Jules Verne – Karpatlar Satosu

Anlatacağım hikâye fantastik değil, olsa olsa romanesktir. Peki, inanılmaz bir hikâye olduğuna göre, gerçek olmadığı sonucunu mu çıkarmalıyız? Bu da bir hata olur. Her şeyin olabileceği bir dönemde yaşıyoruz – hatta her şeyin olduğunu bile söyleyebiliriz. Hikâyemiz, bugün gerçeğe hiç benzemiyor olsa da, gelecekte ortaya çıkacak bilimsel olanaklar sayesinde yarın gerçek olabilir ve o zaman bu hikâyeyi bir efsane gibi görmeyi kimse aklından geçirmez. Zaten, pratik yararı esas alan ve deneye dayalı bu on dokuzuncu yüzyıl sonunda artık efsanelere yer yoktur. Yabani kötülük cinlerinin toprağı olan Brötanya’da, brownie‘lerin ve gnom‘ların vatanı olan İskoçya’da, az‘ların, elf‘lerin, sil‘lerin ve walkyrie‘lerin vatanı olan Norveç’te, hatta Karpatlar’ın tüm psikagojik çağrışımlara doğal olarak elverişli olduğu Transilvanya’da bile artık efsaneler yaratılmamaktadır. Yine de, Transilvanya topraklarında yaşayan insanların ilk çağların batıl inançlarına hâlâ pek bağlı olduklarını belirtmek yerinde olur. Mösyö de Gèrando Avrupa’nın bu uç bölgelerini tasvir etmiş, Elisee Reclus de buraları ziyaret etmiştir. Ama bu romanın dayanağını oluşturan tuhaf hikâyeden bahsettikleri hiç duyulmamıştır. Hikâyeden haberdar mıydılar? Belki. Fakat kesinlikle inanmak istememiş olmalılar. Üzücü bir durum bu; çünkü onların ağzından da dinlemiş olurduk hikâyeyi; biri bir tarihçi şaşmazlığıyla, diğeri ise yolculuk anlatılarına damgasını vurmuş o içgüdüsel şiirle anlatırdı bize. İkisi de anlatmamış olduğuna göre, onların yerine ben anlatmaya çalışacağım. O yılın 29 Mayıs’ında, bir çoban, Retyezat’ın eteğinde, uzun gövdeli ağaçlarla kaplı, ekinlerle güzelleşmiş, bereketli bir vadiye hâkim, yemyeşil bir yaylanın kıyısında sürüsünü bekliyordu. Kuzeybatı rüzgârları olan karayeller, bu açık, korunmasız, yüksek yaylayı, her kış bir berber usturası gibi tıraş eder.


O dönemde, bölgede, yayla sakallarını kestiriyor denir – hatta kimi zaman sinekkaydı tıraş olduğu söylenir. Bu çobanın giyinişinde Arkadialılara özgü çobansı şiirsellikten eser olmadığı gibi, davranışında da çobansılık yoktu. O bir Daphnis, Amyntas, Tityros, Lycidas ya da Meliboeus değildi. Kocaman tahta nalınlar giydiği ayaklarının dibinde mırıldanan Lignon Nehri değildi, serin ve pastoral suları Astraia romanının kıvrımları arasında akmaya layık olan, Eflak topraklarından geçen Siret Nehri’ydi. Frik, Werst Köyü’nden Frik; bu kaba saba çobanın adı buydu. Hayvanları kadar kendi de bakımsız bu çoban, koyunlarının ve domuzlarının insanı çileden çıkaran -komitadaki [→] sefil ağılların haline uygun düşen, eski dilden ödünç alınma tek sözcüğü kullanırsak bir pasaklılık içinde yaşadığı, köyün girişinde inşa edilmiş, pislik içindeki o rutubetli ağılda, onlarla birlikte barınıyordu. Demek ki, koyun sürüsü, söz konusu sürünün başı Frik’in bekçiliğinde otluyordu. Otlarla kaplı bir tümseğin üstüne yatan Frik, tek gözüyle uyuklarken, diğeriyle sürüyü gözlüyordu, koca piposu ağzında, kimi zaman, birkaç koyun otlaktan uzaklaştığında köpeklerine ıslık çalıyor, ya da boynuz borusunu öttürüp dağlarda yankılandırıyordu. Saat öğleden sonra dörttü. Güneş batmaya başlamıştı. Doğu tarafında, tabanları dalga dalga sise boğulmuş birkaç zirve aydınlanıyordu. Güneybatıya doğru, sıradağların iki kırığı arasından, eğik bir ışık demeti, hafif aralık bir kapıdan süzülür gibi süzülüyordu. Bu dağ sistemi, Klausenburg ya da Kolozsvar Komitası adı altında bilinen, Transilvanya’nın en vahşi bölümüne aitti. Avusturya İmparatorluğu’nun tuhaf bir bölümü olan bu Transilvanya, Macarcada “Erdely”, yani “ormanlar ülkesi” adıyla bilinir. Kuzeyde Macaristan’la, güneyde Eflak’la, batıda Moldavya’yla sınırlanır.

Altmış bin kilometre kare, yani altı milyon hektar -aşağı yukarı Fransa’nın dokuzda biriolan bu bölge, bir tür İsviçre’dir, fakat İsviçre arazisinden yarı yarıya daha geniş, ama daha az kalabalıktır. Tarıma ayrılmış yaylaları, gür odakları, kıvrımlı vadileri ve kurumlu zirveleriyle Transilvanya, Karpatlar’ın ayrıldığı volkanik kollar nedeniyle kesik kesiktir. Bölgeye ağ gibi yayılmış olan çok sayıda akarsu, Tisza Irmağı’nın ve o muhteşem Tuna’nın kabarmasına yol açar. Tuna’nın Demir Kapıları, güneyde birkaç mil uzakta [→] , Balkan sıradağlarındaki geçidi Macaristan ve Osmanlı İmparatorluğu sınırı üzerinde kapatır. Hıristiyanlık döneminin birinci yüzyılında Traianus’un fethettiği, Daçyalıların eski ülkesi böyledir. Jânos Zâpolya ve haleflerinin döneminde, 1699’a kadar bağımsız kalan Macaristan, I. Leopold döneminde Avusturya’ya ilhak edildi. Fakat, politik yapısı ne olursa olsun, Macaristan, birbiriyle kaynaşmadan dirsek teması içinde duran çeşitli ırkların ortak yaşam alanı olarak kaldı. Eflaklılar ya da Rumenler, Macarlar, Çingeneler, Moldavya kökenli Szekler’ler ve Saksonlar -bunlar da, koşullar uygunlaştıkça, zaman içinde, Transilvanya Birliği’ni kurmak adına “Macarlaşacak”tır- bu topraklarda bir arada yaşadılar. Çoban Frik hangi ırktandı? Eski Daçyalıların dejenere olmuş bir torunu muydu? Dağınık saçlarına, kir pas içindeki yüzüne, çalı sakalına, kırmızımsı kıllı iki fırçaya benzeyen kalın kaşlarına, nemli gözpınarları yaşlılık halkalarıyla çevrili, yeşil ile mavi arası çakır gözlerine bakarak buna karar vermek zordu. Altmış beş yaşına gelmişti – en azından öyle sanılabilirdi. Uzun boyluydu, zayıftı, gölünden daha az kıllı sarımtırak kazağının içinde sırım gibi duruyordu. Başında, hasırdan gerçek bir ot yumağı olan şapkasıyla, kargaburun uçlu asasına dayanmış, bir kaya kadar kımıltısız duruşunu hangi ressam görse ilgisiz kalamazdı. Güneşin ışınları dağların batı kırığından sızarken, Frik arkasını döndü; sonra, -tıpkı sesini uzaklara işittirmek için yaptığı gibi- kıvırdığı elini gözlerine siper ederek dikkatli dikkatli baktı. Ufukta, bulutların açıldığı yerde, tam bir mil ileride, ama uzaklık yüzünden iyice küçülmüş olarak, bir kalenin şekilleri hayal meyal beliriyordu.

Bu eski şato, Vulkan Boğazı’nın ıssız bir yamacı üzerinde, Orgall Yaylası denen bir yaylanın tepesindeydi. Göz kamaştırıcı bir ışığın etkisiyle, şatonun girinti çıkıntıları, çiğ bir şekilde, üçboyutlu görüntülerin netliğinde belli oluyordu. Yine de, uzaktaki bu kütlenin ayrıntılarını fark edebilmek için çobanın gözünün çok keskin olması gerekiyordu. Çoban, aniden, başını sallayarak haykırdı: “Yaşlı kale!… Yaşlı kale!… Boş yere kurumlanıyorsun temellerinin üstünde!… Üç yıl daha, sonra artık yoksun, çünkü kayınağacının üç dalı kalmış yalnızca!” Kalenin burçlarından birinin ucuna dikilmiş bu kayınağacı, ince bir kâğıt kesiği gibi, göğün zemininde simsiyah görünüyordu. Bu mesafeden onu görebilecek tek kişi Frik’ti. Çobana bunları söyleten, şatoyla ilgili bir efsaneydi. Bu sözlerin açıklamasına gelince, bunu zamanı geldiğinde anlatacağız. “Evet! Üç dal… Daha dün dört tane vardı, dördüncüsü dün gece düşmüş… Düşen dalın dibi kalmış yalnızca… Çatalında en fazla üç dal sayıyorum… En fazla üç, yaşlı kale… en fazla üç!” Bir çobanı idealleştirirsek, hayal gücümüzde onu düşlere ve düşüncelere dalan biri haline kolaylıkla getiririz; gezegenlerle konuşur; yıldızlara akıl danışır; gökyüzünü okur. Aslında, çoban genellikle cahil ve kalın kafalı hödüğün tekidir. Yine de, halk, kendine özgü saflığıyla, çobana doğaüstü yetenekler bahşetmekte zorlanmaz; büyü yapan biridir o; keyifli ya da keyifsiz oluşuna göre, insanları kem gözlerden uzak tuttuğu da olur, insanlara ve hayvanlara nazar değdirdiği de – bizim Çoban Frik ise her şeyi yapmaktadır; sevgi tozları satmaktadır; ondan aşk iksirleri ve formüller satın alınmaktadır. Hatta, ekili tarlalarına büyülü taşlar atarak oraları verimsizleştirmeye kadar vardırmaktadır işi. Koyunları kısırlaştırması için de, bir tek sol gözüyle bakması yetmektedir. Bu tür batıl inançlara her zaman, her ülkede rastlanır. En uygar köylerde bile, çobana dostça bir iki laf etmeden, anlamlı bir merhaba çekmeden önünden geçilmez. Pek önem verdiği “pastör” [→] adıyla selamlamak gerekir onu.

Şapka çıkararak selamlamak, şerden korunmayı sağlar. Hele ki Transilvanya yollarında, buna daha çok ihtiyaç vardır. Frik’e büyücü gözüyle bakılıyordu, fantastik hayaletleri çağıran biriydi o. Kimine göre, erkek ve dişi vampirler ona itaat ediyorlardı; bir başkasına inanacak olursak, başka memleketlerde üç yüz altmış altıncı günde görülen karanlık gecelerde, Ay batarken ona rastlanıyordu; değirmenlerin savağına binmiş, ya kurtlarla konuşurdu ya da uzun uzun yıldızları düşünürdü. Bu söylentiler Frik’in işine yaradığından, çoban bunlara ses çıkarmazdı. Büyüler ve muskalar satıyordu. Fakat, şunu belirtmeden geçmeyelim ki, o da müşterileri kadar saftı ve kendi büyücülüğüne inanmasa da, en azından, bölgede dolaşan efsanelere inanıyordu. Dolayısıyla, kayınağacının yalnızca üç dalı kaldığına göre, Frik’in, eski kalenin yakında yok olacağı şeklinde tahminde bulunmuş olmasına da, haberi Werst’e bir an önce ulaştırmak için koşturmasına da şaşmamalı. Köknardan yapılmış uzun borusunu ciğerlerini şişirerek bangır bangır öttürüp sürüsünü topladıktan sonra, Frik, köyün yolunu tuttu. Hayvanları ittirip kaktıran köpekleri, peşinden geliyordu. Bunlar, iki kırma av köpeğiydi, kudurgan ve vahşiydiler, koyunlara bekçilik etmekten çok onları kapıp yutmaya hazır görünüyorlardı. Sürüde yüz kadar koç ve koyun vardı, bir düzine kadarı bir yaş civarında yavru koyundu, geri kalanı üç ya da dört yaşında, yani dört ve altı dişli hayvanlardı. Bu sürü, Werst yargıcına, birô Koltz’a aitti. Koltz, otlatma hakkı olarak belediyeye yüklü bir para ödüyor, çobanı Frik’e de pek değer veriyordu. Onun koyun kırkmada pek maharetli olduğunu, pamukçuk, baş dönmesi, kelebek hastalığı, çiçek gibi hayvan hastalıklarının tedavisinde, koyunlarda görülen ayak hastalıklarında ve diğer rahatsızlıkların tedavisinde pek usta olduğunu biliyordu.

Sürü birbirinden ayrılmadan yürüyordu; önde kösemen, onun yanında dişi koyun, melemeler arasında, çıngıraklarını çınlata çınlata yürüyorlardı. Otlağın çıkışında Frik, engin tarlalarla çevrili geniş bir patikaya girdi. O tarlalarda, çok yüksek gövdeli, çok uzun saplı, harika buğday başakları rüzgârın altında dalgalanıyordu; bölgede yetişen ve kukurutz denen mısırın ekildiği tarlalar oralarda uzanıyordu. Yol, serin ve loş bir çam ve köknar ormanının kenarına kadar gidiyordu. Daha aşağıda, Siret, dipteki çakıl yığınları arasından süzülerek ışıklar içinde akıyordu; ırmağın üstünde, akarsuyun yukarı tarafındaki bıçkı atölyelerinin kereste haline getirdiği tomruklar yüzüyordu. Köpekler ve koyunlar nehrin sağ kıyısında durdular, sazları sarsarak, kıyıdan kana kana su içmeye koyuldular. Werst, üç tüfek atışı mesafedeydi. Köklerinin birkaç ayak üstünde karmakarışık bir hal alan çelimsiz topağaçlar bitiyor, bereketli ağaçlardan oluşan sık bir söğütlük başlıyordu; onun ötesindeydi. Bu söğütlük, Vulkan Geçidi’nin yamaçlarına kadar uzanıyordu. Aynı adı taşıyan köy ise Plesa dağ sırasının güney yamacındaki bir çıkıntıdaydı. Kır o saatte ıssızdı, insanlar ancak gece olduğunda tarlalardan dönüp evlerine giriyordu; Frik, köy yolunda ilerlerken, alışık olduğu selamlaşmayı yapamadı. Sürüsü susuzluğunu gidermiş olan çoban, vadinin kıvrımları arasına girecekti. O sırada Siret’in dirseklerinden birinde, elli adım kadar aşağıda bir adam belirdi. “Hey, ahbap!” diye seslendi çobana. Komita pazarlarını dolaşan çerçilerden biriydi.

Şehirlerde, küçük kasabalarda rastlanır onlara, en ufak köylere kadar giderler. İnsanlarla anlaşmakta asla güçlük çekmezler; her dilden konuşurlar. Çerçi İtalyan mıdır, yoksa Sakson ya da Eflaklı mı, kimse bilemezdi. Ama Frik’in yoluna çıkan bu çerçi Yahudiydi, Polonya Yahudisi, uzun boylu, zayıf, kemerli burunlu, sivri sakallı, çıkık alınlı, fıldır fıldır gözlü biri. Bu işportacı, dürbün, termometre, barometre ve küçük duvar saatleri satıyordu. Sağlam kayışlarla omuzlarına bağladığı balyaya sığmayanları boynundan ve belinden sarkıtmıştı: Gerçek bir sergi gibiydi, ayaklı bir işporta tezgâhına benziyordu. Muhtemelen bu Yahudi, çobanlar karşısında saygılıydı ve onlardan çekiniyor olmalıydı. Frik’i eliyle selamladı. Sonra, Latince ve Slavca karışımı bu Rumen dilinde, yabancı bir aksanla konuştu: “İşler yolunda mı, ahbap?” “Evet… havaya göre değişiyor,” diye cevap verdi Frik. “O halde bugün iyisindir, hava güzel çünkü.” “Ama yarın kötü olacağım, çünkü yağmur yağacak.” “Yağmur mu yağacak?…” diye haykırdı seyyar satıcı. “Sizin buralarda bulut yokken mi yağar yağmur?” “Bulutlar bu gece gelecek… şu taraftan… dağın kötü tarafından.” “Nasıl anlıyorsun bunu?” “Koyunlarımın yününden, tabaklanmış deri gibi sert ve kuru.” “O halde ana yolları arşınlayanların vay haline!…” “Evlerinin kapısı önünde kalacakların da canına minnet.

” “Keşke bir evim olsa, çoban.” “Çocukların var mı?” diye sordu Frik. “Yok.” “Evli misin?” “Hayır.” Frik bunları soruyordu, çünkü buralarda, rastlanılan kişilere bunları sormak âdetti. Sonra, sözüne devam etti: “Nereden geliyorsun, çerçi?…” “Hermanstadt’tan.” Hermanstadt, Transilvanya’nın başlıca kasabalarından biridir. Oradan çıkarken, Macar topraklarında akan Siret’in vadisiyle karşılaşılır; vadi ta Petroşani Kasabası’na kadar iner. “Peki, nereye gidiyorsun?” “Kolozsvar’a.” Kolozsvar’a varmak için, Mureş Vadisi yönünde yukarı çıkmak yeter; sonra, Karlsburg’dan geçip, Bihor Tepelerinin paralel sıralarını izleyerek komitanın merkezine varılır. Olsa olsa yirmi mil tutar bu yol. [→] Gerçekten de, bu termometre, barometre ve eski, bozuk saat satıcıları, apayrı varlıklarmış izlenimi yaratırlar her zaman, biraz Hoffmann’a özgü bir havaları vardır. Mesleklerin’den kaynaklanır bu durum. Zaman sancılarıdır onlar; her biçimiyle zamanı satarlar, akıp giden zamanı, o anki zamanı, gelecek zamanı. Diğer bohçacıların sepet, örgü ve pamuklu giysi satmasına benzer bu.

Dükkân tabelasında Altın Kum Saati yazan, Satume ve Ortakları Firması’nın gezgin sancılarıdır onlar sanki. Yahudinin Frik üzerinde yarattığı etki de kuşkusuz bu oldu. Frik, menşeini bilmediği, kendisi için yeni olan bu eşyaların bulunduğu tablaya şaşkınlıkla bakıyordu. “Hey çerçi!” dedi, eliyle işaret ederek. “Şu zamazingo ne işe yarar? İpe çekilmiş bir moruğun kemikleri gibi tıngırdayıp duruyor kemerinde…” “Bunlar değerli şeyler,” diye cevap verdi gezgin satıcı, “herkese yararlı şeyler.” “Herkese mi?” diye haykırdı Frik, gözünü kırparak – “Çobanlara bile mi?…” “Çobanlara bile.” “Ya bu makine?…” “Bu makine,” dedi Yahudi, elleri arasına aldığı bir termometreyi hoplatıyordu, “bu makine sayesinde hava sıcak mı soğuk mu öğrenirsin.” “Ben bunu zaten biliyorum, ahbap, çoban kazağımın içinde terlediğimde ya da kepeneğimin altında tir tir titrediğimde anlarım.” Elbette, bilimin nedenleriyle niçinleriyle ilgilenmeyen bir çobana bu kadarı yetiyor olmalıydı. “Ya bu yelkovanlı koca saat?” Kadranlı bir barometreyi gösteriyordu çoban. “Saat değil bu, yarın yağmur mu yağacak yoksa hava güzel mi olacak, onu söyler…” “Vay canına!” “Evet.” “Peki!” diye karşılık verdi Frik. “Onu da istemem, bir para da olsa istemem. Dağda gezinen ya da zirvelerin üstünde koşturan bulutlara bakmak yeter. Sanki ben havayı yirmi dört saat önceden bilmiyor muyum? Bak, sanki topraktan fışkıran şu buharı görüyor musun?… Evet, söylemiştim, yarınki yağmurun suyu bu.

” Gerçekten de, havanın sıkı bir gözlemcisi olan Çoban Frik, barometresiz edebilirdi. “Madem öyle, saat gerekir mi diye de sormayayım…” diye sözüne devam etti çerçi. “Saat mi?… Bir tane var bende, tek başına işliyor ve başımın üzerinde salınıp duruyor. Yukarıdaki güneş. Görüyor musun, ahbap, Rodük Tepesi’nin üstünde duruyorsa, vakit öğledir, Egelt Çukuru’ndan baktığında, demek ki saat altıdır. Koyunlarım da benim kadar iyi bilir, köpeklerim de koyunlarım kadar. Saatlerin sende kalsın!” “Pekâlâ,” dedi seyyar satıcı, “tek müşterilerim çobanlar olsaydı para kazanmakta güçlük çekerdim! Demek ki, hiçbir şeye ihtiyacın yok, öyle mi?” “Hiç yok.” Pek ucuza olan tüm bu mallar zaten pek sağlam şeyler değildi; barometreler hava değişikliğine uyum sağlayamıyordu, ya da hep aynı şeyi gösteriyordu, saatlerin akreple yelkovanı ya çok geri kalıyor ya da koşturup duruyordu – ne de olsa, sıradan işporta malıydı hepsi. Çoban, belki bu mallara güvenmiyor, bu nedenle de pek alıcı çıkmak istemiyordu. Tam o esnada, asasını eline alıp yoluna devam edeceği sırada, çerçinin askısına asılı bir tür tüpe dokundu: “Şurandaki şu boru ne işe yarıyor?… “Bu boru, boru değil.” “Küçük bir top mu o halde?” Çobanın kastettiği, geniş namlulu bir tür eski tabancaydı. “Hayır,” dedi Yahudi, “bu bir dürbün.” Nesneleri beş, altı kez büyüten ya da bir o kadar yaklaştıran, ki sonuçta aynı kapıya çıkıyor, şu bilinen dürbünlerden biriydi bu. Frik, aleti bulunduğu yerden almış, bakıyor, elliyordu, bir o ucuna bir diğer ucuna bakıyordu, iç içe geçmiş silindirleri çeviriyordu. Başını salladı: “Bir dürbün, ha?” “Evet, çoban, hem de benzersiz bir dürbün, çok uzaklara bakmanı sağlar.

” “Öyle olsun! Benim gözlerim sağlamdır, ahbap. Hava açık olduğunda, Retyezat’ın doruğuna kadar en arka sıradaki kayaları görürüm, Vulkan’daki geçitlerin dibindeki en son ağaç bile kaçmaz gözümden. “Gözünü kısmadan mı bakarsın?…” “Kısmadan. Çiye borçluyumdur bunu. Akşamdan sabaha kadar yıldızların altında uyuduğumda, gözbebeklerimi tertemiz yıkar.” “Ne… çiy mi?” diye karşılık verdi çerçi. “Benim bildiğim, kör eder çiy…” “Çobanları değil.” “Öyle olsun! Senin gözlerin keskin olabilir ama benimkiler de oldukça iyidir, özellikle önüne dürbünümü getirdiğimde.” “Bakmak lazım.” “Koy gözüne…” “Ben mi?…” “Dene.” “Para gerekmez mi bunun için?” diye sordu Frik. Pek kuşkulu bir mizacı vardı. “Gerekmez… tabii eğer aleti satın almaya karar verirsen, gerekir.” Bu konuda ikna olan Frik, dürbünü eline aldı; çerçi silindirleri ayarlamıştı. Sonra, çoban, sol gözünü kapayarak, dürbünü sağ gözüne dayadı.

Önce, Vulkan Boğazı istikametine baktı, bakışlarını Plesa’ya doğru kaldırdı. Sonra, aleti indirdi ve Werst Köyü’ne doğru çevirdi. “Peh! Peh! Doğruymuş be… Benim gözlerimden daha uzağı gösteriyor… İşte ana cadde… İnsanları seçiyorum… Bak hele, ormancı Nic Deck, ormanda dolaşmaktan geliyor, çantası sırtında, tüfek omzunda…” “Ben demiştim!” dedi çerçi. “Evet… evet… Nic bu! Peki şu kız kim, Yargıç Koltz’un evinden çıkıyor, kırmızı etekli, siyah bluzlu, sanki Nic’i karşılamaya gidiyor?…” “İyi bak, çoban, kızı da tanırsın oğlanı da…” “Elbette! Evet… Miriota bu… Güzel Miriota!… Sizi gidi âşıklar, sizi… Bu kez, kendilerini kollasınlar, çünkü dürbünümün ucuyla yakaladım ben onları, tek bir cilveleşmelerini bile kaçırmam artık!” “Aletim hakkında ne diyorsun?” “Eee! Evet!… uzağı gösteriyor.” Frik’in daha önce bir dürbünden hiç bakmamış olması için Werst Köyü’nün Klausenburg Komitası’nın en geri kalmış köyleri arasında yer alması gerekiyordu. İlerde göreceğimiz gibi, gerçekten de böyleydi zaten. “Haydi, çoban,” diye sözüne devam etti çerçi, “bak bir daha… hatta Werst’ten daha uzağa bak… Köy çok yakınımızda… Öteye bak, çok öteye!…” “Gene parasız mı?” “Parasız.” “Tamam! Macar topraklarındaki Siret’in tarafına bakayım!… Evet… İşte, Uvadzel’in çan kulesi… Tek kolu çolak haçından tanıyorum onu… Ötede, vadide, köknarlar arasında, Petroşani’nin çan kulesini görüyorum; tenekeden horozu tepesinde, gagası açık, sanki civcivlerini çağıracak gibi!… Uzakta, ağaçların ortasında uzanan şu kule… O da Petrilla’nın kulesi olmalı… Fakat, çerçi, bekle, madem ki hep parasız…” “Hep parasız, çoban.” Frik, Orgall Yaylası’na doğru döndü; sonra, dürbünüyle, Plesa yamaçlarında kararmaya başlayan orman örtüsüne baktı. Dürbünün görüş alanına kalenin uzaktaki silueti giriyordu. “Evet!” diye haykırdı. “Dördüncü dal yerde… Doğru görmüşüm!… Kimse onu toplayıp da güzel bir Saint-Jean meşalesi yapmayacak… Hayır, kimse… Ben bile!… Kim giderse oraya, bedenini de ruhunu da tehlikeye atmış olur… Ama hiç kaygılanma!… Bu işe karışacak biri var, bu gece, cehennem ateşinin ortasında… Chort bu!” Chort, şeytanın adı buydu, bölge insanları kendi aralarında bu adı verirlerdi şeytana. Yahudi, Werst Köyü’nden ya da civarından olmadığı için kendisine anlaşılmaz gelen bu sözlerin anlamını belki soracaktı ki Frik, şaşkınlıkla korkunun iç içe girdiği bir sesle haykırdı: “Ne bu, burçtan çıkan bu pus da nesi? Pus mu bu?… Hayır!… Sanki bir duman… İmkânsız!… Yıllar var ki kalenin bacaları tütmüyor!” “Orada duman görüyorsan, çoban, duman var demektir.” “Hayır… çerçi, hayır!… Senin aletin camı buğulanıyor.” “Sil.

” “Siliyorum ve…” Frik dürbünü çevirdi, kolunun yeniyle camlarını silip yeniden gözüne yerleştirdi. Burcun ucunda duman vardı. Duman sakin havada dosdoğru yükseliyor ve yüksekteki su buharlarına karışıyordu. Frik donup kalmıştı, sesi soluğu çıkmıyordu. Tüm dikkati, yükselen gölgenin Orgall Yaylası hizasında örtmeye başladığı kaledeydi. Aniden, dürbünü indirdi ve elini kazağından sarkan heybeye götürdü: “Boru kaç para?” “Bir buçuk Florin, [→]” dedi çerçi. Dürbünü bir Florin’e bile bırakırdı, yeter ki Frik pazarlığa niyeti olduğunu göstersin. Ama çoban sesini çıkarmadı. Açıklaması olmayan bu ani şaşkınlığın etkisiyle, elini heybesine daldırdı ve parayı çıkardı. “Bu dürbünü kendine mi satın alıyorsun?” “Hayır… Efendime, Yargıç Koltz’a.” “O halde parasını öder…” “Evet… Dürbünün bana mal olduğu iki Florin’i…” “Nasıl!… İki Florin mi?…” “Eh! Kuşkusuz!… Haydi, iyi akşamlar, ahbap.” “İyi akşamlar, çoban.” Frik, köpeklerini ıslıkla çağırarak, sürüsünü iteleyerek, Werst istikametine doğru hızla yola koyuldu. Çobanın ardından bakan Yahudi, başını salladı, sanki bir deliyle karşılaşmıştı: “Bilseydim,” diye mırıldandı, “daha pahalıya satardım dürbünümü!” Sonra, tezgâhını kemerine ve omuzlarına yeniden asarak, Karlsburg yönünde yola koyuldu, Siret’in sağ kıyısından aşağı iniyordu. Nereye mi gidiyordu? Bunun pek önemi yok.

Bu hikâyede o yalnızca geçip giden biri. Bir daha karşımıza çıkmayacak.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir