Jerzy Kosinski – Adimlar

Jerzy Kosinski, yüzyılımızın en renkli ve çarpıcı kalemlerinden biri olarak tanınır. 1933 yılında Rus asıllı bir anababadan Polonya’da doğmuş ve İkinci Dünya Savaşt’nın tüm vahşetini, kendi anlatımıyla, “binlerce benzeri gibi, altı yaşındaki o küçük çocuk da” yaşamıştır. O yılların kabusu, tüm yapıtlarında yansır dunır. 1955-57 yılları arasında Varşova Akademisi’nde asistan olarak görev yapan Kosinski, Ford bursuyla Birleşik Amerika’ya gitti ve orada kaldı. Psikoloji doktorası yaptıktan sonra Wesleyaıı, Princeton ve Yale Üniversitelerinde öğretim üyeliklerinde bulundu. İlk yazılarını 1960 yılında Joseph Novak takma adıyla yazan Kosinski, çocukluğunun kabuslu yıllarını anlattığı The Painted Bird (Boyalı Kuş / e yayınları) adlı romanıyla büyük bir üne kavuştu. Kitap kısa bir süre içinde otuz altı dile çevrilip yayınlandı. Fransa’da en. iyi yabancı roman ödülünü aldı. İkinci romanı olan Steps / Adımlar ise 1969’da yayınlandı ve Amerika’nın en büyük kitap ödülü olan National Book Award’ı (Ulusal Kitap Ödülü) aldı. Üçüncü romanı Being There (Bir Yerde / e yayınlan) çıkar çıkmaz on dokuz dile çevrildi. Başrolünde Peter Sellers’in oynadığı bir film haline getirildi. Sonraki romanlan olan Cockpit (Boşluk / e yayınlan), The Devil Tree (Şeytan Ağacı / e yayınlan) Blid Date (Kör Randevu), ve Passion Play (İhtiras Oyunu) da yazann ününü perçinledi. Babama, o tatlı adama Kendine hâkim olamayan bilgelikten yoksundur, kendine hâkim olamayan dikkatini toplayacak gücü bulamaz; insan dikkatini toplayamadıkça da huzura eremez. Huzura erememiş kişi mutluluğa nasıl varabilir.


BHA GA VADGİTA GÜNEYE iniyordum. Rastladığım köyler küçük ve yoksuldu; mola verdikçe arabamın çevresine kalabalık birikiyor, çocuklar beni adım adım izliyorlardı. Dinlenmek, giysilerimi yıkatıp ütületmek için evleri çıplak ve beyaz bir köyde iki gün geçirmeye karar verdim. İşi üzerine alan kadın, ihtiyaç içindeki bir yetim kızı yardımcı tuttuğundan yıkayıp ütüleme işini kısa sürede tertemiz başaracağım söyledi. Bir pencereden bakan kızı da bana gösterdi. Ertesi gün, giysilerimi almak üzere uğradığımda kız evin oturma odasındaydı. Yalnız, ara sıra gözlerini bana dikiyordu. Bakışlarımızın her karşılaşışında, başım elindeki işe biraz daha fazla eğip kendisinde uyandırdığım ilgiyi gizlemeye çalışıyordu. Yeni ütülenmiş ceketimin cebine kâğıtlarımı yerleştirirken, bir an, masanın üstüne bıraktığım parlak kredi kartlarına ilgiyle baktığa m farkettim. Bu kartların neye yaradığım bilip bilmediğini sordum; şimdiye kadar buna benzer bir şey görmediğini söyledi. Kartların herhangi biriyle, para ödemeden, aşağı yukarı istenen her şeyi -mobilya, çarşaf, mutfak araçları, yiyecek, elbise, çorap, pabuç, el çantası ve parfüm- alınabildiğini ona anlattım. Önemsemez gibi, kartlarımı komşu şehrin en pahalı mağazalarında kullanabileceğimi, lokantalarda önüme yemek gelmesi için bunları göstermemin yettiğini, en iyi otellerde kalabileceğimi ve bütün bunları yalnız ya da istediğim biriyle birlikte yapabileceğimi de söyledim. Hoşuma gittiği, onu güzel bulduğum ve patronunun kötü davrandığım farkettiğim için kendisini beraberimde götürmekten hoşlanacağımı da ekledim. İsterse, benimle dilediği kadar kalabilirdi. Emin olmak istercesine, yine hiç yüzüme bakmadan, para gerekip gerekmediğini sordu.

Kartları yanımızda taşıyıp kullanabilmem iz şartıyla ne onun ne de benim paraya ihtiyaç duymayacağımı» tekrarladım. Birlikte bir sürü şehri, hatta bir sürü ülkeyi gezebileceğimize söz verdim; ne çalışacaktı, ne de kendisiyle uğraşmaktan başka iş yapacaktı; istediği her şeyi alacaktım ona, güzel giysileri olacak ve benim için süslenecekti, saçının biçimini hatta rengini dilediği gibi değiştirecekti. Bütün bunların gerçekleşmesi için, sadece, kimseye bir şey söylemeden o gece evden ayrılması ve beni köyün girişindeki işaret tabelâsımn önünde bulması gerekiyordu. Büyük şehre varır varmaz patronuna mektup yazıp kendisinden önce birçok genç kızın yaptığı gibi, iş aramak üzere oraya geldiğini bildireceğimize de söz verdim. O akşam kendisini beklediğimi ve geleceğini umduğumu belirterek sözümü bitirdim. Kredi kartlarım masanın üzerindeydi. Yerinden kalktı, hem güvensizlik hem de saygıyla kartlara baktı; dokunmak istercesine sağ elini uzattı, sonra hemen geri çekti. Bir kart aldım ve ona uzattım. İncitmekten korkarcasma, kutsal bir ekmek parçası gibi parmaklarının arasında tuttu, sayılarla harfleri incelemek üzere kartı ışığa kaldırdı. Akşam, arabamı işaret tabelâsımn birkaç metre ötesindeki bir koruya çektim. Hava iyice kararmadan, pazardan dönen bir sürü at arabası korunun önünden gelip geçti ama kimse beni farkeımedi. Kız soluk soluğa ve ürkek, eşyalarını doldurduğu çıkını göğsünde sıkarak birden ardımdan çıkageldi. Kapıyı açtım ve bir şey söylemeden arkaya geçmesini işaret ettim. Hemen arabayı hareket ettirdim, ancak köyden epey uzaklaştıktan sonra yavaşladım. Artık özgür olduğunu söylüyordum, yoksullukla ilişkisi kalmamıştı.

Kısa bir süre sustu, sonra çekinerek kredi kartlarının yanımda olup olmadığını sordu. Kartlan cebimden çıkardım ve ona uzaitım. Birkaç dakika sonra da dikiz aynasında başım göremez oldum Uyumuştu. Ertesi sabah geç saatte şehre vardık. Kız uyandı ve gelip geçenlere bakmak için yüzünü cama yapıştırdı. Birden koluma dokundu ve parmağıyla önünden geçtiğimiz büyük bir mağazayı gösterdi. Kartlarımın, gerçekten paradan da güçlü olduğunun elle tutulur kanıtını görmek istediğini söyledi. Arabayı kenara çektim. Mağazada koluma asıldı, heyecandan nemlenen avucunu hissettim. Büyük bir şehre hiç gelmediğini, hatta küçüğünü bile görmediğini, bunca kişinin tek yerde toplanmasına karşın yine de bunca satın alınacak şey kalabildiğine bir türlü inanamadığını itiraf etti. Hoşuna giden elbiseleri gösterdi ve kendisine yakışabilecek olanlar konusunda verdiğim birkaç öğüdü benimsedi. Yanımdakine gıpta ile bakan iki tezgâhtar kızın da yardımıyla bir sürü pabuç, eldiven, çorap, çamaşır, birkaç elbise, el çantası ve bir manto seçtik. Şimdi eskisinden de kuşkuluydu. Kartlarımın bütün bu aldıklarımızı karşılayamayacağından mı çekindiğini sorduğumda önce inkâr etti, sonunda kuşkularını açığa vurdu. Satın aldıklarımızın parasım verebilmek için köyünde yaşayan bir yığın insanın neden ömür boyu çalışmak zorunda kaldığım, ünlü bir futbolcu, sinema oyuncusu hatta piskopos bile olmayan benim gibi birinin istediklerini alabilmek için nasıl edip de paraya ihtiyaç duymadığımı sordu.

Aldıklarımızın hepsi paketlendiğinde kasaya yöneldim ve kartlarımdan birini uzattım; kasadaki kadın teşekkür etti, bir an kayboldu, geri dönüp kartımla birlikte faturayı bana uzattı. Sevgilim paketi yakalamak için sabırsızlandığı halde henüz bunu yapmaktan çekinerek ardımda duruyordu. Mağazadan çıktık. Arabaya bindiğimizde paketi açtı ve mallarına bakmaya, onlara dokunmaya, onları hissetmeye, tekrar tekrar hepsine dokunmaya, içine yerleştirildikleri karton kutuyu açıp kapamaya koyuldu. Araba hareket etliğinde pabuçlarla eldivenleri denemeye başladı. Küçük bir otelin önünde durduk, içeri girdik. Kâtibin, anlayış göstereceğini belirten bakışma aldırmadan, yan yana iki oda istedim. Bavullarımı yukarı çıkardılar, ama kız, elinden alınacakmış gibi, paketini taşımakta diretti. Üstünü değiştirmek için odasına gitti, sırtında yeni bir elbiseyle döndü. Yepyeni topuklu pabuçlarıyla beceriksizce yürüyüp aynada kendine bakarak, öteki giysileri denemek üzere gidip gelerek önümde salındı durdu. Mağaza, aldığımız çamaşırlarla dolu kutuyu, akşamüstü teslim etti. Öğle yemeğinde şarap içtiğimiz için kız hafifçe sarhoştu. Ve şimdi, edindiği bu kibar görünüşle beni etkilemeye çalışarak -herhalde sinema ya da moda dergilerinden esinleniyordu- elleri kalçalarında, dilini dudaklarında gezdirip baygın bakışlarıyla benimkileri arayarak geldi, önümde durdu. Çağımızdan on beş yüzyıl önce gelişmiş bir uygarlığın kalıntısını yıllardan beri gün ışığına çıkaran bir profesörle beraber bir adada çalışan bir sürü arkeoloji asistanıydık. Profesöre göre, çok ileri bir uygarlıktı ama, günün birinde, büyük bir felâket bu uygarlığı silip süpürmüştü.

Bir deprem ve ardından ortalığı kaplayan su baskınının adayı yerle bir ettiği yolundaki hakim görüşe karşı çıkıyordu. Çanak çömlek parçaları arıyor, alışılmış eşya kalıntıları bulmak için külleri elekten geçiriyor, inşaat malzemesi topluyorduk, profesör de gelecekte eserini hazırlamak için bütün bunlan kaydediyordu. Bir ay sonunda kazıları bırakıp yakındaki bir adaya uğramaya karar verdim. Ulaşımı sağlayan sala yetişmenin telaşıyla zarf içindeki aylığımı yanıma almayı unuttum, ama ilk postayla maaşımı yollayacaklarına söz verdiler. Üzerimdeki parayla ancak bir gün yaşayabilirdim. Gideceğim yere vardım ve bütün günümü bu yeni adayı gezmekle geçirdim. Adaya, geniş yamaçları delik deşik ve ufalandıkça yoksul ama işlenebilecek bir toprak meydana getiren lâvlarla kaplı sönük bir yanardağ hâkimdi. Limana doğru indim; güneş batmadan bir saat önce hava serinledi ve balıkçı tekneleri gece avlanmak üzere yola çıktı. Uzun ve alçak gövdeleri kaybolana dek, sakin ve neredeyse çarşaf gibi suyun üzerinde kayarak uzaklaşmalarını izledim. Kayalık çıkıntıların yansıttığı ışık birden söndü; kapkara adalar sanki oldukları yerde donup kaldılar. İkinci günün sabahı, postayı getiren gemiyi karşılamak üzere iskeleye indim. Büyük bir hayretle paramın gelmediğini gördüm. Günlerimi geçirmek, hatta adadan ayrılmak için ne yapabileceğimi düşünerek iskelenin üzerinde durakladım. Birkaç balıkçı, ağlarının yanına çökmüş bana bakıyordu; bir terslik olduğunu sezmişlerdi. İçlerinden üçü yanıma gelip benimle konuştular.

Onları anlamıyordum, bildiğim iki dilde karşılık verdim: Yüzleri karardı; düşmanca bir görünüşe büründü, birden dönüp uzaklaştılar. Akşam, uyku tulumumu kumsala taşıdım ve kumların üzerinde uyudum. Sabah, kalan paramı kahveye verdim. Limanın arkasındaki iğri büğrü yollarda gezindikten sonra çalılıklarla kaplı tarlaların arasından en yakın köye yürüdüm. İnsanlar gölgeye oturmuş kaçamak bakışlarla beni süzüyorlardı. Açtım, susamıştım; yakıcı güneşin altında yürüyerek kumsala döndüm. Para yahut yiyecek karşılığı verebilecek ne saatim, ne dolmakalemim, ne koldüğmem, ne fotoğraf makinem, ne de cüzdanım vardı. Öğlen olup güneşin iyice yükselmesiyle köylüler evlerine çekildiklerinde karakola uğradım. Adanın tek polis memuru telefonun başında uyukluyordu. Onu uyandırdım. ama en basit hareketlerimi bile anlamak zahmetine katlanmaktan uzaktı. Telefonu gösterdim ve bo§ ceplerimi tersine çevirdim; işaretler yaptım, resimler çizdim, hareketlerimle açlık ve susuzluğu bile anlattım. Sonuç çıkmadı: Polis memuru ne ilgi, ne de anlayış gösterdi ve telefon mühürlü kaldı. Adanın tek telefonuydu; daha önce incelediğim rehber bunu bile belirtiyordu. Öğleden sonrayı köyde gezinerek geçirdim, içccek bir şey sunacaklarını ya da evlerine yemeğe çağıracaklarını umarak insanlara gülümsüyordum.

Kimse iltifatlarıma karşılık vermiyordu; köylüler başlarını çeviriyor, esnaf beni görmezlikten geliyordu. Kilise, takımadaların en büyüğündeydi, yiyecek ve yatacak bir yer istemek üzere oraya kadar gitme olanağım da yoktu. Kurtuluşumun denizden geleceği umuduyla kumsala döndüm. Aç ve bitkindim. Güneş zorlu bir başağrısı veriyor, sık sık başım dönüyordu. Birden, birtakım kişilerin yabancı dilde konuştuklarım duydum. Döndüm, suyun kıyısında oturan iki kadın gördüm. Baldırlarıyla kollarından fırtlak damarlı ve kül rengi yağ kıvrııiıları sarkıyordu; dev boyutlardaki sutyenleri sağa sola yalpa vuran koca memelerini sıkıyordu. Sepetler, termoslar, şemsiyeler ve meyve dolu filelerden meydana gelen piknik araçlarının ortasına yaydıkları havlulara uzanmış güneşleniyorlardı. Sırtında alındığı kitaplığın sıra numarasını taşıyan bir dizi kitap da yanlarında duruyordu. Anlaşılan, adalılardan birinin evinde kalan turistlerdi bunlar. Ağır ağır, ürkütmemeye çalışarak onlara doğru yöneldim. Konuşmayı kestiler, sırayla iki dilde derdimi anlattım ve gülümseyerek onları selâmladım. Bir üçüncü dilde bana karşılık verdiler. Birbirimizi anlamıyorduk ama, yakınımdaki yiyeceklerin farkındaydım.

Beni davet ettiklerini anlamış gibi, yanlarına oturdum. Atıştırmaya koyulduklarında gözlerimi yiyeceklere diktim; ya bakışımı farketmediler ya da bilerek görmezlikten geldiler. Birkaç dakika sonra, kadınların yaşça büyüğü bana bir elma uzattı. Ağır ağır, açlığımı göstermemeye çalışıp daha doyurucu bir şey sunacakları umuduyla elmayı yedim. Dikkatle beni incelediler. Kumsal çok sıcaktı, uykuya daldım. Omuzları ve sırtları güneşten kıpkırmızı kesilip güçlükle doğruldukları sıra uyandım. Ter sızıntıları pörsük baldırlarına yapışan kumda izler bırakıyor, eşyalarını toplamak üzere güçbelâ eğildiklerinde kalçalarının üstünden yağ parçacıkları sarkıyordu. Onlara yardım ettim. Baş işaretleriyle beni de çağırarak kumsal boyunca yürüdüler; peşlerinden gittim. adımlar 17/2 Oturdukları eve vardık. İçeri girerken yine başım döndü; bir basamağa takılıp sendeledim ve kapaklandım. Güliip gevezelik ederek beni soydular ve kocaman, alçak bir yatağa sürüklediler. Şaşkınlıktan henüz kurtulamamıştım, midemi gösterdim. Hemen koştular, bana et, meyve ve süt getirdiler.

Yemeğimi bitirmeden perdeleri çekmiş ve mayolarını çıkarmışlardı. Çırılçıplak, üzerime çullandılar. Koca göbeklerinin, geniş memelerinin altında kalmıştım; kollarımı tutuyorlardı; tüm gövdem kurcalanıyor, sıkıştırılıyor, eziliyor, yumruklanıyordu. Tan atarken kendimi limanda buldum. Posta vapuru iskeleye yanaştı ama, ne para vardı ne de mektup. Sabah sisini dağıtan ve uzak adaları birbiri ardından meydana çıkaran yakıcı güneşin altında uzaklaşan gemiye baktım. Kayak öğretmeniydim, veremlilerin bakım gördüğü bir dağ istasyonunda yaşıyordum. Oturduğum yerden sanatoryum görülüyordu, taraçalarda güneş banyosu yapan eski hastaların yanık yüzleri arasında yeni gelenlerin soluk suratlarını hemen seçebiliyordum. Kayakçılarım her akşam, yorgun argın otellerine dönüyor, ben de tek başıma yemeğe gidiyordum. Aşağı yukarı hep yalnızdım. Sanatoryumda yemek biter bitmez boğuk gong sesleri akşam yapılması gerekenleri hatırlatıyor, birkaç dakika sonra da ışıklar, sırasıyla, bütün pencerelerden sökülüp alınmışçasına sönüyordu. Uzaklarda bir barınakta, köpek uluması işitiliyordu. Bir yerden çarpılan kapının sesi geliyordu. Sonra kaim kar tabakası üzerinde güçlükle ilerleyen gölgeleri görüyordum: Komşu otellerde görevli kayak öğretmenleri, dikkati çekmeden, gece buluşmalarına gidiyorlardı. Sanatoryumu çevreleyen gölge yığınından fışkıran diğer şekiller, alalacele, aşağıda bekleyen adamlara doğru yürüyorlardı: Hastalar, sevgililerine doğru süzülüyorlardı.

Gölgeleri birbirine dokunuyor, tek gölgenin bir araya getirilmiş parçaları gibi birbirlerine karışıyorlardı. Her çift ayrı bir yönde uzaklaşıyor ve ay ışığında, insanların yaşadığı tarlalarda gezinmek üzere yamaçlardan inen kavruk Çamları andırıyordu. Kısa süre sonra, görünürde kimse kalmıyordu. Sonraki haftalar için, iyi durumda olan hastalardan bazılarına günlerinin bir bölümünü sanatoryum dışında geçirmelerine izin verildiğini anladım. Yamaçlarm eteğindeki kahvede toplanıyor ve birçokları, turistler ya da kahvede çalışanlarla ilişki kuruyorlardı. Çoğu kere, bir çam koruluğuna gizlenerek, birlcşip köşelere çekilen çiftleri gözlüyor, ara sıra çiftlerde görülen değişikliği farkediyor ve en çok ilgi görenlerle hiç ilgi görmeyenleri belleğime kaydediyordum. Sonra, en son ışık kalıntıları da kaybolup soğuk birden bulunduğum yeri kapladığında odama dönüyordum. Özellikle izlediğim bir kadın vardı. Hastalığı çok ilerlememişti, iyileşme yolunda olduğu söyleniyordu. Ay sonunda evine dönmesi gerekliydi. İki adam onu bir türlü paylaşamıyordu. Biri, komşu otellerden birinde kayak hocasıydı, diğeri de, kadın gidene dek dağ istasyonundan ayrılmayacağını her fırsatta söyleyip duran bir turistti. Kadın, ikisine de eşit ilgi gösteriyordu. Her öğleden sonra, turist aceleyle otelinden çıkıp geliyor, kayak hocası da öğrencilerini sepetler sepetlemez, kayarak kadının bulunduğu yere koşuyordu. Kadın yamaçların eteğindeki kahveye yerleşmişti.

Oradan, iki hayranının kendisine yanaşmak için yaptıkları manevraları kolayca izleyebiliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir