Lilian Jackson Braun – Brahms Dinleyen Kedi

Tecrübeli gazeteci Jim Qwilleran için kariyerinin en berbat anlarından biriydi. Yıllar önce bir savaş muhabiri olarak çalışırken kumsallarda yaylım ateşine tutulmuştu. Polis muhabiri olarak çalıştığı dönemdeyse Mafya’nın hedefi olmuştu. Şimdi, ortabatıda çıkan Daily Fluxion adlı bir gazetede gurme köşesini hazırlıyordu ve Basın Kulübü’nde kendisini bekleyen şoka hiç de hazır değildi doğrusu. Güne oldukça iyi başlamıştı. Kaldığı pansiyonda güzel bir kahvaltı yaptı: Bir dilim tatlı kavun, içinde tavuk ciğeri bulunan nefis bir omlet, peynirli sufle ve üç fincan kahve. Öğle yemeği için eski dostu Arch Riker’le uğrak yerleri olan Basın Kulübü’nde buluşmayı planlıyorlardı. Öğlen saat on ikide Qwilleran bir zamanlar eyalet hapishanesi olarak kullanılan ama şimdi basın camiasına yiyecek ve içecek hizmeti veren eski ve kirli taş kalenin merdivenlerini çıkıyordu. Çivi kakmalı kapıya yaklaşırken, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissetti. Taze vernik kokusu alıyordu! Keskin kulakları kapı menteşelerinin gıcırdadığını kesinlikle duymamıştı! Lobiye doğru ilerledi ve sıkıntıyla yutkundu. O sevdiği karanlık ve dumanlı atmosfer yerini temiz ve aydınlık bir ortama bırakmıştı. Qwilleran, Basın Kulübü’nün yıllık bakım için iki hafta süreyle kapalı kalacağını biliyordu ama kimse ona böylesine bir değişiklik yapılacağını çıtlatmamıştı doğrusu. Bütün bunlar iş için şehir dışına çıktığında olup bitmişti. Öfkeyle kabaran gür bıyıklarını yumruğuyla bastırarak düzeltti. Üst üste sürülmüş ucuz verniklerle koyulaşmış lambri kaplı duvarlar, büyükannesinin masa örtüsünü andıran bir kâğıtla kaplanmıştı.


Yüz yıllık aşınmış tahta zeminin yerinde, duvardan duvara, sık tüylü bir halı vardı. Kubbeli tavanı aydınlatan fluoresanların yeriniyse parlak pirinçten bir avize almıştı. O bildik küf kokusu bile kaybolmuş, yerini yeni eşyaların ilacı andıran kimyasal kokusu sarmıştı. Gazeteci, ilk şoku ve hayal kırıklığını atlattıktan sonra, her zaman yemek yediği barın karanlık ve uzak köşesine yöneldi. Burada da benzer manzarayla karşılaştı: Krem rengi duvarlar, loş ışıklar, tavandan sarkan yapay çiçeklerle dolu sepetler ve aynalar. Aynalar mı! Qwilleran birden ürperdi. Daily Fluxion’daki editörü Arch Riker, her zamanki içkisi skoçla her zamanki masasında oturuyordu ama üstü çiziklerle dolu tahta masa onarılmış ve cilalanmıştı. Üstündeyse kenarları süslü beyaz amerikan servisleri duruyordu. Garson kız hemen Qwilleran’ın klasik içeceği domates suyuyla beliriverdi ama üzerinde her zaman giydiği beyaz, dar ve göğüs cebinde fırfırlı bir mendil olan üniforması yoktu. Artık bütün garson kızlar Fransız hizmetçiler gibi üstlerine siyah şık bir elbise geçirmişler, beyaz önlükler ve fırfırlı başlıklar takmışlardı. “Arch! Ne olmuş buraya böyle?” diye sordu Qwilleran. “Gözlerime inanamıyorum!” İnleyerek ihtişamlı gövdesini bir iskemleye bıraktı. “Kulübün artık pek çok bayan üyesi var” diye açıkladı Riker sakin bir sesle. “Burayı temizlemek için kendilerini yönetim kuruluna seçtirdiler, bu yüzden pek çok değişiklik yapmışlar. Buna ters-yüz yenileme diyorlar: Bütün bunlar istenildiğinde hemen değiştirilebiliyor.

Önümüzdeki yılın komitesi isterse bu duvar kâğıtlarını ve halıları söküp binayı o eski harap ve pis görünümüne tekrar kavuşturabilir…” “Bütün bunları beğenmiş gibi konuşuyorsun. Hain!” “Zamana ayak uydurmalıyız” dedi Riker, görmüş geçirmiş bir editörün o sıkılmış ağırbaşlılığıyla. “Hadi mönüye bak ve ne yiyeceğine karar ver. Benim saat bir buçukta bir toplantım var. Acele etmem gerek. Ben körili kuzu ısmarlayacağım.” “Benim iştahım kaçtı” dedi Qwilleran. Duyduğu memnuniyetsizlik aşağı sarkan bıyıklarından belli oluyordu. Kolunu sallayarak çevresini gösterdi. “Burası bütün özelliğini yitirmiş. Kokusu bile yapay.” Başını kaldırarak havayı kokladı. “Sentetik! Büyük ihtimalle kansorejen!” “Burnun bir av köpeği gibi koku alıyor olmalı Qwill. Burada kimse kokudan filan şikâyet etmedi.” “Bir şey daha var” dedi Qwilleran ters bir biçimde.

“Fluxion’da olanlar da hoşuma gitmiyor.” “Ne demek istiyorsun?” “İlk önce kadınları Haber Servisi’nin odalarından birine taşıdılar ve oradaki bütün erkekleri de Kadın Sayfası’nın odasına geçirdiler. Sonra kadınlarla erkeklerin tuvaletini ortak yaptılar. Ondan sonra o yeni yeşil, turuncu ve mavi yazı masalarını getirdiler. Tam bir sirke benziyor! Sonra daktilomu aldılar ve önüme başıma ağrılar sokan bir monitör koydular.” Riker yatıştırmak isteyen bir tonla, “O eski filmleri unut artık Qwill. Hâlâ fötr şapkaları başlarında, iki parmakla daktilo yazan gazeteciler istiyorsun.” Qwilleran sandalyesine iyice gömüldü. “Bana bak, Arch. Uzun süredir kafamda bir şeyler tasarlıyordum ve şimdi kararımı verdim. Üç haftalık tatilim ve iki haftalık yıllık iznim var. Bir süre daha izin alıp üç aylığına buradan uzaklaşmayı düşünüyorum.” “Şaka yapıyor olmalısın.” “Fluxion’a reklam veren restoranlar için övgüler düzmekten yoruldum. Kuzeye gidip şehrin keşmekeşinden, kirliliğinden, gürültüsünden ve kötülüğünden uzaklaşmak istiyorum.

” “İyi misin Qwill?” diye telaşlı bir sesle sordu Riker. “Hasta falan değilsin, değil mi?” “Biraz temiz hava almayı istemek anormal bir şey mi?” “Bu seni öldürür! Sen şehir çocuğusun Qwill. Ben de öyleyim. Biz karbonmonoksit, sigara dumanı ve Chicago’yu saran tozlu rüzgârda büyüdük. Ben senin en eski dostunum ve şunu söylüyorum: Sakın yapma! Maddi açıdan da henüz ayaklarının üstünde durmaya başladın ve …” (sesini alçaktı) “…Percy senin için yepyeni ve harika bir görev düşünüyor.” Qwilleran homurdandı. Yayın yönetmeninin “yeni ve harika” görevlerini çok iyi biliyordu. Son birkaç yıldır bunlardan dört tanesini denemişti. Bunların hepsi de savaş muhabirliği yapmış ve polis muhabiri olarak ödül kazanmış bir gazeteci için hakaret mahiyetindeydi. “Bu seferki ne acaba?” diye mırıldandı. “Ölüm ilanları mı? Yoksa ev hanımlarına yararlı bilgiler köşesi mi?” Riker önce mutlulukla gülümsedi, sonra fısıldadı: “Araştırmacı gazetecilik! Konuyu kendin belirleyebilirsin. Siyasi rüşvet, şirket dolandırıcılıkları, çevre kanunlarının çiğnenmesi, hükümet harcamaları, ne bulursan yani.” Qwilleran büyük bir dikkatle bıyığına dokundu ve masanın karşı tarafında oturan editörüne baktı. Araştırmacı gazetecilik, basında moda olmadan uzun süre önce yapmak istediği bir şeydi. Yine de hassas üst dudağı (önsezilerinin en güçlü kaynağı) ona sinyaller gönderiyordu.

“Belki gelecek sonbahar. Şu anda yaz tatilini insanların evlerinin kapısını kilitlemediği ya da otomobillerinin anahtarlarını kontaktan çıkarmadığı bir yerde geçirmek istiyorum.” “Bu iş gelecek sonbahara kalmayabilir. Morning Rampage’ın bir araştırmacı haberci alacağını duyduk ve Percy de onlardan aşağı kalmak istemiyor. Nasıl olduğunu bilirsin. Teklif edildiğinde işi kapmazsan kumar oynamış olursun.” Garson kız, Riker’a bir skoç daha getirmek ve öğle yemeği siparişlerini almak için geri döndü. “Zayıflaşmışsın” dedi Qwilleran’a. “Ne alacaksın? Patatesle hamburger, bira ve elmalı turta?” Qwilleran kıza sinirli bir bakış fırlattı. “Aç değilim.” “Bir hindili sandviç ısmarla” diye önerdi kız.” Yeşilliği ve domatesi sen yersin, hindiyi de Koko’ya götürürsün. Sana paket yaparım.” Qwilleran’ın siyam kedisi Koko, Basın Kulübü’nde ünlüydü. Kedinin resmi lobide Pulitzer ödülü kazananların yanında asılıydı ve muhtemelen gazetecilik tarihinde, polis şefi tarafından imzalanmış basın kartı olan tek kediydi.

Qwilleran, şüpheci yapısı ve merakı sayesinde adalete birkaç suçlu teslim etmiş olmasına rağmen, Basın Külübü’ndeki herkesin genellikle inandığı, onun başarısının arkasında kedigiller ailesinden üstün zekâlı ve olağanüstü sezgi gücüne sahip bir varlık olduğuydu. Koko her zaman doğru yerde ve doğru zamanda koklar ve tırmalardı. İki gazeteci sessizlik içinde körili kuzuya ve hindili sandviçe verdi kendini. Bu durum derin düşünceler içinde olduklarını gösteriyordu. Sonunda Riker sordu: “Eğer yazın tatil yapacaksan nereye gitmeyi düşünüyorsun?” “Altı yüz kilometre kadar kuzeyde, göl kenarında bir yere gideceğim. Geyikli Kasaba yakınlarında.” “O kadar uzağa mı? Kedileri ne yapacaksın?” “Yanıma alacağım.” “Otomobilin yok ve Kuzey ormanlarında taksi bulunmaz.” “Bir otomobil için ön ödemeyi yapabilirim, kullanılmış bir araç için tabii.” “Tabii” dedi Riker. Arkadaşının tutumluluk konusunda ne kadar ünlü olduğunu biliyordu. “Dahi kedi de bir sürücü ehliyeti alacak sanırım.” “Koko mu? Alırsa hiç şaşmam. Düğmeler, tuşlar, kadranlar, kollar gibi mekanik olan her şeyle ilgilenmeye başladı.” “Geyikli Kasaba gibi bir yerde ne yapabilirsin ki Qwill? Balık avlamazsın.

Tekne kullanmazsın. Ordaki göl yüzmek için fazla soğuktur. Kışın donmuş, yazın da erimiş buz vardır.” “Merak etme Arch. Planlarım var. Bir kitap için müthiş bir fikrim var. İçinde bol seks ve şiddet olan bir roman yazmayı denemek istiyorum. Daha doğrusu içinde her şey olacak.” Riker, gazetecinin yüzüne bakakaldı ve kafasında başka itirazlar arandı. “Bu sana epey pahalıya mal olacak. Yazlık evler için ne kadar kira istediklerini biliyor musun?” “Aslına bakarsan” dedi Qwilleran, zafer dolu bir ses tonuyla. “Bir kuruş bile harcamayacağım. Orada yaşayan yaşlı bir teyzem var ve rahatça kullanabileceğim bir kulübeye sahip.” “Bana bu yaşlı teyzenden hiç söz etmemiştin.” “Aslında akrabam değil.

Annemin bir arkadaşıydı ve ben çocukken onu Fanny Teyze diye çağırırdım. Sonra bağlantımız koptu ama Fluxion’daki köşemi okumuş, bana mektup yazdı. O zamandan beri yazışıyoruz… Bu arada köşe yazısı demişken, dünkü gazetede adım yanlış yazılmış.” “Biliyorum, biliyorum” dedi Riker. “Yeni bir düzeltmenimiz var ve kimse ona bugüne kadar o saçma W harfinden bahsetmemiş. İkinci baskıda değiştirdik.” Garson kız, kahve getirdi: Yeni duvar kâğıdının altında kalan isten kararmış vernik kadar koyu bir kahve. Riker, Qwilleran’ın bu sıradışı tavrını açıklayabilecek ipuçlarını bulmak ister gibi bardağını inceledi. “Peki, ya arkadaşın? Hani şu sağlıklı yiyecekler yiyen kadın. Bu ani çılgınlığın hakkında ne düşünüyor?” “Rosemary mi? O temiz hava ve egzersiz gibi şeylere bayılır.” “Son zamanlarda pipo içmiyorsun. Bu onun fikri mi?” “Sence ben kendime ait kararlar alamaz mıyım? Yalnızca, tütün satın almanın, pipoya doldurmanın, sıkıştırmanın, yakmanın, sonra ikinci ve üçüncü defa yakmanın, külleri dökmenin ve kül tablasını boşaltmanın ne kadar yorucu olduğunu fark ettim.” “Yaşlanıyorsun” dedi Riker. Yemekten sonra Bay Gurme, üzerinde aynı renkte telefon ve ekran bulunan zeytin yeşili masasına, editörse, asistan editörlerin, bölüm editörlerinin, idari editörlerin ve yönetici editörlerin katıldığı toplantıya gitti. Qwilleran açıklamasının Riker’in profesyonel soğukkanlılığını bozmuş olmasından memnundu.

Ama yine de itiraf etmeliydi ki editörün soruları kesin kararlılığını bir parça sarsmıştı. Büyük şehrin kaosunda geçirdiği bir ömürden sonra üç aylık sade bir hayata nasıl uyum sağlayacaktı? Yaz süresince bir şeyler yazmayı planladığı doğruydu ama günün kaç saatini daktilonun başında geçirebilirdi? Basın Kulübü’nde öğle yemekleri, telefon görüşmeleri, arkadaşlarla geçirilen akşamüstleri, gurme akşam yemekleri, heyecanlı beyzbol karşılaşmaları olmayacaktı ve Rosemary de olmayacaktı. Yine de bir değişikliğe ihtiyacı vardı. Fluxion’dan sıkılmıştı ve bütün mevsimi göl kıyısında kafasını dinleyebileceği bir yerde geçirmek tutumlu yapısına uyuyordu. Diğer taraftan, Fanny Teyze konfor ve ev eşyalarıyla ilgili hiçbir şey söylememişti. Qwilleran ekstra uzun bir yatak, içine gömülebileceği, yumuşak koltuklar, okuma lambaları, çalışan bir buzdolabı, sürekli sıcak su ve sorunsuz bir tesisata alışıktı. Kuşkusuz lüks dairelerinden birinde oturduğu Maus Evi’nin konforunu özleyecekti. Robert Maus usulü şık akşam yemeklerini, diğer kiracıların, özellikle de Rosemary’nin dostluğunu çok özleyecekti. Masadaki yeşil telefon çaldı. Qwilleran dalgın bir kafayla ahizeyi kaldırdı. “Qwill haberleri duydun mu?” Bu Rosemary’nin kadife sesiydi ama oldukça endişeli geliyordu. “Ne oldu?” Geçen yıl Maus Evi’nde iki cinayet işlenmişti ama katil şu anda parmaklıkların arkasındaydı ve apartman sakinleri güvenli ve sorunsuz bir hayata alışmışlardı. “Robert binayı satıyor” dedi Rosemary yakınarak, “ve hepimizin orayı boşaltması gerekiyor.” “Neden satıyor? Her şey iyi gidiyordu.” “Birisi ona mülk için müthiş bir teklifte bulunmuş.

Biliyorsun her zaman avukatlığı bırakıp kaliteli bir restoran açmak istiyordu. Bunun büyük bir şans olduğunu düşünüyor. Bu oldukça değerli bir gayrimenkul ve bir mühendislik firması çok katlı bir apartman inşa edecekmiş.” “Bu gerçekten kötü bir haber” diye kabul etti Qwilleran. “Robert Şatobiryanları, İstakozları ve Florentine soslu enginarlarıyla hepimizi şımartmıştı. Eve döndüğünde Altı Numara’ya uğraşana. Bu konuyu konuşuruz.” “Ben içkiyi getiririm. Sen bardakları soğut” dedi Rosemary. “Daha bugün taze nar suyu satın aldık.” Rosemary, Sağlık Sıhhat isimli doğal besin satan bir dükkânın ortağıydı. Qwilleran bu ismi son derece itici buluyordu. Ahizeyi düşünceli bir halde yerine koydu. Bu kötü haber ona kuzeye gitmesi için sanki bir neden daha vermişti. Öğleden sonra, yanına Basın Kulübü’nde paketlettiği hindiyle Mavi Ejderha adlı antika dükkânında bulduğu metreyi de alarak erkenden ofisten ayrıldı.

Nehir Yolu otobüsünden, ikinci el otomobil pazarının önünde indi. Dosdoğru az benzin yakan küçük otomobillerin sıralandığı tarafa yöneldi. Sırayla araçların kapılarını açıp sürücü koltuğunun arkasındaki yer boşluğunu ölçerek birinden diğerine geçiyordu. Bu gösteriyi bir süre seyreden bir satıcı devreye girdi. “Küçük bir otomobille ilgileniyorsunuz?” “Duruma bağlı” diye mırıldandı Qwilleran, başını arka koltuğa gömmüş bir halde. Ve kafasında not aldı: I2’ye 15. “Aradığınız özel bir model var mı?” “Hayır.” Sorun, vites kutusu gibi görünüyordu. 13’e 15. “Düz vites mi otomatik vites mi istiyorsunuz?” “Fark etmez” dedi Qwilleran, bir yandan da elindeki metreyle ölçmeye devam ediyordu; 13’e 16. Uzun yıllar gazetelerin garajında yatan şirket otomobillerini kullandıktan sonra artık her çeşit kullanabilirdi. Seçiciliği felce uğramıştı. Satıcı hafif sarkmış bıyıkları ve hüzünlü gözleri inceliyordu. Sonunda “Sizi tanıyorum” dedi. “Resminiz sürekli Fluxion’da.

çıkıyor. Restoranlarla ilgili yazılar yazıyorsunuz. Kuzenimin de Mutlukoru’da bir pizzacısı var.” Qwilleran dört kapılı bir aracın derinliklerinden homurdandı. “Size yeni gelen bir parçayı göstermek istiyorum. Daha temizliği bile yapılmadı. Geçen yılın modeli, yalnızca üç bin kilometrede. Bir malikâneden getirdiler.” Qwilleran adamı garaja kadar izledi. Yeşil, iki kapılı ve henüz içine, Yepyeni Otomobil Kokusu sıkılmamış bir aracın önünde durdular. Qwilleran arka koltuğa elinde mezurasıyla eğildi. Daha sonra sürücü koltuğunu uzun bacaklarını sığacağı kadar geriye itti ve tekrar ölçtü: 14’e 16. “Mükemmel ” dedi, “yalnız, kapı kollarını çıkarmam gerekebilir. Ne kadar?” “Büroya buyrun, fiyatı konuşalım” dedi satıcı adam. Gazeteci yeşil otomobili büronun çevresinde kullandı.

Daha önce kullandığı gazete araçlarına göre daha az sarsılıyor, insanı daha az zıplatıyor, sıçratıyordu. Ayrıca daha az takırdıyordu. Fiyatı da makuldü. Ön ödemeyi yaptı, bazı kâğıtlar imzaladı ve Maus Evi’ndeki dairesine otomobiliyle döndü. Tahmin ettiği gibi posta kutusunda, antetli kâğıda yazılmış bir mektup vardı. Robert Maus tarafından gönderilmişti. Mektupta üzgün olduğunu bildiriyor, Maus Evi olarak bilinen binanın bazı görüşmeler sonucunda şehir dışından yatırımcıların oluşturduğu bir şirketler birliğine satılmış olduğunu ve maalesef, kiracıların en geç 1 Eylül itibarıyla binayı boşaltmaları gerektiği belirtilmekteydi. Zarfı oracıkta açmış olan Qwilleran omuzlarını silkerek dairesine doğru merdivenleri çıkmaya başladı. Altı numaranın kapısını açar açmaz siyam kedilerinin yanındaki enfes hindinin kokusunu alıp, çevresinde dört dönmelerini, uyumsuz bir sevinç mırıltısı düetiyle kendisini karşılamalarını bekliyordu. Ama bunun yerine, iki kedi de beyaz ayı postunun üzerinde anlaşmış gibi sessizce oturuyordu. Qwilleran bunun nedenini biliyordu. Binada yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu hissetmişlerdi. Koko ve suçortağı Yum Yum sürpriz planlamakta uzmandılar ama başkaları tarafından yapılan değişikliklere tahammülleri olduğu söylenemezdi. Maus Evi’nin güneş alan pencere pervazından, sürekli bir eğlence kaynağı olan semt güvercinlerinden, ve lüks ayı postundan pek bir memnundular. “Tamam, çocuklar” dedi Qwilleran.

“Taşınmaktan hoşlanmadığınızı biliyorum ama nereye gittiğimizi görünceye kadar bekleyin! Postu yanımıza almayı isterdim ama ne yazık ki bize ait değil.” Kısaltılmış adı Koko olan Kao K’o-Kung, gerçek bir doğulu imparatorun vakurluğunu taşıyordu. Bıyığının her telinden hoşnutsuzluk akarak krallar gibi dimdik duruyordu. Hem Koko hem de Yum Yum bembeyaz kürkün üzerinde ne kadar büyüleyici göründüklerinin farkındaydılar. Klasik siyam renklerine ve hatlarına sahiptiler: Mavi gözleri koyu kahve yüzlerinde pırıl pırıldı. Yanında vizon kürkün ikinci sınıf kalacağı açık kahve bir kürke, zarif uzun kahverengi bacaklara ve zarif bir kamçıyı andıran kuyruğa sahiptiler. Gazeteci hindiyi onlar için doğradı. “Haydi gelin ve yiyin! Bu parçayı gerçek bir hindiden kesmişler bu sefer.” Kedilerin ikisi de soğuk mesafelerini korudu. Birkaç dakika sonra Qwilleran burnunu havaya kaldırdı. Tanıdık bir parfüm kokusu almıştı, Rosemary kapıyı çaldı. Kadını klasik bir selamlaşmadan biraz daha öteye giden bir öpücükle karşıladı. Siyam kedileriyse hâlâ taş gibi hareketsizdiler. Nar suyu bir parça buzlu sodaya katıldı. Yakında boşaltacakları binada yaşanmış bütün olayların anısına kadeh kaldırdılar.

“Unutulmaz zamanlardı” dedi Qwilleran. “Bir rüyaydı” diye ekledi Rosemary. “Ve ara sıra da bir kâbus.” “Sanırım artık teyzenin teklifini kabul edersin. Fluxion’dan izin alabilecek misin?” “Ah tabii, geri dönmeme izin vermeyebilirler ama gitmeme izin vereceklerdir. Senin bir planın var mı?” “Kanada’ya geri dönebilirim” dedi Rosemary. “Max, Toronto’da doğal gıda restoranı açmak istiyordu, eğer Sağlık Sıhhat’teki payımı satabilirsem, onunla bir ortaklık kurabilirim.” Qwilleran bıyığından soludu. Max Sorrel mi? O zampara! “Oysa benimle birlikte kuzeye gelirsin ve beraber oluruz diye düşünmüştüm.” “Eğer Toronto’daki işim olmazsa çok isterim. Oraya nasıl gideceksin?” “Bugün bir otomobil satın aldım. Kediler ve ben Kazmalı Kasaba’ya kadar otomobille gidip Fanny Teyze’ye merhaba diyeceğiz, sonra yukarı, göle doğru devam edeceğiz. Onu kırk yıldır görmedim. Mektuplarından anladığım kadarıyla nevi şahsına münhasır biri. Mektup yazarken sayfaları çaprazlamasına dolduruyor.

” Rosemary şaşırmış görünüyordu. “Annem de hep çaprazlamasına yazardı” diye devam etti Qwilleran. “Bir sayfayı doldurduktan sonra, sayfayı yanlamasına çevirir, yazdığı satırların üstünden devam ederdi.” “Ne için? Kâğıttan tasarruf etmek için mi? ” “Kimbilir? Belki de herkesin okumaması için. Okuması kolay olmuyor çünkü… Gerçek teyzem değil aslında” diye devam etti. “Fanny Teyze’m ve annem, 1. Dünya Savaşı sırasında iki küçük kızdı. Sonradan Fanny meslek hayatına atılmış galiba, hiç evlenmedi. Emekli olduğundaysa Kazmalı Kasaba’ya geri döndü.” “Orayı hiç duymamıştım.” “Bir maden kasabası. Ailesi servetini madenlerden elde etmiş.” “Bana yazacak mısın sevgili Qwill?” “Sana sık sık yazarım. Seni özleyeceğim Rosemary.” “Bana Fanny Teyze’nle ilgili her şeyi yaz.

” “Şimdi kendisine Francesca denmesini istiyor. Fanny Teyze diye çağrılmaktan hoşlanmıyor. Kendini yaşlı bir kadın gibi hissediyormuş.” “Kaç yaşında?” “Gelecek ay doksanına basacak.” 2 Qwilleran kuzey yolculuğu için yeşil otomobile eşyalarını yerleştirdi. İki bavul, daktilosu, altı kiloluk bir sözlük, beş yüz sayfa daktilo kâğıdı ve iki koli kitap. Koko kediler için hazırlanmış olan ticari mamaları yemeyi reddettiği için, yirmi dört kutu kemiksiz tavuk, somon balığı, sığır eti, beyaz ton balığı, karides kokteyli ve Alaska yengeci almıştı. Arka koltukta siyamların en sevdiği mavi minderleri vardı. Yerdeyse, sığması için sapları elektrikli testereyle kesilmiş, oval bir kızartma tavası duruyordu. Tavanın içinde iki buçuk santim kalınlığında kedi kumu vardı. Bu kedilerin tuvaletiydi. Bir önceki tuvaletin el boyaması kaplaması paslanınca, Robert Maus donanımlı mutfağından bağışlamıştı bu tavayı. Qwilleran’ın dairesindeki mobilyalar bir önceki kiracıya aitti ve kendi birkaç özel eşyası da -örneğin antika terazisi, dökme demirden yapılma eski bir hanedan arması- yaz boyunca Arch Riker’in bodrumunda duracaktı. Her şeyi böylece ayarladıktan sonra gazeteci kuzeydeki kasabaya doğru iç rahatlığıyla yola koyuldu. Ancak arka koltuktaki yolcular için aynı şey söylenemezdi.

Küçük dişi kedi, otomobil ne zaman bir köşeyi dönse, bir virajı alsa, köprüden ya da bir viyadüğün altından geçse, bir kamyonetle karşılaşsa ya da hızı yetmişi geçse acı acı miyavlıyordu. Buna karşılık Koko da onu azarlayıp arka bacağını ısırıyor, zaten yeterince etkili olan gürültüye bir de hırıltılar ve tıslamalarla katılıyordu. Qwilleran, yanından geçen motosikletlilerin ters bakışlarına, yakınan kornalarına ve düşmanca sıkıştırmalarına göğüs gerip dişlerini sıkarak otomobili kullandı. Yol, banliyölerin arasından geçip kırsal bölgenin kıvrılarak ilerleyen yollarına dönüştü. Bunun ardından soğuk bir hava geldi. Çam ağaçlarının boyu uzadı, geyik çıkabilir uyarıları ve kamyonetlerle daha fazla karşılaşmaya başladı. Qwilleran’ın alt üst olmuş sinirleri, onu geceyi geçirmek için yolculuğuna ara vermeye zorluyordu. Kazmak Kasaba’ya hâlâ iki yüz kilometre vardı. Ormanlık bir alanda inşa edilmiş olan motel-öncesi çağdan kalma, dökülen kulübelerden oluşan bir turist kampında durdular. Üçü de bitkin bir haldeydi. Koko’yla Yum Yum hiç zaman kaybetmeden yatağın tam ortasına kıvrılıp uyuyakaldılar. Ertesi günkü yolculukta arka koltuktan gelen itirazlar azalmıştı. Hava iyiden iyiye serinledi. Şimdi “geyik çıkabilir” uyarısının yerini “Çatal Boynuz çıkabilir” tabelaları almıştı. Otoyol bir tepeye tırmandıktan sonra bir vadiye dalıp Kazmalı Kasaba’ya giden anayola dönüştü.

Kasabanın merkezinde ikiye ayrılan ve küçük bir parkı çevreleyen ana caddenin iki yanında, madencilik ve kereste ticaretinden kazanılan zenginliği gözler önüne seren büyük görkemli evler yer alıyordu. Parkın karşısındaki binalar da oldukça etkileyiciydi: On dokuzuncu yüzyıldan kalma bir adliye binası, bir Yunan tapmağının sütunlarına sahip kütüphane, iki kilise ve Fanny Teyze’nin parlak pirinç rakamlarla numaralanmış evi. Kare biçimindeki büyük taş evin arkasında at arabası için de özel bir garaj bulunuyordu. Araç yolu üzerine mavi bir kamyonet park etmişti. Bir bahçıvan çalılıkların arasında çalışıyordu. Adam gazetecinin tanımlayamadığı bir ifadeyle dik dik baktı. Ön kapıda üzerine ailenin soyadının -Klingenschoen- kazınmış olduğu, yine pirinç çerçeveli eski tip bir posta aralığı vardı. Kapıya bakan ufak tefek kadın kesinlikle Fanny Teyze’ydi. Seksen dokuz yaşında, ufak tefek ama yüzünden sağlık ve enerji fışkıran bir kadın. Beyaz, pudralı, kırışık yüzünde iki turuncu ruj çizgisi vardı. Gözlükleri gözlerini kocaman gösteriyordu. Kalın camlarının ardından gelen ziyaretçiyi tanımaya çalıştı. Kim olduğunu anladıktan sonra kollarını iki yana açarak dramatik bir biçimde karşıladı. Ve sonra, o ufak tefek narin kadından derin mi derin bir gürleme geldi: “Tanrı seni korusun! Ne kadar da büyümüşsün!” dedi. “Umarım öyledir!” dedi Qwilleran nazikçe.

“Beni en son gördüğünde yedi yaşındaydım. Nasılsın Francesca? Harika görünüyorsun!” Bu egzotik ad, gösterişli kıyafetiyle de son derece uyumluydu: Tavuskuşu deseni işlenmiş turuncu saten bir tunikle, siyah bir pantolon giymişti. Başına sardığı -yine turuncu renkte- eşarbı tepesinde toplamıştı. Bu bombe, boyunu dört parmak daha uzun gösteriyordu. “Hadi içeri gel” diye gürledi neşeyle. ” Seni gördüğüme o kadar sevindim ki! Evet aynı Fluxion’daki resmindeki gibisin. Keşke sevgili annen de seni görebilseydi, Allah rahmet eylesin. Bıyığına bayılırdı. Bir fincan kahve içmek ister miydin? Siz gazetecilerin ne çok kahve içtiğini bilirim. Güneşli salonda içebiliriz.” Fanny Teyze önde, gazeteci arkada, üst kata çıkan görkemli merdivenleri olan yüksek tavanlı bir holden geçtiler. Salonu, süslü yemek odasını, lambri kaplamalı kütüphaneyi ve alacalı basmalara boğulmuş kahvaltı odasını geçerek camlı kapıları, bambu mobilyaları ve kauçuk bitkileri olan havadar bir odaya geldiler. Fanny Teyze o derinden gelen sesiyle konuştu. “Çok lezzetli tarçınlı çöreklerim var. Tom onları bu sabah fırından aldı.

Küçükken tarçınlı çöreklere bayılırdın.” Qwilleran bambu koltukta dinlenirken, yaşlı evsahibesi de ayaklarındaki Çin işi ufak siyah terlikleriyle minik adımlar atarak odadan çıktı. Evin uzak bir köşesinde kaybolurken Qwilleran’ın yarım yamalak duyduğu monologuna hiç ara vermemişti. Elinde kocaman bir tepsiyle geri döndü. Qwilleran ayağa fırladı. “Bırak ben alayım Francesca.” “Sağol canım” diye gürledi. “Her zaman kibar bir çocuktun. Kahvene mutlaka süt koymalısın. Tom daha bugün mandıradan aldı. Böyle sütü şehirde bulamazsın, canım.” Qwilleran kahvesini sade tercih ederdi ama sütü kabul etti. Tarçınlı çöreğini ısırırken gözleri camlı kapılara takıldı. Bahçıvan tırmığına dayanmış, dikkatle odanın içine bakıyordu. “Öğlen yemeğine kalıyorsun, itiraz istemem” dedi Fanny Teyze, sallanan iskemlenin derinliklerinden.

Ufak tefek bedeni bambu iskemlenin içinde kaybolmuştu. “Tom kasaba gidip biftek alacak. Kalçadan mı yoksa göğüsten mi istersin? Mükemmel bir kasabımız var. Ayrıca ekşi kremalı, fırında patates de seversin değil mi?” “Yo! Yo! Teşekkür ederim Francesca ama otomobilde iki sinirli kedim var ve onları mümkün olduğunca çabuk kulübeye götürmek istiyorum. Teklifin için çok teşekkür ederim ama belki bir dahaki sefere.” “Belki de domuz pirzolasını tercih edersin” diye devam etti Fanny Teyze. “Sana büyük bir salata yaparım ha? Hangi sostan istersin? Tatlı olarak reçelli krepimiz var, üniversitedeyken beni ziyarete gelen beyefendiler için hep reçelli krep yapardım.” Qwilleran kendi kendine, sağır mı acaba? diye düşündü. Belki de dinleme zahmetine girmiyordun İşin sırrı dikkatini çekmekte diye düşündü ve “Fanny Teyze!” diye bağırdı. Kadın adının söylenmesinden ve Qwilleran’ın sesinin tonundan etkilenmiş görünüyordu. “Efendim canım?” “Yerleştikten sonra” dedi normal sesine dönerek, “geri gelip sende öğlen yemeği yerim ya da sen otomobille göle gelirsin ve birlikte akşam yemeğine gideriz. Gelebileceğin bir araç var mı?” “Evet, tabii ki! Tom beni getirebilir. Birkaç yıl önce küçük bir kazadan sonra ehliyetimi kaybettim. Polis şefi çok sevimsiz bir adamdı ama artık ondan kurtulduk. Yerine çok kibar bir bey geldi.

Hatta küçük kızına benim adımı…” “Fanny Teyze!” “Evet canım?” “Kulübeye nasıl gideceğimi söyleyecek misin?” “Tabii. Çok kolay. Kuzeye göle doğru git ve sola dön. Taş baca kalıntılarını bul, bunlar eski bir okul binasından geriye kalanlardır. Sonra bir direğin üstünde K harfini göreceksin. Çakıl yola dön ve yolu orman boyunca takip et. Orası, bütün benim arazim. Yaban kirazları ve tatlı erikler tomurcuklanmıştır şimdi. Geyikli Kasaba’ysa yalnızca dört buçuk kilometre uzağında. Restoranlar ve alışveriş için kasabaya inebilirsin. Oldukça güzel bir posta müdireleri var ama aklına kötü bir şey getirmeyesin sakın! Evli…” “Fanny Teyze!” “Efendim canım?” “Anahtara ihtiyacım olacak mı?” “Tanrım, hayır! Oranın anahtarını hiçbir zaman görmedim. Orası yalnızca iki odalı eski bir kulübe ama rahat edersin. Yazı yazmak için sessiz sakin bir yer. Benim için biraz fazla sakindi. Biliyorsun New Jersey’de kulüp işinde çalışıyordum ve çevrem her zaman insan doluydu.

Bir kitap yazmana çok sevindim canım. Adı ne olacak? Sevgili annen seninle o kadar gurur duyardı ki.” Qwilleran yol yorgunuydu ve bir an önce kalacağı yere gitmek istiyordu. Fanny Teyze’nin bu insanın içini bayan konukseverliğinden kurtulmak için bütün kandırma yeteneğini kullandı. O evden ayrılırken bahçıvan da ön taraftaki merdivenlerin çevresindeki lalelerle ilgileniyordu. Adanı dik dik baktı, Qwilleran da ona yapmacık bir selam verdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir