tüm duyularını yitirmiş gibiydi. Duyduğu yalnızca sahile şiddetle çarpan dalgaların korkunç homurtusuydu. Ada gümüş rengi, ıslak kumlara gömülen botlarına ve ayak bileklerine kadar yükselen suya baktı. Sonra gözlerini uzaklara, hiç tanımadığı büyük ağaçlara ve hayatında ilk kez gördüğü sık yeşilliklerle kaplı yüksek tepelere çevirdi. Görüntü ürpertici olduğu kadar, merak uyandırıcıydı da. Ada’nın yüzü solgun, ifadesi karmaşıktı. Annesi gibi gösterişli ve siyah elbiseler içindeki Flora da yorgunluktan ayakta güç duruyordu ve bir an tökezleyerek dizlerinin üstüne çöktü.

Deniz tuttuğu için hemen hemen bütün yolculuğu hasta geçirmişti küçük kız. Ada hayatında hiç böyle bir manzarayla karşılaşmamıştı. Gördüğü şeyler, Đskoçya’nın kayalık sahilleri ve küçük koylarından farklıydı. Gür ve yemyeşil çalılıklar adeta gökyüzü ve denizle bütünleşmiş gibiydi. Etrafta ne bir canlı, ne bina, ne de insana ait en ufak bir iz vardı. Kocasıyla tanışmak için sanki dünyanın sonuna gelmişti. Ada McGrath ve kızı Flora’nın fırtınalar arasında okyanusu aşarak buraya ulaşmaları aylar almıştı. Her yeni gün onları Đs-koçya’dan biraz daha uzaklaştırırken, geceler ve gecelerce beşikte sallanır gibi uyuşmuş bir halde yataklarına çakılıp kalmışlardı. Bazı geceler Ada yatağında hiç uyumadan yatmış ve geminin dalgalar arasında sallanmasına kendini kaptırarak düşünmüştü. Ulaşmaya çalıştıkları yerde hayat kendi ve kızı için cehennemden farksız olursa diye de endişeye kapılmıştı. Evinden bu kadar uzaklara gitmek zorunda kalışını ve hiç tanımadığı bir adamla evlendirilmiş olmasını yaşadığı günahların cezası kabul ediyordu. Ada bu uykusuz geceler boyu hiç tanımadığı kocası Alisda-ir Stevvart’ı da sık sık düşünmüş ve uzun zamandır görmediği piyano hocası Delwar Haussler’i hatırlamıştı. Hayatında önemli rol oynayan bu iki adamı, hayallerinde bütünleştirmişti. Rüyasında kargo bölümüne giderek, bir köşedeki kocaman kutunun içinde, sanki kaçmasına engel olmak için sıkıca bağlanmış bir hayvan gibi duran piyanosunu çalmıştı. Müzik, Ada’nın beyin hücrelerine dolmuş ve onu sakinleştirmişti.

Hasta olmadıkları ve kamaranın bir köşesinde duran paslı kovaya ihtiyaç duymadıkları zamanlarda, kızının gemiye ve gemicilere karşı gösterdiği heyecan bile onu bu denli sakinleştirememişti. Đçinde bulundukları durum berbattı aslında. Haftalardır taze bir yemek yiyememişler, sadece balıkla yetinmek zorunda kalmışlardı. Taze balık, kurutulmuş balık, haşlanmış ya da kızarmış balık. Sonunda Ada tuz ve balık yemekten hasta olmuştu. Memleket kıyılarından ayrılıp, geminin sakin sularda yelkenlerini açarak süzülür gibi ilerlemesinden çok haz almışlardı, yepyeni duygularla bir maceraya doğru yelken açmışlardı adeta. Ama bu sükûnet Biscay koyunu dönmeleriyle yok olmuş, kendilerini dev dalgalar ve şiddetli bir fırtınanın içinde buluver-mişlerdi. Güvertenin altında, o zar zor sığabildikleri minicik kamaraya sığınarak, bir o yana bir bu yana savrulup duruyorlardı. Saatlerce, dışarıda olan bitenlerden habersiz, gemiye şiddetle çarpan dalgaların korkunç sesini dinleyerek oturdular. Ada korku içindeydi. Yabancı olduğu insanlar arasında gerçek bir tehlikeyle karşı karşıya kalmışlardı. Ada hayatında hiç böylesine korktuğunu hatırlamıyordu. Ama eski gemi .büyük bir inatla ayakta kalmayı başarabildi. Yavaş yavaş güvertede, geçirdikleri tehlikenin etrafa verdiği zarara şaşkınlıkla bakman yolcular belirmeye başlamıştı.

Fırtınada büyük sandallardan ve denizcilerden biri azgın sulara kapılarak denize sürüklenmişti. Sonra kaybolan denizci için dua edilmiş ve gerekli onarımlar tamamlanmıştı. Güneş, durgun gök mavisi denizin üzerinde yeniden parlamış ve sanki biraz önce yaşanan korkunç fırtına yalnızca düşlerinde yaşadıkları bir kâbus halini almıştı. Gemiyi içine alan ve şiddetle sallayan dalgalar hiç varolmamış gibiydi. Đskoçya’daki evlerinde Flora, siyah bir midilliye ve kendisini şımartan bir dedeye sahip olmuştu. Kadın bu yolculuğun sonunda ulaşacakları yeni hayatın kızına neler getireceğini düşünerek endişeleniyordu. Çeyizinin bir parçası olan piyanosu kargo bölümündeydi ama Ada onu çeyizden saymıyordu. Esas çeyizi yastığının altında duran ve her gece onunla birlikte uyuduğu üzeri işlemeli ufak çantaydı. Bunun içindeki birüzerinde bekleyen tekneye ulaştılar ve pırıl pırıl parlayan sahile doğru yola çıktılar. Ada bakışlarını zümrüt yeşili ormandan, sahile indirilen kutulara ve sandığa yöneltti. Grup halinde duran denizcilerden bazıları herkesin gözü önünde işiyorlardı. Ama Ada onların farkında değil gibiydi. Bütün dikkatini teknedeki piyanonun yanında dalgalar yüzünden sendeleyen adamlara vermişti. Ayak parmaklarının üzerinde yükselip yumruklarını sıkarak piyanonun sahile çıkarılmasını merakla bekliyordu. Sandığın, dövmeli ve yorgun denizciler tarafından kaldırılarak güvenle kıyıya indirilmesi oldukça zor ve tehlikeli olmuştu.

Kum şeridiyle kayalar arasındaki su, cezir yüzünden çok yükselmişti. Ada henüz karaya ayak basmamıştı. Hâlâ sahilde, okyanus sularının kumsalı yıkadığı yerdeydi. Tekrar arkasına bakmaya ve bu kadar uzak yollardan gelen yabancı bir misafiri pek de hoş karşılamazmış gibi görünen yemyeşil kayalıkları yeniden görmeye korkuyordu. Rüzgâr sert ve tuzluydu. Ada hâlâ gemideymişcesine ayakları altındaki yerin sallanmakta olduğunu hissediyordu. Bu duygudan kurtulması günler alacaktı. Kadın kıyıda duran piyanosuna doğru hızla ilerledi ve bir liman sorumlusunun ciddiyetiyle kutuyu inceledi. Bir eli hiç aralıksız sandığın üzerinde dolaşırken, diğer eliyle de içinde bulunduğu bu yabancı yeri korku dolu gözlerle inceleyen kızını tutmuştu. Aralarında konuşmaya başlayan denizcilerin sesleri rüzgâr tarafından Ada’ya kadar ulaşıyor, sonra aniden kesiliyordu. Onları karşılamaya kimse gelmemişti. Belki de buralarda yaşayan kimse yoktu. “Bu sahil ölü, ölü bir sahil,” diyen denizcinin sesini duydu Ada. “Onu burada bırakalım. Bize söylenen bu.

” “Allah belanı versin!” “Evet, onu bırakalım da bizi zevkle linç etsinler.” “Ne yapacaksan yap. Bu sahilden bir an önce uzaklaşalım.” Grubun en yaşlı üyelerinden biri Ada’nın yanına yaklaştı. Başındaki yıpranmış hasır şapka, yeleği, ceketi ve yünlü eşarbının altında kat kat olmuş kirli gerdanına bağlanmıştı. Arkasında bekleyen adamlar bu işe katılmak istemediklerini belli etmek istermişçesine bakışlarını denize ya da kuma doğru çevirmişlerdi. “Đlerde fırtına var. Bu havada kimse gelememiş olabilir. Eminim yakında gelirler.” Ada başını salladı. Şapkasının siyah, geniş kurdeleleri rüzgârda uçuşuyordu. “Altına sığınacağınız bir şeyiniz var rjy21 Ada, Flora’ya işaret etti. Annesinin el işaretine aracılık yapan küçük kız yüksek ve net bir ses tonuyla konuştu. “Teşekkür ederim,’ diyor.” Adam arkadaşlarının yanına yürürken, birden, acaba doğru sahile mi geldik, diye endişeye kapılarak geri döndü.

Bu genç kadını ve küçük kızı burada bırakmak düşüncesi canını sıkmıştı. “Annen bizlerle birlikte Nelson’a gelmeyi ister mi?” diye sordu. Ada şiddetle başını sallayarak Flora’ya baktı. Görünüşünden, duyduklarından hiç de hoşnut olmadığını gösteriyordu. Flora ona arkasını dönerek,” ‘Hayır’ diyor,” diye iletti. Yüzünde bıkkınlık ifadesi beliren küçük kız, “Sizin pis kokan teknenize geri dönmektense, yerliler tarafından kızgın kazanda kaynatılmayı tercih ettiğini söylüyor,” diye ekledi. Kır saçlı yaşlı gemici haksız yere işittiği bu sözlere sinirlenmişti. Denizciler arasındaki iğrenç sözlere ve alaylara alışıktı, ama küçük bir kızın ağzından çıkan bu kelimeler onun canını sıkmıştı. Ada belli etmese de Flora’nın cesaretinden çok hoşlan-mıştı. Bazen çocuklar büyüklerin düşünüp de söylemeye cesaret edemedikleri şeyleri nasıl da rahatlıkla dile getirebiliyorlardı. Yaşlı gemici küçük kıza doğru bir adım attı. Ada telaşla kızının önüne geçti. Kaşlarını çatmış, küçük kızı korumaya çalıştığını belli eden bir ifadeyle adama bakıyordu. Yaşlı gemici geriye dönerek arkadaşlarının yanına yürüdü ve tekneyi kumdan suya doğru iten adamlara yardım etti. Sonra hepsi birlikte tekneyle uzaklaştılar.

Ada ve Flora, alabildiğine uzanan sahilde şimdi tamamen yalnız kalmışlardı. Güneş dalgalar üzerinde pırıl pırıl parlıyor, mavi suları gümüş rengine dönüştürüyordu. Arkalarında yükselen kayalıklar yavaş yavaş bastıran sisin etkisinde kalmıştı. Günün değişmeye başlayan ışıkları sisler arasındaki bu kayalıklar üzerinde bir gökkuşağı görünümü almıştı. Saatler çok yavaş ilerliyordu. Flora’nın yardımıyla Ada sahip oldukları her şeyi kumun üzerinde sürükleyerek piyanonun karşı tarafına sıraladı. Kutuların, sandıkların ve piyanonun oluşturduğu görüntü bir oturma odası havasına girmişti adeta. Sandıklardan birinin üzerine oturdular. – Aralıksız esen sert rüzgârdan korunmak için Ada koyu kırmızı, uçları püsküllü şemsiyesini açmıştı. Kısa bir süre sonra, Flora’nın uykuya daldığını farketti. Tepelerinde daireler çizerek uçan martıların kanat sesleri, rüzgârla sallanan çalılıkların ve ağaçların çıkardığı hışırtılar ve dalgaların kumlara çarpan sesi Ada’yı sasırtjgjsli. Gözleri sık sık kayalıklara takılıyor ve üzerindeki kalın, gür çalılıklara baktıkça endişeleniyordu. Bunları aşarak, bir canlının yanlarına gelmesi Ada’ya imkânsız gibi görünüyordu. Sonsuza kadar burada bekleyebilirler ve burada ölebilirlerdt. Ada bir an, o yaşlı gemicinin teklifini kabul etmemekle hata mı yaptım acaba, diye şüpheye kapıldı.

Ama hemen bu düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Bu yolculuğa çıkarken her türlü ihtimale hazırlamıştı kendini. Hiçbir şey onu şaşırtamazdı. Ada uyuyan kızının yüzünü ok-şarken yaptıkları zorlu uzun yolculuğu ve bunun kendilerini naPiyano / F: 2 sil hırpaladığını düşünüyor ama bu zorluklara ve memleket özlemine rağmen kendini güçlü hissediyordu. O her zaman güçlü biri olmuş ve konuşma eksikliğini de bu gücü sayesinde yene-bilmişti. Bir keresinde, evde kalmış halaları ona, “Senin katır gibi inatçı bir iraden var, Ada McGrath,” demişlerdi onu kınayan bir ifadeyle. Ada halalarından ayrılmak zorunda kaldığı için hiç pişman değildi. Ama babasını özleyecekti. Şimdi onu düşünmemeli ve kendini şiddetle duyduğu özleme kaptırmamalıydı. Aslında kızını ve torununu bu kadar uzak diyarlara yollayan da o değil miydi? Flora’nın başını kucağında tutmaya devam ederek piyanonun içinde durduğu sandığın gevşeyen ve kırılan kalın tahtalarından birini çekti. Yeni ve hâlâ alışamadığı evlilik bandının bulunduğu elini yarıktan içeri kaydırdı. Parmak uçları soğuk, fildişi tuşlara dokununca heyecanlandığını hissetti. Bu duygudan aylar boyu süren yolculuk sırasında mahrum kalmıştı. Başını kutunun üzerinde dua eder gibi aşağıya eğerek, birkaç nota çaldı. Çıkan ses kendine olan güvenini tazelemiş ve onu rahatlatmıştı.

Ama birkaç dakika sonra bu seslerin tatlı aşinalığı ve rahatlatıcı etkisi, bu boş kumsaldaki yalnızlıklarını daha da belirgin hale getirmişti. Birdenbire büyük bir su kütlesi hızla, altı desteklenerek yükseltilmiş piyanoya çarptı. Oturdukları kutu altlarından kaymış, botları ve eteklerinin uç kısımları ıslanarak köpük, yosun ve tuz içinde kajmjstı. Ada hayallerinden sıyrıldı ve ayağa kalktı. Med-cezir başlamış ve su aniden yükselmişti. Ada şaşkınlık içindeydi. Flora çığlık atarak kucağından fırlamıştı. Üç kutunun denize doğru sürüklenmesini çaresizlikle seyrettiler. Sonra kadın bir anda harekete geçti. Geri çekilen dalganın bıraktığı sığ suda yürüyerek içinde tavukların bulunduğu kafeslerden birini kurtardı. Diğeri suların üzerinde uzaklaşırken, bağrışan tavukların sesleri duyuluyordu. Ada denize doğru hızla uzaklaşan kutuların peşinden bir süre koştu. Ama yarı yolda çaresiz bir halde durdu. Islanan etekleri ağırlaşmış ve suda yürümesini zorlaştırmıştı. Geriye dönüp, ümitsizlik içinde kayalıklara tekrar baktı.

Onları karşılamaya bile gelen olmamıştı, gözünün önünde yitip giden, bu sahip olduğu şeyleri kurtarmak için yardım edecek kimsenin bulunmaması da çok normaldi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir