Julio Cortazar – Ayakizlerinde Adimlar

GÜN BATARKEN, Florencio, küçük kızıyla birlikte, yalnız Mariano ve Zulma’nın ciple geçmeye cesaret ettikleri taş ve oyuk dolu yoldan aşağı doğru indi. Kapıyı Zulma açtı onlara, gözleri şişmişti, soğan doğramış olabileceğini düşündü Florencio. Mariano öbür odadan gelerek onları içeri buyur etti; fakat Florencio yalnızca ertesi sabaha dek küçük kıza bakabilirler mi sormak istiyordu, acil bir iş için kıyıya inmesi gerekiyordu ve kasabada çocuğu bırakabileceği biri yoktu. Pek tabii, dedi Zulma, lafı mı olur, buraya aşağıya bir yatak koyarız onun için. Mariano beş dakika gelin bir kadeh içki için diyerek ısrar ettiyse de Florencio arabayı kasaba meydanında bırakmıştı, hemen yola çıkmak istiyordu, teşekkür edip küçüğü öptü; kız sıranın üstünde duran dergi yığınını görmüştü bile; kapı kapanınca Zulma ye Mariano neredeyse kaygıyla birbirlerine baktılar, her şey çok çabuk olup bitmişti. Mariano omuzlarını silkip atölyesine, tamir etmekte olduğu eski iskemlenin başına döndü; Zulma küçük kıza karnı aç mı diye sordu, dergilerle oynamasını önerdi, dolapta bir top bir de kelebek ağı vardı; kız teşekkür ederek dergilere göz gezdirmeye başladı; Zulma akşam için kuşkonmazları hazırlarken yan gözle ona baktı ve onu kendi halinde oynamaya bırakabileceğini düşündü. Güneyde hava şimdiden erken kararmaya başlamıştı, başkente dönmek, yeniden kış yaşamına başlamak için bir aydan kısa bir zaman kalmıştı önlerinde, sonuç olarak her zamanki yaşamlarının devamı değil miydi bu, mesafeli bir birliktelik, hoş bir arkadaşlık, karı koca arasındaki geleneksel nezaket kurallarına bağlı kalmak, örneğin o anda Mariano’ya tutkal çanağını ısıtmak için büyük bir fırın gerekiyordu, bu durumda Zulma patates tenceresini daha sonra tekrar ateşe koymak üzere fırından çıkartmalıydı, Mariano teşekkür ediyordu, sandalye neredeyse bitmişti, tutkalı bir çırpıda sürmek daha iyi olacaktı, fakat önce ısıtmak gerekiyordu kuşkusuz. Küçük kız, mutfak ve yemek odası olarak kullandıkları büyük odanın bir ucunda dergilere göz atıyordu, Mariano ona vermek için dolaptan şeker çıkarttı; dışarı çıkıp bir kadeh içki eşliğinde tepelerin ardında batan güneşi seyretme zamanı gelmişti, patika hemen her zaman ıssız oluyordu, kasabanın yukarılarındaki evler zar zor seçiliyordu, önlerindeki yamaç, vadinin şimdiden gölgelenmiş derinliklerine dek uzanıyordu. Zulma, benim içkimi de koy, geliyorum, dedi. Tüm olaylar sırayla gerçekleşiyordu, her olay için belli bir saat ve her saat için belli bir olay vardı, bir çırpıda düzeni bozmuş olan küçük kız hariç; kıza oturacak bir sıra ve içecek bir bardak süt, uslu durduğu için saçlarını okşayarak büyük bir aferin. İçilen sigaralar, evin üstünde toplanan kırlangıçlar, her şey her gün birbirinin içine geçerek tekrarlanıyordu; iskemle herhalde artık kurumuştu, kırılan tarafları birbirine yapışmıştı, tıpkı hiçbir yenilik taşımayan bu yeni günün değişik bölümleri gibi. Bu akşamın küçük farklılığı kızın varlığından kaynaklanıyordu, tıpkı bazı öğlenler postacının Mariano ya da Zulma’ya getirdiği mektuplar gibi; bu mektuplar onları bir an yalnızlıklarından çıkartırdı, birbirlerine tek bir sözcük söylemeden okurlardı onları. Bir ay daha, sanki önceden prova edilmiş gibi aynı hareketleri tekrar edeceklerdi, sonra tepesine kadar yüklü cip onları başkentteki daireye geri götürecekti, başka, fakat farklı olmayan bir yaşama; Zulma’nın arkadaş çevresi, Mariano’nun ressam dostları, Zulma’nın mağazalarda geçen öğleden sonraları, Mariano’nun kahvelerde geçen geceleri; bu farklı koşuşturma içinde yine de buluşuyorlardı gelenekleri yerine getirmek için: sabah öpücüğü, ikisinin de kendi alanına girmeyen ortak programlar, tıpkı şimdi Mariano’nun Zulma’ya bir içki daha önermesi, bakışları uzaktaki koyu mora boyanmış tepelerde olan Zulma’nın da kabul etmesi gibi. Ne yemek istersin kızım? Siz nasıl isterseniz efendim. Belki kuşkonmaz sevmez, dedi Mariano; severim, dedi küçük kız, zeytinyağı ve sirkeyle, fakat tuzu az olsun çünkü tuz genzimi yakıyor.


Gülüştüler, ona özel bir sirkeli sos hazırlayacaklardı. Peki ya haşlanmış yumurtaya ne dersin? Küçük kaşıkla yerim, dedi kız. Tuzu da az olsun çünkü genzimi yakıyor, diyerek takıldı ona Mariano. Tuz çok geniz yakar, dedi küçük kız, ben bebeğime patates püresi yedirirken hiç tuz koymam, bugün onu getiremedim çünkü babam acele ediyordu, onu almama izin vermedi. Güzel bir gece başlıyor, diye düşündü Zulma yüksek sesle, baksana kuzeye doğru hava ne kadar durgun. Evet, dedi Mariano, fazla sıcak olmayacak; bu arada koltukları aşağıdaki salona taşıdı, vadiye bakan pencerenin kenarındaki lambaları yaktı. Otomatik olarak da radyoyu açtı. Nixon Pekin’e gidecekmiş, buna ne dersin, dedi Mariano. Artık din iman da kalmadı, dedi Zulma ve aynı anda kahkahayı bastılar. Küçük kız kendini dergilere vermiş, çizgi öykülerin bulunduğu sayfaları işaretliyordu, onları ikinci bir kez okumak niyetindeymişçesine. Mariano’nun yukarı kattaki yatak odasına sıktığı böcek ilacıyla Zulma’nın radyoda çalınan şarkılardan birini mırıldanarak kestiği soğanın kokusu arasında gece oldu. Küçük kız yemeğin ortasında, haşlanmış yumurtasını yerken uyuklamaya başladı; ona takılarak, hadi bitir yemeğini, dediler; Mariano onun için mutfağın en dipteki köşesine açılır kapanır yatağı ve şişme şiltesini önceden hazırlamıştı, bu şekilde onlar salonda biraz daha oturup plak dinleseler, ya da kitap okusalar bile kızı rahatsız etmeyeceklerdi. Küçük kız şeftalisini bitirdi ve uykusunun geldiğini kabul etti. Yat uyu hayatım, dedi Zulma, biliyorsun eğer çişin gelirse yukarı çıkarsın, merdivenlerin ışığını açık bırakırız. Kız yarı uykuda onları yanaklarından öptü fakat yatmadan önce dergilerden birini seçerek yastığının altına yerleştirdi.

İnanılır gibi değil, dedi Mariano, bu çocuklar ne kadar ulaşılmaz bir dünyada yaşıyorlar, düşünsene bir zamanlar biz de aynı dünyada yaşamıştık. Belki de dünyaları söylediğin kadar farklı değil, dedi Zulma softayı kaldırırken, senin de garip merakların yok mu, ille de kolonya şişesini sola, tıraş bıçağını da sağa koyarsın, ya benimkileri. Fakat bunlar garip meraklar değil ki, diye düşündü Mariano, bunlar daha çok ölüm ve yok olmaya karşı bir yanıt; nesneleri ve zamanı sabit kılmak, delik ve lekelerle dolu dağınıklığa karşı bazı kalıplar ve gelenekler yerleştirmek. Yalnız bunları yüksek sesle söylemiyordu, her geçen gün Zulma’yla konuşma zorunluluğunun azaldığını hissediyordu, Zulma da bu düşüncelerini değiştirmesini gerektirecek bir şey söylemiyordu zaten. Kahveyi getirebilirsin, fincanları şöminenin karşısındaki masanın üstüne koydum. Şekerliğin içinde şeker var mı bakar mısın? Yoksa dolapta yenisi var. Şişe açacağını bulamıyorum, şişedeki likörün rengine bak, ne hoş değil mi? Evet ya, çok güzel. Madem yukarı çıkıyorsun, komodinin üstünde bıraktığım sigaraları getirir misin? Bu likör de gerçekten çok nefismiş. Sıcak oldu, değil mi? Evet hava ağırlaştı, en iyisi camları açmamak, yoksa evin içi kelebek ve sivrisinek dolar. Zulma ilk gürültüyü duyduğunda Mariano plaklarının arasında Beethoven’in bu yaz hiç dinlemediği bir sonatını arıyordu. Eli havada kalakaldı, dönüp Zulma’ya baktı. Gürültü sanki bahçenin taş merdivenlerinden geliyordu, fakat geceleri evlerine kimse gelmezdi, özellikle de bu saatte. Mutfağa giderek bahçenin eve bitişik tarafını aydınlatan lambayı yaktı, hiçbir şey göremeyince lambayı kapattı. Yemek aramaya çıkmış bir köpek, dedi Zulma. Garip bir sesti, dedi Mariano, hayvan böğürtüsüne benziyordu.

Geniş camda kocaman bir beyaz leke görünüp yitti, Zulma boğuk bir çığlık attı, Mariano dönüp baktığında geç kalmıştı, camda möblelerin ve tabloların yansımasından başka bir şey görünmüyordu. Soru sormasına fırsat kalmadan böğürtü kuzeye bakan duvarın ötesinde tekrar yankılandı, Zulma dipteki duvara sırtını yapıştırmış, gözlerini cama dikmiş, elleriyle ağzını kapatmıştı. Zulma’nın çığlığına benzeyen boğuk bir kişneme duyuldu, bir at bu, dedi Mariano inanmadan, bir at sanki, nal seslerini duyuyor musun, bahçenin içinde koşuyor. Yelesinde kana benzeyen izler, kocaman beyaz bir kafa camı sıyırarak geçiyordu; at onlara bakmadı bile, beyaz leke sağa doğru gözden yitti, yine duydular nal seslerini, taş merdivenler yönünde ani bir sessizlik, bir kişneme ve uzaklaşan nal sesleri. Fakat buralarda at yoktur ki, dedi Mariano, farkında olmadan silah olarak eline geçirdiği likör şişesini yerine koyarken. İçeri girmek istiyor, dedi Zulma, sırtı hâlâ dipteki duvara dayalı. Hadi canım aptallaşma, herhalde vadideki çiftliklerden birinden kaçtı, ışığı görünce de buraya geldi. Hayır, içeri girmek istiyor, kudurmuş ve içeri girmek istiyor. Bildiğim kadarıyla atlar kudurmaz, dedi Mariano, galiba gitti, bir yukarı çıkıp camdan bakayım. Hayır, hayır sakın gitme, burada kal, onu hâlâ duyuyorum, taraçanın merdivenlerinin orada, çiçeklerin üzerinde geziniyor, geri dönecek, ya camı kırıp içeri girerse. Saçmalama camı filan kırmaz, dedi Mariano güçsüz bir sesle, belki de ışığı kapatırsak çekip gider. Ne bileyim ben, dedi Zulma sırtını duvardan ayırmadan sıranın üstüne büzüşerek, nasıl kişniyor duymuyor musun, orada, yukarıda. Nal seslerinin merdivenlerden indiğini duydular, kapının arkasından öfkeli bir hırıltı geliyordu, biri kapıyı zorluyormuş gibi geldi Mariano’ya, ısrarlı bir sürtünme, Zulma deli gibi bağırarak ona doğru koştu. Zulma’yı hafifçe iterek elini elektrik düğmesine uzattı, alacakaranlıkta (küçük kızın uyuduğu mutfağın ışığı açık kalmıştı) kişnemeler ve nal sesleri daha da güç kazandı, fakat at artık kapının önünde değildi, bahçede bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyordu. Mariano koşup mutfağın ışığını da kapattı, küçük kızı yatırdıkları köşeye bakmadı bile, geri dönüp hıçkıra hıçkıra ağlayan Zulma’yı kollarının arasına aldı, saçlarını ve yüzünü okşayarak sesleri daha iyi duyabilmek için susmasını söyledi.

Pencerede atın kafası bir kez daha göründü, fazla abanmadan cama dayandı, beyaz leke karanlıkta saydammış gibi duruyordu, atın bir şey arıyormuşçasına içeri baktığını hissettiler, artık onları göremiyor, fakat yine de kafasını ani hareketlerle bir bu tarafa bir öteki tarafa sallayarak hırıldıyor ve kişniyordu. Zulma’nın bedeni Mariano’nun kollarının arasında kayıp gidiyordu, Mariano tekrar sıranın üstüne oturmasına yardım ederek sırtını duvara dayadı. Kıpırdama ve sesini çıkartma, göreceksin şimdi gidecek. Girmek istiyor, dedi Zulma güçsüz bir sesle, biliyorum girmek istiyor, ya camı kırarsa, ya camı tekmeleyip kırarsa ne yaparız. Şşş, dedi Mariano, sus lütfen. İçeri girecek, diye mırıldandı Zulma. Tüfeğim de yok ki, dedi Mariano, şu orospu çocuğunun kafasına beş kurşun sıkayım. Gitti, dedi Zulma aniden ayağa kalkarak, yukarı çıktı, taraçaya açılan kapıyı görürse içeri girebilir. Korkma, o kapı kapalı, düşün biraz, karanlıkta hareket bile edemeyeceği bir eve girer mi, o kadar aptal mı? Girer, dedi Zulma, girmek istiyor, bizi ezip geçecek, biliyorum, girmek istiyor. Şşş, dedi Mariano bir kez daha, o da aynı şeyi düşünüyordu aslında, sırtı terden sırılsıklam olmuştu, ancak beklemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Nal sesleri merdivenlerde bir kez daha yankılandı ve birdenbire bir sessizlik oldu, yalnızca uzaktaki ağustos böcekleri duyuluyordu, bir de yamaçtaki ceviz ağacında bir kuş. Mariano ışığı açmadan, pencereden gecenin belli belirsiz aydınlığı içeri giriyordu, bir bardağa likör koydu ve bardağı Zulma’nın dudaklarına dayayarak, dişlerinin birbirine vurmasına ve içkinin gömleğine dökülmesine aldırmadan likörü zorla içirdi ona, sonra da kendisi şişeyi ağzına dikip, mutfağa küçük kıza bakmaya gitti. Kız, değerli dergisini tutarmış gibi ellerini yastığın altına sokmuş mışıl mışıl uyuyordu, hiçbir şey duymamıştı, varlığı hissedilmiyordu bile, oysa salondan Zulma’nın ağlaması duyuluyordu, bir çığlığa benzeyen boğuk hıçkırıklarla noktalanan ağlaması. Geçti, geçti artık, dedi Mariano Zulma’nın yanına oturarak ve onu yavaşça sarsalayarak, biraz korktun o kadar. Geri dönecek, dedi Zulma, gözlerini cama dikmişti.

Hayır, artık uzaklardadır, eminim aşağıdaki bir sürüden kaçıp gelmiştir. Hiçbir at böyle davranmaz, dedi Zulma, hiçbir at böyle evin içine girmek istemez. Doğru, garip olduğunu kabul ediyorum, dedi Mariano, en iyisi dışarı bir göz atalım, işte el feneri. Fakat Zulma iyice duvara yapışmıştı, kapıyı açmayı, belki de hemen yakında, ağaçların altında saldırıya hazır bekleyen beyaz gölgeye doğru ilerlemeyi düşünemiyordu bile. Bak, eğer gittiğinden emin olmazsak bu gece ikimizin de gözüne uyku girmeyecek, dedi Mariano. Ona biraz daha süre tanıyalım, bu arada sen yat, ben de sana sakinleştirici vereyim, her zamanki ölçüyü artırıyorum, zavallı küçüğüm bunu fazlasıyla hak ettin. Zulma sonunda karşı koymadan denileni yaptı; ışığı yakmadan merdivenlere doğru yürüdüler, Mariano eliyle uyuyan kızı işaret ettiyse de Zulma ona bakmadı bile, sendeleyerek merdivenleri çıkmaya çalışıyordu. Mariano odaya girerken onu tutmak zorunda kaldı, kapının kenarına çarpmaması için. Arka tarafa doğru bakan pencereden merdivenleri ve üst taraçayı gözden geçirdiler. Gördün mü, gitmiş, dedi Mariano; yastığını düzeltirken Zulma’nın gözlerini pencereden ayırmadan mekanik hareketlerle soyunmasını izliyordu. Ona damlalarını içirdi, boynuna ve ellerine kolonya sürdü, çarşafı yavaşça omuzlarına kadar çekti; Zulma gözlerini kapatmış titriyordu. Mariano onun gözyaşlarını sildikten sonra biraz bekledi ve el fenerini almak için aşağıya indi; bir elinde fener öbüründe balta yavaşça dışarı çıktı, buradan evin tüm doğu cephesini görebiliyordu. Gece tüm diğer yaz gecelerine benziyordu, uzakta ağustos böcekleri ötüyor, bir kurbağa sırayla iki değişik ses çıkartıyordu. Mariano el fenerine gerek duymaksızın çiğnenmiş leylakları, menekşelerin ortasındaki kocaman izleri ve merdivenlerin dibine düşmüş saksıyı gördü; Demek ki bu bir sanrı değildi, olmadığı da daha iyiydi kuşkusuz. Ertesi sabah Florencio’yla birlikte vadideki çiftlikleri araştıracaktı, atın tekrar aşağı inmesini sağlamak kolay bir iş değildi.

İçeri girmeden önce saksıyı yerden kaldırdı, en yakındaki ağaçlara kadar giderek uzun uzun ağustos böceklerini ve kurbağayı dinledi; eve doğru baktığında Zulma çıplak ve hareketsiz yatak odasının penceresinde dikiliyordu. Küçük kız kıpırdamamıştı; Mariano gürültü yapmadan yukarı çıktı ve Zulma’nın yanında sigara içmeye başladı. Gördün işte, gitmiş, rahat rahat uyuyabiliriz, yarın bakarız. Onu yavaşça yatağa götürdü, soyundu ve sırtüstü, ağzında sigara yanına uzandı. Uyu artık, her şey yolunda, aptalca bir korkuydu o kadar. Saçlarını okşadı, parmakları omuzlarına doğru kaydı, göğüslerini okşadı. Zulma sırtını ona çevirerek öteki yana döndü, hiç konuşmadan, tüm diğer yaz gecelerinde yaptığı gibi. Uyumak zor olacak, diye düşünüyordu Mariano, oysa sigarasını söndürür söndürmez uykuya daldı; pencere açık kalmıştı, sivrisinekler girecekti doğal olarak, ancak uyku daha önce hâkim oldu ona, resimsiz ve renksiz mutlak hiçlik. Bir zaman sonra anlatılmaz bir panik duygusuyla nefes nefese uyandı, Zulma parmaklarını omzuna geçirmişti. Ne olup bittiğini anlamadan geceyi dinlemeye koyuldu, sessizliği yalnız ağustos böcekleri bozuyordu. Uyusana Zulma, yok bir şey, düş gördün herhalde. Onu tekrar uzanmaya, sırtını dönüp yatmaya zorladıysa da başarılı olamadı; Zulma elini Mariano’nun omzundan çekmiş, bir anda yatağın içinde iyice doğrularak kasılmış bir şekilde gözlerini kapıya dikmişti. Zulma’yla birlikte o da kalktı, onun kapıyı açıp merdivenlere doğru gitmesine engel olamadı; hemen arkasında duruyor, kendi kendine düşünüyordu, ona bir tokat atması, onu zorla yatağa götürmesi ve artık bu sonu gelmez soğukluğunun üstesinden gelmesi daha iyi olmaz mıydı? Merdivenlerin yarısına geldiğinde Zulma tırabzana tutunarak durdu. Küçük kız neden burada biliyor musun? Sesi hâlâ yaşamakta olduğu karabasandan geliyordu. Küçük kız mı? Birkaç basamak daha ve mutfağa girmek üzereydiler.

Zulma, lütfen. Zulma kısık, neredeyse tiz bir sesle, onu içeri sokmak için burada, inan bana onu içeri sokacak, dedi. Zulma, lütfen beni çileden çıkartma. Sesi daha tiz, neredeyse muzaffer bir edayla, bak dedi, bana inanmıyorsan bak işte, yatağı boş, dergi yere düşmüş. Mariano bir çırpıda Zulma’nın önüne geçerek elektrik düğmesine doğru koştu. Küçük kız pembe pijamasıyla salona açılan kapının önünde durmuş uykulu gözlerle onlara bakıyordu. Bu saatte ayakta ne yapıyorsun, dedi Mariano, beline bir bez parçası dolayarak. Küçük kız yarı uykulu yarı utanmış çıplak Zulma’ya bakıyordu, yatağına dönmek istercesine, ağlamaklı. Çiş yapmak için kalktım, dedi. Ve bahçeye çıktın, oysa biz sana banyoya gitmeni söylemiştik. Küçük kızın elleri komik bir şekilde pijamasının ceplerinde kaybolmuş, dudaklarıysa büzülmeye başlamıştı bile. Peki tamam, üzülme, hadi yatağına dön, dedi Mariano saçlarını okşayarak. Üstünü örttü, dergiyi tekrar yastığının altına yerleştirdi; küçük kız yüzünü duvara döndü, bir parmağını kendini avutmak istermişçesine ağzına sokmuştu. Hadi yukarı çık, dedi Mariano, görüyorsun işte hiçbir şey yok, uyurgezer gibi durma orada. Zulma’nın salonun kapısına doğru iki adım attığını gördü, yolunu kesti, artık yeterdi allah kahretsin.

Fakat farkında değil misin, ona kapıyı açtı, dedi Zulma kendisine ait olmayan o sesle. Saçmalamayı bırak, Zulma. Doğru mu değil mi git bak, ya da bırak ben gideyim. Mariano’nun eli Zulma’nın titremekte olan kolunu kavradı. Hemen yukarı çıktı; onu merdivenlere kadar itti, önünden geçerken küçük kıza bir göz attı: kıpırdamamıştı, uyuyor olmalıydı. Birinci basamakta Zulma bir çığlık atıp kaçmak istedi, fakat merdiven dardı ve Mariano tüm bedeniyle itiyordu onu, üstündeki bez parçası sıyrılarak merdivenin dibine düşmüştü; onu omuzlarından tutarak yukarı kadar itekledi, merdivenin başına kadar getirdi, odaya doğru fırlattı ve kapıyı arkasından kapattı. Onu içeri sokacak, diye tekrar ediyordu Zulma, kapı açık ve o içeri girecek. Hadi yat, dedi Mariano. Sana kapının açık olduğunu söylüyorum. Önemli değil, dedi Mariano, isterse girsin; girmiş, girmemiş, artık umurumda bile değil. Zulma’nın kendisine yaklaşmasını engellemeye çalışan ellerini yakaladı, onu omuzlarıyla yatağa itti, birlikte düştüler, Zulma hıçkırıyor ve yalvarıyordu; kendisini her geçen dakika daha çok saran, gözyaşları ve küfürler arasında, dudaktan dudağa çılgın gibi fısıldanan bir iradeye boyun eğmeye zorlayan bu bedenin ağırlığı altında kıpırdamasına olanak kalmamıştı. İstemiyorum, istemiyorum, bir daha hiç istemiyorum, istemiyorum, ama artık çok geçti, gücü kalmamış, gururu yenilmişti, bu ezici ağırlık dönülmesi olanaksız geçmişe, mektupsuz ve atsız geçen yazlara geri götürüyordu onu. Bir zaman sonra, hava aydınlanmaya başlamıştı, Mariano sessizce giyindi, mutfağa indi; küçük kız parmağı ağzında uyuyordu, salonun bahçeye bakan kapısı açıktı. Zulma haklı çıkmıştı, küçük kız kapıyı açmıştı, fakat at evin içine girmemişti. Belki de girmiştir, diye düşündü Mariano, ilk sigarasını yakıp tepelerin üstündeki mavi çizgiye bakarken, belki de eve girmiştir, ama nasıl bilebilirlerdi ki, gürültü duymamışlardı, her şey yerli yerindeydi; saatler her zamanki gibi geçecekti, Florencio küçük kızı almaya geldikten sonra, herhalde öğleye doğru; uzaktan ıslık çalarak postacı gelecekti, bahçedeki masanın üstüne bıraktığı mektupları o ya da Zulma hiçbir şey söylemeden alacaklardı, birlikte öğle yemeği için ne hazırlayacaklarına karar vermeden önce.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir