Kolektif – Gramsci Uzerine

Marks ve Engels’in ortaya koyduğu bilimsel yöntem ve dünya görüşü, o güne kadar egemen olan “felsefi sistemler”i yıkarak büyük bir devrim yaratmıştır. Onların düşüncelerinin temelindeki diyalektik materyalizm, 19. yüzyılın ortalarından itibaren gelişmeye ve dünya çapında yayılmaya başlamasıyla, burjuva ideolojisi (ve onun değişik felsefi akımları) tam bir bunalıma girmiştir. Bu bunalım, Marksizmin tüm düşünürleri (genel olarak aydınları) ve düşünce akımlarını etkisi altına almasıyla derinleşmiştir. Artık Marksizmden etkilenmemiş tek bir anlayış ya da teori kalmamıştır. Bunun sonucunda da, Marksist yöntemleri ve Marksist terminolojiyi kullanan pek çok yazar ve bunların oluşturduğu pek çok teori ortaya çıkmıştır. Burjuva ideolojisinin biçim değiştirmiş ve kendini, yani burjuva özünü (içeriğini) Marksist söylemle gizlemiş bir hali, Marksizmin içinde revizyonizm olarak 19. yüzyılın sonlarında kendini açığa vurmuştur. Yine I. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasındaki sosyal-demokrasi, burjuva ideolojisiyle proletarya ideolojisinin “kaynaştırıldığı” bir akım olarak, burjuvazinin yeni bir gücü haline gelmiştir. II. Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasında ortaya çıkan gelişmelere paralel olarak sosyaldemokrat partilerin etkilerini genişletmeleriyle Marksizmi bozma, etkisizleştirme, sıradanlaştırma faaliyetlerinin yeni bir evresi başlamıştır. Özellikle Batı-Avrupa’daki burjuva aydınlarının başını çektiği bu yeni oluşum, “Marksizmin bunalımı” savıyla birlikte gelişiyordu. O güne kadar Marksizmin etkisi altında bulunan ve çoğu kez Batı-Avrupa Komünist Partilerine üye olmuş ya da bu partilerle ilişki içinde bulunan bazı aydınlar ve aydın çevreleri, “refah devleti”nin oluştuğunu, bunun da Marks ve Engels’in öngörülerinin (teorilerinin) yanlışlığını kanıtladığını söyleyerek “yeni” teoriler ortaya atmaya başladılar. Dünya komünist hareketinin merkezi yapılanmasının ortadan kalktığı bir ortamda, burjuva ideolojisinin her türden etkileri bu KP’ler içinde görülmeye başlandı.


Marksizm adına “Marksizmin yetersizliği” ve yer yer “yanlışlığı” ileri sürülürken, iki temel yaklaşım dünya sol çevrelerde belirginleşti. Uzun yıllar başat olan ve 70’lerde giderek gücünü yitiren birinci yaklaşım, “Marksizmin bunalımı” savını zımni olarak kabul ederek, bunun nedenini Stalin’de buluyorlardı. Bu yaklaşıma göre, Marksizm, Marks ve Engels’in ortaya koyduğu ve Lenin’in geliştirdiği ilk haliyle doğruydu. Ama Stalin’in formüle ettiği biçimiyle Leninizm ve tezleri, tümüyle bir yanılgılar yığını, dogmatizmin ve sekterizmin ürünüydü. Diyalektik materyalizm, Stalin tarafından “Leninizm” diyerek mekanik (vulgar) materyalizme dönüştürülmüştür. Stalin, “Marksizm-Leninizm” adı altında, tamamlanmış bir teori ya da “sistem”in oluştuğunu ilan ederek, gerçek Marksizm-Leninizmi sınırlandırmış ve toplumsal ve siyasal (tabii ekonomik) gelişimi açıklayamaz, kavrayamaz hale getirmiştir. vb. vb. Bu yaklaşım, Stalin’in yönetimi altındaki SBKP (B)’nin faaliyetlerini ve kararlarını, bir bütün olarak hatalı ilan ederek sonuca ulaşıyordu. Her şeyin sorumlusu Stalin ve “onun Leninizmi” olunca, yerine “yeni” bir şey konulması fazlaca sorun olmuyordu. Asıl olarak Kruşçev döneminde SBKP tarafından savunulan ve uygulanan bu yaklaşım, Marksizm-Leninizmin “doğru” bir kavranışı için “aslına dönülmesi” gerektiği şeklinde bir yaklaşıma doğru evrildi. Bu “asıl”, doğrudan Marks-Engels ve Lenin’in yapıtları olacaktı. Böylece ilkin 50 yıldır tüm KP’lerde ve komünist çevrelerde kullanılan terminoloji kullanılmaz oldu. Artık SBKP’nin revizyonist dili ile varlığını ve etkisini dünya çapında sürdüren “Stalinist” (!) dil farklılaşmış bulunuyordu. Dünya komünist hareketinin merkezi bir yapılanışı olmadığından, SBKP’deki gelişmeler, sağlıklı bir biçimde ele alınıp değerlendirilemediği için farklılıklar büyük ayrılıklara yol açmakta gecikmedi.

60’lı yıllarda, birbirlerinin dilinden anlamayan, aynı kavramları kullanmayan üç büyük çizgi oluştu. Bir uçta SBKP’nin başını çektiği ve III. Enternasyonal’den kalma bir gelenekle, SBKP’ye kayıtsız-şartsız bağlı olan “resmi” KP’ler bulunurken, diğer uçta ÇKP’nin başını çektiği ve “resmi” KP’lerden ayrılmış, “Mao Zedung düşüncesi”ni savunan “M-L”li KP’ler yer alıyordu. Üçüncü çizgi ise, Marksizm-Leninizmin her çeşit revizyonuna ve dogmatikleştirilmesine karşı çıkan, onun salt dünyayı yorumlama tarzı olmayıp, aynı zamanda dünyayı değiştirme yöntemi olduğunu savunan ve genellikle geri-bıraktırılmış ülkelerdeki Marksist-Leninistlerin çizgisidir. Bu ayrışmada, ÇKP çizgisi ile geri-bıraktırılmış ülkelerdeki Marksist-Leninistlerin çizgisi, bazı noktalarda çakıştığı gibi, dilleri de ortaktı. Ama yine de, bu üçüncü çizgi, uluslararası planda Marksizm-Leninizmin zaman içinde gelişip derinleşmesinin teorik sonuçlarını –yazılı metinler halinde– ortaya koyacak durumda değillerdi. Che Guevara’nın ve F. Castro’nun bazı konuşmaları ve yazıları dışında, seslerini, teorik planda duyuramadılar. Çünkü ortada bir devrim mücadelesi, iktidarın fethi sorunu bulunuyordu ve bu ülkelerde “gerçek bir hareket bir düzine programdan daha önemli” (Marks) olmuştu. Geri-bıraktırılmış ülke komünistlerinin bıraktığı (ya da dolduramadığı) bu boşluğu, bir dönem ABD ve Batı-Avrupa’da bulunan ve “resmi” KP’lerden bağımsız bazı Marksist çevrelerin çalışmaları doldurdu. “Yeni-sol” olarak bilinen bu çevreler, özellikle ekonomik konularda (emperyalizmin bunalımına ilişkin) önemli ürünler veriyorlardı (Baran, Sweezy, Magdoff). Felsefi alanda ise, hemen hemen tek bir kişinin (Althusser) çalışmaları vardı. Ama “yeni-sol”, pratik konulardan özellikle uzak durarak, ekonomik ya da felsefi teorilerinin siyasal sonuçlarını dikkate almayarak, teori ile pratik arasındaki ayrılığı daha da büyüttü. Bu üç farklı çizgi, geri-bıraktırılmış ülkeler somutunda şöyleydi: Bir yanda, herşeyiyle SBKP’ye bağlı, ülke somutuna ilişkin bütünsel bir devrim anlayışı ortaya koymayan legal ya da illegal KP’ler bulunuyordu. Bu “partiler”, devrimin yolu, yöntemi, sınıf ilişkileri vb.

konularda açık ve net bir şey ortaya koymaktan özenle kaçınırken, “sovyetik ayaklanma” savunucusu imajını korumaya çalışıyorlardı. Sözcüğün gerçek anlamında revizyonizmin getirdiği pasifizm ve oportünizm, bu KP’lerin geleneksel ve evrensel özelliği olarak, her ülkede aynılık gösteriyordu. Onların, en azından –açıkça beyan etmeseler deverdikleri imaja göre, ayaklanmaya yönelik örgütlenmesini bekleyenler, ayaklanma anının sonsuz bekleyişi içinde yıllar boyu gerçek devrimci pratikten uzak duruyorlardı. Böylece bu KP’ler, bulundukları her yerde devrimci mücadeleyi pasifize eden bir güç haline geldiler. Geri-bıraktırılmış ülkelerdeki diğer oluşum da, ÇKP merkezli ve sonlarına “M-L” (ya da başlarına “devrimci”, “ihtilâlci”) takıları alan hareketlerdi. Herşeyin temeline sosyalizmin inşa sorunlarını koyarak, “Çin tipi” bir devrim sürecinin savunucusu olarak ortaya çıkmışlardı. Tüm çabalarını “sovyet sosyal emperyalizmi” konusuna yoğunlaştırırken, “Çin tipi” bir devrimin teorisine ve bunun pratiğine ilişkin faaliyetleri ise, somut tarihsel koşulların farklılığından dolayı, hiçbir gelişme göstermiyordu. “Beyaz rejimin savaş içinde olup olmadığını” araştırarak, “Halk Savaşının zaferi” ve “Mao Zedung düşüncesi”nin tekrarcıları olarak, günler ve yıllar geçiriliyordu. Bunların muzaffer bir devrimi (Çin) örnek göstermeleri, pek çok samimi unsuru (tıpkı “resmi” KP’lerin ayaklanma çağrısını bekleyenler gibi) pasifize etmelerine hizmet ediyordu. Son tahlilde, “en gerçek” sosyalizmin hangileri tarafından temsil edildiğinde anlaşamayan, ama pratikte aynı şekilde hareket eden bu revizyonist ve oportünist çevreler, geri-bıraktırılmış ülkeler solunda geniş bir etkiye sahipti. Bunların (görünüşteki farklılıklarına rağmen, özdeki benzerlikleriyle) çalışma tarzlarını, Mahir Çayan yoldaş şöyle ifade ediyordu: “Bu çizginin kitleleri bilinçlendirme politikası: – Merkezi periyodik bir yayın organı (siyasi gerçekleri açıklama kampanyasının bir aracı olarak), – Broşürler, – Nakil görevini yapan merkezi organın dağıtım şebekesinde, mahaller birim alınarak örgütün bürokratik kademelerini kurmak, – Ve de sözde askeri hareketlerin (silahlı propaganda değil) asgari örgütlenmesi. Bütün bunlara revizyonistler stratejik örgütlenme derler. Önce bu sözde stratejik örgütlenme için çalışılır. Ancak oligarşinin ağır baskı ve tenkil politikasının ağır şartları altında: – Merkezi periyodik yayın organı ve broşürler çıkarmak; – Klâsik sözde kitle çalışması ile devrimin ‘taze kuvvetlerini’ oluşturmak. Henüz oluşum halinde olan ve asla da stratejik örgütlenme aşamasında olmayan örgütün yöneticilerinin ve önde gelen üyelerinin çalışmalarını, dergi ve broşürler çıkarmaya ve de dağıtmaya teksif eder.

Karşı-devrimin baskı şartları altında örgüt bir türlü silaha sarılacak seviyeye gelemez. Zaman geçer. Asgari örgütlenme için şartlar bir türlü hazır olmaz. Giderek örgüt tam bir bürokratizmin batağına saplanır. Üyelerdeki savaşçı ruh (eğer varsa) yiter; elemanlar merkezi organın çıkmasını bekleyen gazete bayilerine dönerler. Dağıtılması güç, okuyucusu fazla olmayan gazete bayileri halinde ‘işçi-köylü bölge komiteleri’ iki-üç sözde yönetici pasifistin gevezelik, entelektüel tartışma ve de rapor alan-rapor veren bir bürokratik mekanizması haline döner. Aşırı gizlilik ile laçkalık beraber gider. İllegalitenin çarkları pasifizm adına döner. Arada bir hazırlop para gasbı işi olursa, merkez birkaç kişiyi tayin ederek bu işin yapılmasını organize eder. Böylece örgütün çok yönlü çalışmayı başarı ile yürüttüğü kanısına varılır. Haftalar, aylar stratejik örgütlenmeyi ve de askeri eylemler için asgari örgütlenmeyi tamamlama hikayesi ile, ‘büyük işler planlanıyor’ havası içinde, gevezelik, yazı-çizi işleri ile geçer. İşte silahlı mücadeleye sözde evet diyen pasifizmin çalışma tarzı pratikte budur. Yaptığı bütün iş, ideolojik mücadele paravanası altında, emperyalizm ve oligarşiye karşı, halkın devrimci savaşını sürdüren devrimcileri eleştirmek, onlara kara çalmaya çalışmak, silahlı propagandanın sağladığı sempatiyi, kafaları bulandırarak dağıtmaya çalışmaktır. Oportünizmin emperyalizmin soldaki uzantısı olması esprisi budur.” (Kesintisiz Devrim II-III, 7 Nolu Dipnot) Geri-bıraktırılmış ülkelerde devrimci çizgiyi savunan ve devrim için savaşan MarksistLeninistler ise, tüm dikkatlerini devrim stratejisine ve pratiğine yöneltmişlerdi.

Doğal olarak, dünyanın ve ülkenin somut tarihsel koşullarının ayrıntılı bir tahliline dayanan devrim stratejisi, bu ülkelerdeki devrimci mücadelenin yol göstericisi olarak egemen konumdadır. Ama ülkeden ülkeye değişen teorik düzey, bu ülkelerin MarksistLeninistlerinin uluslararası planda etkin olmalarını engelleyen diğer bir etmendi. Böylece bir ülkedeki teorik gelişmeler diğerlerince paylaşılmıyor ve deneyimler birleştirilemiyordu. Bunun pratikteki görünümü ise, SBKP ve ÇPK merkezli hareketler karşısında ideolojik olarak zayıf düşülmesiydi. (Şüphesiz bu durum ülkeden ülkeye değişmektedir, burada genel olarak, yani dünya çapındaki durumu belirtmek durumundayız.) Devrimci pratiğin gelişmesiyle ortaya çıkan teorik düzey düşüklüğü ve silahlı mücadelenin getirdiği yetişkin ve yetkin kadroların savaş içinde yitirilmesi, dünya komünist hareketinin sorunlarını aşmaya katkıda bulunulmasını zorlaştırıyordu. Sözün özü, devrim stratejisi düzeyindeki teorik çalışmalar dışında, pek az araştırma ve değerlendirme yapılabilinmiştir. İşte bu eksiklik, bu ülkelerdeki burjuva ya da küçük-burjuva aydınlarınca doldurulumaya başlandı. Bu “aydın” çevreler, giderek “entelektüel üretim merkezleri” ve bireyler olarak etkinlik kazandılar. Geri-bıraktırılmış ülkeler solundaki “entelektüel” çevreler, devrimci pratikten kopuk ve bu pratiğin getirdiği görev ve sorumluluktan bağımsız olarak, pek çok konuda fikir üretenler haline gelmişlerdir. Bunların temel özelliği, sömürge tipi faşizm koşullarında, zaman zaman açık teröre maruz kalsalar da, sürgit düşüncelerini açıklama olanağına sahip olmalarıdır. Bu nedenle de, düşünceleri oto-denetimden geçerek biçimlenmektedir. Böylece çoğu zaman –özellikle açık faşizm dönemlerinde– kullandıkları dil, terminoloji “düzen” tarafından belirlenmiştir ve düşünce üretimi konuları da, aynı biçimde “düzen” tarafından seçilmektedir. Kendi ülkelerinde “solcu” ya da “Marksist” olarak bilinen bu çevre üyeleri için en tehlikeli durum Leninizme yaklaşmalarıyla ortaya çıkar. Bu yüzden Leninizmle aralarında kesin çizgiler olduğunu özenle vurgulayarak icazet alan Bu “Marksist” düşünce üreticileri (!), geri-bıraktırılmış ülkeler solunda boy gösterirler.

Çokluk yurtdışında eğitim görmüş, yabancı dil bilen bu çevre üyeleri, emperyalist-kapitalist ülkelerdeki örgütsüz entelektüel çevrelerle yakından ilgilenirler. Bu da bu ülkelerdeki teorik gelişmelerden etkilenmeleri ve bunların –çokluk bireysel düzeyde– geri-bıraktırılmış ülkelerdeki temsilcileri haline gelmelerine neden olmaktadır. Uluslararası Marksist-Leninist hareket üzerinde burjuva ideolojisinin etkisinin yarattığı ikinci yaklaşım ise, “Avrupa Komünizmi” olarak var olan “yeni-revizyonizm”dir. 19. yüzyıl sonlarındaki Bernstein revizyonizminin 60’ların sonlarında yeniden üretimi olarak da tanımlanabilecek olan bu yaklaşım, “Marksizmin bunalımı” savının en sadık savunucularıdırlar. Bunlara göre, Marksizm-Leninizm Stalin tarafından oluşturulmuş bir anlayıştır ve bugünkü “bunalım”ın nedenidir. Stalin’in oluşturduğu Marksizm-Leninizmin emperyalizmi “can çekişen kapitalizm” olarak tanımlaması yanlıştır; emperyalizmin “çürüyen kapitalizm” olarak üretici güçlerin gelişimi önünde sürekli engel olduğu ve bu nedenle sosyalist devrimin –sistemin bütününde– nesnel koşullarının olgunlaştığı savı, gün be gün kendini çürütmektedir. Savın tersine emperyalist dönemde, kapitalist üretim ilişkileri, dönemsel olarak ekonomik buhranlara yol açsa da, üretici güçleri geliştirmektedir. Özellikle II. yeniden paylaşım savaşından sonra başlayan, “II. sanayi ve teknoloji devrimi” genel bir refah ortamı yaratmış ve bugüne kadar Marksizm-Leninizmin “kapitalizm koşullarında olanaksız olduğu”nu ilan ettiği ve gerçekleştirilmesini devrim sorunu olarak görüp kendi programlarına aldıkları pek çok sorunun çözümüne yol açmıştır. Örneğin bir 8 saatlik emek-gününün yasallaşması sorunu olmadığı gibi, haftalık çalışma süresi 56 saatlik programın ötesinde 38-40 saate düşmüştür. Demokratik hak ve özgürlükler, emperyalist-kapitalist ülkelerde 40 yıldır kesintisiz ve istikrarlı olarak sürmektedir. Otomasyon ve elektronik alanındaki gelişme sonucu kol emeğine dayalı sanayiler dağılmakta ve dolayısıyla proletaryanın nüfusun çoğunluğunu oluşturması yerine azınlığa düşmesi gündemdedir. Tüm bunlar, bu güne kadar Marksist-Leninistlerin öngörülerinin (ya da umutlarının) tersine bir durumdur.

Bunun sonucu da, bugüne kadar belli bir kitleyi peşinden sürükleyen KP’lerin güçsüzleşmesi ve devrim umutlarının sona ermesi olmaktadır. KP’lerin aldığı seçim sonuçları ortadadır. İşte bu ve benzeri gerekçelerden yola çıkanlar, özellikle Batı-Avrupa’da İtalyan ve İspanyol KP’lerinde ve bazı sosyal-demokrat partilerde etkin oldular. Son tahlilde, Stalin’den yola çıkarak anti-Leninist bir temele sahip olan bu çevreler için, “bunalım”ın aşılması, Marksizmin “kaynağına” gidilmesiyle mümkündür. Bir başka deyişle, MarksEngels’in ilk yapıtlarına başvurulmalı ve onların teorilerinin çıktığı (!) “felsefi sistemler”e gidilmelidir. Böylece Marks-Engels’in ilk yapıtları, yani Hegelcilikten kopmaya yöneldikleri, ama henüz Hegel’in etkilerini taşıyan yapıtları ön plana çıkartıldı. Bunun sonucunda da, geleneksel Marksist terminoloji, söylem ile toplumsal alanda Hegel terminolojisinin garip bir bileşiminden oluşan “yeni” bir konuşma tarzı ortaya çıktı. Uluslararası plandaki bu genel tablonun ülkemize yansıması ise –kendine özgü yanlarıyla– şöyle oldu: Türkiye komünist hareketi 60 yıllık geçmişine karşın, son yirmi yılda gerçek bir etkinlik ve yaygınlık kazandı. Uzun geçmişine rağmen bu kısa mücadele dönemi pek çok gelişmelere, dönüşümlere ve karşı-devrimin girişimlerine sahne olarak, ideolojik düzeyde de yankılar yaratan sonuçlar doğurmuştur. İlk büyük dönüşüm, 1965’de kurulmuş FKF’nin, 1969 yılında “Dev-Genç”e dönüşmesi ve 1970 sonunda THKP-C’nin kuruluşuyla gerçekleşti. Her çeşit revizyonizmden, oportünizmden ve pasifizmden kesin kopuş ve aradaki sınır çizgilerinin kesin biçimde çekilmesi olarak THKP-C ve onun mücadelesi, ifadesini “Kesintisiz Devrim I-II-III”de bulan önemli bir ideolojik-politik gelişme sağladı. İşte bu Marksist-Leninist kavrayış, o güne dek ülke solunda egemen olan her türlü sapmanın yeni biçimler ve adlar altında piyasada boy göstermesine yol açtı. Oligarşinin 12 Mart muhtırasıyla başlayan süreçde, THKP-C’nin mücadelesinin yarattığı büyük etki ve bunun örgütsel alana yansımasından önce THKP-C’nin önder ve yönetici kadrolarının katledilmesi, revizyonistler ve oportünistler için uygun bir ortam oluşturmuştu. Bu ortamda uluslararası modern revizyonizmin ideolojik olarak yaygınlaşması doğaldı. Ve böylece 50 yıllık geçmişine rağmen hiçbir etkinlik gösterememiş olan T“K”P güç kazanmaya başladı.

Ama THKP-C’nin Marksist-Leninist teorisinin savunulması ve yaygınlaştırılmasında gösterdiği çabalar ve bunun ürünü teorik metinler, revizyonizmin etkisini belli alanlarla sınırladı. Aynı biçimde, ne olduğu hiçbir zaman ortaya konulmamış “sovyetik ayaklanma” (revizyonist anlamıyla) teorisi, Politikleşmiş Askeri Savaş Stratejisi karşısında hiçbir varlık gösteremeden bir kenara çekildi. Marksist-Leninistlerin bu başarısı sonuçta revizyonizmin ve oportünizmin kendini “yenileme”sine ve devrimci teoriyi tahrifatta “yeni” yollar bulmaya ittiği yılları, oligarşinin 12 Eylül darbesi izledi. Ve bazı çevrelerde yeni Amerikalar keşfedildi. Bu “keşif” toplum tahlilinde “sivil toplum”un varlığı olarak, pasifist cephede büyük bir sevinç yarattı. Bu tahlilin Marksist kesimde ve Marksist söylemde en önemli temsilcisi olarak İtalyan Komünist Partisi’nin 1920’lerdeki Genel Sekreteri A. Gramsci öne çıkartıldı. Ama Gramci’nin bir parti çatısı altında ve iktidarın fethi için (devrim teorisinde) kullandığı toplum ve “sivil toplum” tahlili, 12 Eylül’ün yarattığı pasifikasyon ortamında bütünsel bir teorinin ifadesi olarak kullanılmak durumunda değildi. Bir başka deyişle pasifistler ve teslimiyetçiler, Gramsci bağlamında homojen bir “sivil toplum” savunuculuğuna girişmemişlerdir. Özellikle Gramsci’nin parti konusunda ve devrim teorisine ilişkin olarak yaptığı tahliller ve savların “entelektüel” çevrelerde yankı bulması zordu. Örgütlülüğün, “bireysel özgürlüğün” yok edilmesi olarak lanse edildiği bir ortamda, Gramsci’yi bir bütün olarak benimsemek yerine, bazı yönlerini öne çıkararak ve diğer yönleri de rezerv olarak tutmak tercih edildi. Böylece karşı eleştiriler yoğunlaştığında bu rezervler kullanılacaktı. 12 Eylül sonrasında “legal Marksist” çevreler, legal yayın organlarında, yönetimle bir “consensus” oluşturarak Marksist-Leninist terminolojiyi kullanmamaya özen gösterirken Gramsci’nin teorisi imdada yetişmişti. Böylece her düzeyde Gramsci terminolojisi ve “sivil toplumculuk” yaygınlaştı. Yılların “Mao Zedung düşüncesi”ni savunan oportünistler de, bu duruma hemen uyum sağlayarak “2000’lerin” görünümüne girdiler.

Bu gelişmeler 80 öncesinin okuyucusu az olan dergilerde, belli grupların üyesi olarak fikir üreten “gizli” Gramsciciler için de uygun ortam yaratıyordu. Batı-Avrupa kökenli olarak piyasaya çıkan bu sonuncular, Marksizm-Leninizmin yeni revizyonistleri olarak ayrı bir oluşum içine girdiler. Sözün özü, yılların revizyonist ve oportünistleri Gramsci’den az ya da çok yararlanarak “yeni” bir çehre edindiler. Bu süreçte “sivil toplum” adına üretilmiş pek çok tez olmasına rağmen, Marksist çevrelerde Gramsci’nin tahlilleri ve tezleri daha fazla ilgi uyandırdı. “Sol liberalizm” vb. adlar altında Gramsci’den ayrı “sivil toplumcular” olduğu düşüncesi, özün unutturulmasına hizmet ediyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir