Lena Diaz – Korebe

Kızıl renkli soyulmuş bir boya parçası bodrum kapısına inatla tutunmuş hafif meltemde kırmızı bir bayrak gibi dalgalanıyor ve Dedektif Emily O’Malley yi evin içindeki şüpheliyi takip etmemesi için uyarıyordu. Kurbanın korku dolu çığlıklarının hiç dinmeyen yankıları, Emily’nin cesaretini tüketen, kararlılığını paramparça yapan ses patlamaları şeklinde kafatasının içini dövüp duruyordu. Sağ elinde sımsıkı tuttuğu terden kayganlaşmış Glock 17’si o kadar şiddetli titriyordu ki artık neredeyse yere değecekti. Silahını daha da sıkı tutarak titremesini engelledi. Şu anda çift el tutuş daha iyi olurdu ama merkezle bağlantıda kalabilmek için cep telefonunu kapatmamış, sol elinde tutuyordu. Tanrım bana yardım et, ne yapacağımı bilmiyorum. Zaten hiçbir zaman bilmezdi. Sorun da buydu ya zaten. Üniformalı bir polis olarak görev yaptığı kısa süre boyunca meslektaşlarının çoğunu, amirini —ve de ailesini— diğer polisler kadar nitelikli ve becerikli olduğuna inandırmıştı. Çoğu zaman öyleydi de. Ama herhangi bir aile içi şiddet vakasında ya da beklenmedik bir olayın patlak verdiği —silah çeken bir sürücü gibi örneğin— bir trafik çevirmesinde donup kalıyordu. O zamanki ortağı, şimdiki dedektif arkadaşı Tuck, son derece acımasız bir dürüstlükle, baskı altında çok yavaş reaksiyon zamanlaması, berbat içgüdüleri ve kötü bir karar mekanizması olduğunu söylemişti. Ancak bu fikirlerini başka kimseyle paylaşmamıştı. Bunun yerine onun hep arkasını kollamış, birlikte dedektiflik sınavına çalışırken yardım etmişti ve bunu da, halkı güvende tutmak amacıyla onu sokaklardan uzak tutmak istediği için yaptığını söyleyerek dalga geçmişti. Planı işe yaramıştı da.


Altı ay önce ikisi de sınavdan en yüksek puanları alıp dedektifliğe terfi etmişti. O zamandan beri Emily, Georgia’daki dedektiflerden iki kat daha fazla olayı çözmüştü. Yirmi altı yıllık hayatında ilk defa bir konuda ustalaşmıştı. Nihayet kendini en çok yakıştırdığı yerdeydi. Fakat şimdi burada bir kez daha hiç de iyi olmadığı bir şeyi —yani baskı altında ölüm kalım kararı vermek gibi zor bir şeyi— yapmak zorunda kalıyordu. Şüpheli, Savannah-Chatham Merkez Polis Karakolundaki onca nitelikli üniformalı polisin yanından geçip gitmiş ama Emily nin gözünden kaçmamıştı. İşten eve dönerken beyaz bir kamyonetin yolcu koltuğunda oturan, korkudan bembeyaz olmuş kadının dört gündür kayıp olan iki çocuk annesi genç kadın olduğunu fark eden Emily ydi. İroniden kaçümıyordu bazen. Sonuçta Emily neredeyse terk edilmiş denebilecek iki şeritli taşra otobanının ortasında geri dönüp şüpheliyi, etrafında İspanyol yosunuyla kaplı meşe ağaçları ve soya fasulyesi tarlalarından başka bir şey olmayan bu köhne, sarmaşığa boğulmuş eve kadar takip etmişti. “Destek nerede?” diye fısıldadı telefona. “En yakında Dedektif Tuck ve Jones var, on sekiz dakika kadar uzaktalar, birkaç dakika uzakta da devriye ekibi var. Hepsi yoldalar.” Ne? On sekiz dakika mı? Kapının arkasında Virginia Hawley vardı ve köşeye sıkışmış, muhtemelen umutsuz durumdaki bir adamın elindeydi. Hawley’nin on sekiz dakikası yoktu. Hatta belki de bir dakikası bile.

Emily, o sağlam, kilitli dış kapıyı bir şekilde geçse bile içeri daldığı anda Hawley’nin yaralanma ya da ölme olasılığı yüksekti. Silahlı baskın olaylarının son çare olmasının ana nedeni bu olaylardaki yüksek ölüm oranı istatistikleriydi. Ancak orada, kulağında telefonla dikilip durmak da Hawley’nin yaşama şansını yükseltmiyordu. Ya da en azından Emily’ye göre öyleydi. Pazarlığa başla. Şüpheliyi konuşturmak, dikkatini kurbanından başka yere çekmeliydi. Emily şimdi, rehine pazarlığı üzerine üç yıl önce Polis Akademisi’nde aldığı derste öğrendiklerini hatırlayabilmeyi ne çok isterdi. Yumruğuyla kapıya vurdu. “Polis. Kapıyı aç. Bayan Hawley’yi bırak, biz de zorla içeri girmeyelim. Kimsenin canı yanmasın.” Tamam, maalesef “biz” blöfü kulağa oldukça zavallıca gelmişti, hatta kendisine bile. Özellikle de şüpheli onu, kendisini bodrum girişine kadar desteği olmadan tek başına kovaladığını gördüğü için son derece acıklı bir blöf olmuştu bu. Doğal olarak şüpheli Emily’nin blöfüne cevap vermedi.

Emily bir kere daha kapıya vurup talebini tekrarladı. Yine cevap gelmedi. Cep telefonunun ekranına baktı. Son derece kıymetli bir dakika geçmişti. Destek gelene kadar on yedi dakika vardı. Bu altmış saniyede adam kurbanına neler yapmıştı acaba? Bir sonraki altmış saniyede neler yapacaktı? İçeriden tiz bir çığlık duyuldu. Emily’nin midesi sıkıştı. LKNA Dİ az “Nerede bu Tuck ve Jones?” diye fısıldadı telefona yeniden. “Şehrin epeyce dışındasm O’Malley. Dayan biraz. Ellerinden geldiğince hızlı bir şekilde varacaklar oraya.” Santral görevlisinin bilmiş konuşmasını duyunca dişlerini gıcırdattı. Şu çığlık, korku dolu, yürek sızlatan cinsten bir çığlıktı. Telefonu yanağıyla omzunun arasına sıkıştırarak sağ elindeki silahı sımsıkı kavradı ve diğer eliyle kapının kolunu tuttu. Muhtemelen bir zaman kaybı.

İlk geldiğinde denediği için kapının kilitli olduğunu biliyordu. İş yapıyor gibi görünmek pahasına bir şeyler yapmalıydı. Kol döndü ve kapı birkaç santim açılıverdi. Heyecandan bir anda nefesi kesilen Emily elini çekerek birkaç metre geri gitti. İki eliyle silahım sımsıkı kavrayarak karanlık, korkutucu kapı aralığına doğrulttu. “Dedektif?” dedi karakolun santralindeki memur, Ne oluyor orada?” Bir tuzak Bu bir tuzak olmalı. Bu kapı başta kilitliydi. Yoksa değil miydi? Belki de o kadar gergindi ki kolu yeterince sert çevirmeden kilitli olduğunu düşünmüştü. Hayır, hayır. Kilitli bir kapı ile kilitli olmayan bir kapı arasındaki farkı anlamayacak kadar zavallı bir durumda değildi. Bu işte bir tuhaflık vardı. Yardımın gelmesini beklemeliydi. “Dedektif?” “Ben iyiyim.” diye fısıldadı Emily. “Ben—” Bodrumdan acı dolu bir çığlık daha yükseldi.

Kan kırmızı renkteki kapının arkasında bir yerlerden sağır edici bir silah sesi duyuldu, sonra bir tane daha. Buraya kadardı. Emily daha fazla bekleyemezdi. “Silah sesi. Tekrarlıyorum, silah sesi. İçeri giriyorum. Jones ve Tuck’a söyle kıçlarını kaldırıp yetişsinler ve beni kurtarsınlar.” Aramayı sonlandınp santral tekrar ararsa şüpheli duymasın diye telefonu sessize aldı. Telefonu jiantolonunun cebine soktuktan sonra derin bir nefes aldı ve kapıyı ardına kadar hızla açıp elindeki silahı önünde, sağa sola çevirerek içeri daldı. Çılgın gibi gözlerini kırpıştırıyor, hedef küçültmek için eğilerek yürüyordu. Gözlerinin karanlığa alışması için gerilim dolu bir on saniye bekledi. Bir merminin gelip göğsüne saplanacağını bekliyordu ama bu olmayınca biraz şaşırdı. Hâlâ üniformalı olsaydı şimdi şüphelinin mermilerinden korunmak için kurşungeçirmez bir yelek giyiyor olurdu. Ama dedektif olarak nadiren yelek gerektiren durumlarla karşılaştığı için yeleği şu anda ofisinde toz topluyordu. Tamamen savunmasızdı yani.

Biraz sonra görüşü açıldıysa da pek bir işe yaramadı. Kapıdan sızan güneş ışığından başka bir ışık yoktu, bodrumun geri kalanı zifiri karanlıktı. Tam önünde ve sağında beton duvarlar vardı. Gidilecek tek yön sol tarafıydı. Birkaç kısa adımdan sonra duvarı takip ederek tekrar dönmek zorunda kaldı, kendini labirentteki bir fare gibi hissediyordu. Ya da can vermeye giden bir polis memuru gibi. Korku, o çirkin yüzünü gösterdiği an Emily geriye, kapıya doğru hareket ettiğini fark etti. Hayır. Hemen durdu. Bir kere-cik olsun, korkuya diren. En azından denemezsen Hawley’nin bir şansı olmayacak. En başta bu yüzden polis olmuştun, insanlara yardım etmek için. O hâlde gerekeni yap! Ayaklarını sürüye sürüye ilerlemeye başladı. İçindeki korku bir yere gitmemişti henüz, onu ağırlaştırıyor, uyuşuk bir hâle sokuyordu. Ama tek bildiği şekilde —yavaş adımlarla— yürümeye devam etti.

Mutlak bir karanlık vardı. Şüphelinin yerini ortaya çıkaracak sesleri dinleyerek parmaklarını duvar boyunca gezdirdi. Fakat duyduğu tek ses, kesik ve kısa kısa aldığı nefeslerdi. Mümkün olduğunca az ses çıkarmak adına daha derin, daha düzen ı nefes almaya odaklanmaya çalıştı. Yedi metre kadar ileride tavana doğru hır yerden loş hır ışık sızdığını gördü. Bütün kasları, bütün vücudu gerilip kasılmıştı; ölüm korkusu, ilerleyişini yavaşlatmaya çalışıyordu. Anaa o son çığlık ve silah sesleri, Hawley’nin bir yerlerde kanlar içinde yatmış, yardım istediği düşüncesi Emily’yi harekete geçirdi. Kız kardeşlerinden biri ya da annesi burada olsaydı Emily birinin onlara yardım etmesi için dua ederdi. Ve şimdi Virginia Hawley ıçm de aynı şeyi yapmalıydı. Işığın, duvarın üst kısmındaki küçük, pis bir pencereden geldiğini fark etti. Aşağıyı aydınlatmaya yetecek kadar bir ışık girmiyordu içeri. Ama o pencere olmadan bile bodrumun bu kısmı geri kalan kısmından daha aydınlıktı, her şeyi yutan mürekkep karasından ziyade gri bir tondaydı bu bölüm. İlende bir tane daha ışık kaynağı olmalıydı ya da başka bir bodrum penceresi, belki köşeyi dönünce görünür diye düşündü. Duvardaki bombelere dokunup loş ışığı takip ederek ileri doğru yürüdü eğilerek. Duvar ansızın bitince Emily kendini büyük bir açıklıkta buldu.

Saklanacak yeri yoktu, savunmasız bir şekilde ortalık yerde kalakalmıştı. Üniformalıyken nefret ederek taktığı ağır teçhizat kemerinin belinde olması için neler vermezdi şimdi. Kemerinde sürekli bulunan feneri hayat kurtarabilirdi şu anda. Fakat elindeki tek şey silahı ve cep telefonuydu. Telefonundaki fener uygulamasını kullanmalı mıydı acaba? Minik LED ışığı en fazla bir metreyi aydınlatırdı. Bu da onu üzerinde “beni vurun” yazan neon ışıklı bir hedefe dönüştürmekten başka bir işe yaramazdı. İstemeye istemeye telefonu cebine bırakıp ilerideki ışığa doğru santim santim ilerlemeye başladı. Odayı bir baştan diğerine geçerken başka bir çığlık gelmedi. Burası daha havasız, daha küflüydü. Ölü gömülen bir kilise mahzeni gibi daha bir çürümüş kokuyordu. Ürpererek burasının kendi mezarı olmaması için dua etti. Şüpheli neredeydi? Eğer bu bir tuzaksa neden kapıda karşılamamıştı onu? Şu anda muhtemelen onu gözetliyor, takip ediyor, gizli bir noktadan silahını ona doğrultmuş bekliyordu. Bir ölüm oyunu mu oynuyordu acaba? Korktuğunu görmek hoşuna mı gidiyordu yoksa? Sağ tarafından bir hışırtı geldi. Sese doğru döndü bir anda, elleri silahını o kadar sıkıyordu ki parmakları acımaya başlamıştı. Neydi o? Fare mi? Dışarıdaki öğlen sıcağından kaçan bir yılan mı? Yoksa çok daha kötü bir şey mi? Nefesini tutarak karanlığa doğru gözlerini kırpıştırdı.

Hareket eden bir gölge ya da beton zeminde yankılanan bir ayak sesi falan da yoktu. Sessizlikten başka hiçbir şey yoktu. Ciğerleri oksijen diye yanıp tutuşuyordu. Tek seferde ciğerlerini havayla doldurmamak için kendini zor tutarak küçük küçük nefesler almaya başladı. Üşümemesine rağmen dişleri takırdıyordu. Paniğe kapılma. Aldığın eğitimleri düşün. Bu sefer arkanı yaslayabileceğin bir ortağın yok. Bunu yapmak zorundasın. Öne doğru küçük bir adım atmasıyla birlikte bir duvara tosladı ve alnını beton bloğa çarptı. Alçak sesle bir lanet okuduktan sonra gergin bir şekilde etrafı dinlemeye koyuldu, bir taraftan da şüphelinin kendisini duymamış olması için dua ediyordu. Nabzı öylesine hızlı atıyordu ki kalbinin her atışını kulaklarında hissediyordu. Kimsenin karanlığın içinden üstüne atılmadığını görünce sağa dönüp bir köşeyi dönene kadar duvarı takip etti. Karanlık sonunda yerini kutsal ışığa bıraktığında duvarın üstünde bir dizi dikdörtgen pencerenin uzun, dar bir koridoru aydınlattığııvı gördü. Arkasında kalan karanlıkta gizlenen şeye olan korkusu ileride onu bekleyen şeye olan korkusundan daha baskındı.

İlen doğru atıldı. Sağ tarafındaki duvarda düzenli aralıklarla gömülmüş yarım düzine kadar kapı vardı. Üst taraflarındaki kuçuk pencereler haricinde kapılar sağlam görünüyordu. Silahını kavrayarak iki kapının ortasındaki duvara sırtını verdi. En yakın kapıyı açmaya çalıştı. Kilitliydi. Donup ayak uçlarında kalktı, küçük pencerenin alt tarafına zor yetişiyordu. İçeri bakmak karanlık bir kuyuya bakmak kadar yararsız gorunu-yordu. Her bir kapının kolunu tek tek yokladı. Sonuncusuna dek hepsi kilitli çıktı. Bu kol kolayca dönüverdi. Kendine düşünmesi için —dolayısıyla da donup kalmaması için— zaman vermemeye kararlı bir tavırla eğilip kapıyı sert bir şekilde açtı ve silahım sağa sola sallamaya başladı. Koridordan içeri yansıyan zayıf ışığa gözleri alışınca odayı incelemeye başladı. Aşağı yukarı on metrekare kadar karşı duvardaki ranzadan başka hiçbir şeyin olmadığı boş bir odaydı bu. Ve o ranzada üzerine bir battaniye atılmış, büzüşüp kalmış bir kadın yatıyordu.

Sırtı Emily ye dönüktü, uzun kahverengi saçları omuzlarını örtüyordu. Virginia Hawley. Emily hızla arkasını kolladıktan sonra yürüyüp yatağa doğru eğildi. “Bayan Hawley” diye fısıldadı. “Ben Dedektif O’Malley. Size yardım etmeye geldim.” Kadından bir tepki gelmedi. Usulca kadının omzuna dokunduğunda sıcak bir ten beklerken yumuşak, soğuk ve kıpırtısız bir şeyle karşılaştı. Kaş-lannı çatıp battaniyeyi çektiği anda nefesi kesildi. Dokunduğu şey bir omuz değildi. Battaniyenin altında bir yastık vardı. Fakat hepsi bu değildi. Battaniyeden ve yataktan gelen küflü ve ekşi kokuyu duyunca Emily nin boğazına bir yumruk gelip oturdu. O yastığın yanında yatıp duran bir yığın kemikten başka bir şey değildi. Bir zamanlar et ve kaslarla birbirine bağlı olan bu şeyler ayrılmışlardı, bu insanın bir zamanlar genç mi yoksa yaşlı mı erkek mi yoksa kadın mı olduğunu gösteren hiçbir şeyi kalmamıştı.

Uzun, koyu renk saçlardan başka. Emily, mide bulantısıyla başa çıkmaya çalışarak ayağa kalktı ve eğilerek kadının yüzüne baktı. Cesedin geri kalanından anlamış olduğu gibi sırıtan bir kafatasından başka görülecek bir şey yoktu. Yastığı kaplayan saçlar insan saçına benziyordu ama kafatasına bir tür kordonla bağlanmışlardı. Bu zavallı kadın çok uzun zaman önce çürümüştü. Virginia Hawley değildi. Emily tesadüf eseri bulduğu şeyin farkına varınca kasırgaya tutulmuş gibi sarsıldı ve baştan beri elden bırakmadığı tüm tedbir ve cesareti uçtu gitti. Bu kapılar. Havayı dolduran rutubetli çürük koku. Önündeki yatağın üstünde duran iskelet. Bu bir bodrum değildi. Bu bir hapishaneydi. Burada başka kaç kurban vardı acaba? Diğer odalarda, diğer hücrelerde kaç kişi vardı? Ve Bayan Hawley neredeydi? Buraya destek olamadan girmek bir hataydı, hem de ölümcül bir hata. Derhâl dışarı çıkmalıydı. Hemen.

Bir anda ayağa kalktı. Arkasından belli belirsiz bir hışırtı duyuldu. Hızla arkasını döndüğü anda kapı gürültüyle üstüne kapandı. İKİNCİ BÖLÜM Duyduğu korku, Emily ye hücreye kapatıldığından beri saatler geçmiş gibi hissettiriyordu. Ama telefonundaki ekran yalnızca on beş dakika olduğunu söylüyordu. Kalın duvarlardan oluşan labirent, telefonun sinyal almasını önlüyordu. Bu yüzden telefonu, ışığı haricinde işe yaramaz durumdaydı. Bunu cesedi incelemek için kullanmış, kemiklerin arasında bir sürü takı bulmuştu. Altın bir alyans. Etrafında beş burç taşı, ortasında elmas olan bir anne yüzüğü. Bunun yanında üstünde beş çocuğun her biri için küçük yuvarlak bir nazar boncuğu olan gümüş bir bilezik. Telefon ışığının şüphelinin dikkatini çekeceğinden korkan Emily bunu çok kısa bir süre kullanmıştı. Şimdi orayı aydınlatan tek ışık kapının üstündeki kare camdan giren ışıktı, o da camın pisliğinden sızabildiği kadarıyla. Desteğin gelmesi neden bu kadar uzun sürmüştü? Silahını çekmiş, kapının yanında duvara yaslanmış duruyordu. Kapının kilidine ateş etme riskine girmeli miydi? Kilidi kırar mı yoksa iyice sıkıştırır mıydı acaba? Tuhaf bir tak sesi hücrede yankılanınca bir anda gerildi.

Biri kapıyı tıkırdatıyordu sanki. Tuck mı? Yoksa Jones muydu bu? Bakmak için duvardan uzaklaştı. Biri camdan içeri bakıyordu. Adamın onu karanlıkta görebileceğini sanmasa da geri kaçtı. Ona dair görebildiği tek şey adamın uzun boylu ve şüphelininkiler gibi kısa kesilmiş simsiyah saçları olduğuydu. Bu kesinlikle sarışın Tuck ya da kısa boylu Jones değildi. Bu Hawley yi kaçıran adam olmalıydı. Hawley onun yanında mıydı? Emily öyle olmaması için dua ediyordu. Ateş etmek zorunda kalırsa adamın kurbanı kendine siper etmesi hiç işine gelmezdi. Sessizlik içinde dakikalar geçti. Gitmiş miydi? Yoksa hâlâ orada bekleyip onunla oyun mu oynuyordu? Dişlerinin tıkırdamasını önlemek için alt dudağını ısırdı ve silahını daha sıkı tuttu. Tık Metalik bir ses geldi kapıdan. Tık Tetik parmağı seyirdi, neredeyse silahı ateş alacaktı. Üzerindeki baskıyı unutup sese odaklanmaya zorladı kendini. Tık Adam orada ne yapıyordu acaba? Arkasındaki duvarda derin bir güm sesi titreşti ve kapı büyük bir gürültüyle koridora düştü.

Pencereden gördüğü adam hücreye girdi, onu arar gibi etrafına bakındı bir an. Emily, Glock marka tabancasını ona doğrulttu. Adamın elinde silah olmadığını anladığı an çoktan tetiğe basmıştı bile. Tam o anda adam ona doğru atılıp silahı tutan elini yukarı kaldırdı. Mermi adamın hemen yanından geçip duvara saplandı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir