Lilian Jackson Braun – Kanape Atistiran Kedi

Jim Qwilleran, fırça bıyığının aşağı bükülü durmasından da anlaşılacağı üzere biraz canı sıkkın ve keyifsiz hazırlamıştı bekâr kahvaltısını. Neskafesini sıcak musluğundan doldurduğu suyla yaptı; koca koca kahverengi taneler su yüzeyinde döndü durdu. İçindeki kırıntılar artık küf kokusu saçmaya başlamış bir teneke kutudan biraz kurabiye çıkardı. Sonra pencerenin yanındaki masaya bir kâğıt havlu yaydı. Havadaki pustan süzülüp gelen kent güneşi, mobilyasız dairenin kasvetini daha da ortaya çıkarıyordu. Tatsız tuzsuz kahvaltısını eden Qwilleran, başındaki dört sorunu gözden geçirdi: Şu anda kadınsızdı. Tahliye ihtarnamesi almıştı ve üç haftaya kadar evsiz kalacaktı. Güveler ensesindeki faaliyeti aynı hızla sürdürürse, kravatsız kalacaktı. Ve bugün genel yayın yönetmenine yanlış bir laf edecek olursa, pekâlâ işsiz de kalabilirdi. Hiç keyif verici görünmüyordu ilerisi. Neyse ki arkadaşsız değildi. Kahvaltı masasının üzerinde -kocaman bir sözlük, bir yığın kitap, içinde tek bir pipo duran pipoluk ve bir teneke tütünün yanında- bir de Siyam kedisi duruyordu. Arkadaşının kulaklarının arkasını kaşıyarak, “Eminim üst katta otururken kahvaltı masasına çıkmana izin verilmiyordu” dedi. İsmi Koko olan kedi, gururla başını havaya kaldırdı, bıyıklarını yukarı dikti ve “YOOO!” dedi. Üst kattaki adamın başına gelen talihsizlikten bu yana altı aydır gazeteciyle birlikte yaşıyordu kedi.


Qwilleran onu iyi besliyor, sohbetlerine katılıyor ve oyunlar icat ediyordu – kedinin olağandışı zekâsını uyaran alışılmadık eğlencelerdi bunlar. Her sabah, kahvaltı masasında küçük bir köşeye yerleşirdi Koko; kahverengi ayaklarıyla kuyruğunu beyaz göğüslü sütlü kahve gövdesinin altında özenle toparlar, heykel gibi dimdik otururdu. Hafif güneş ışığı vurunca masmavi olurdu çekik gözleri; pencerenin tümünü kaplamaya başlamış örümcek ağı kadar yumuşak ipeksi kürkü ise gökkuşağı renklerinde yanar döner parıltılar saçardı. “Senin güzelliğin yanında bu daire bir çöplüğe benziyor” dedi Qwilleran. Koko gözlerini kısıp hızlı hızlı solumaya başladı. Nefes alıp verdikçe burnu siyah kadifeden siyah satene, sonra yine kadifeye dönüyordu. Tekrar derin düşüncelere daldı Qwilleran, elindeki kaşığı bıyığına doğru götürdü boş boş. Bugün genel yayın yönetmeninin karşısına çıkıp kendisine başka bir iş verilmesini isteyeceğine dair ant içmişti. Riskli bir davranıştı elbette. Daily Fluxion katı ilkeleri olan bir işletme olarak nam salmıştı. Percy durmadan ekip çalışmasından, ekip ruhundan, ekip disiplininden dem vuruyordu. Omuz omza götüreceğiz bu işi, birimiz hepimiz için: Nedenini, niçinini sormak yok. Hep birlikte asılacağız işe, bütün gücümüzle, ucunu bırakmak yok. Ne mutlu bize, ne mutlu! “Şöyle bir şey” dedi kediye Qwilleran, “Percy’nin odasına girip dosdoğru başka bir iş isteyecek olursam, kendimi sokakta: bulabilirim. Huyu böyle herifin.

İşsiz kalmayı da göze alamam şu sıralar. Önce biraz nakit biriktirmem lazım.” Koko, her kelimeyi dikkatle dinliyordu. “En kötü ihtimalle Morning Rampage’a girebilirim tabii, ama o kokuşmuş gazetede çalışmayı hiç istemiyorum doğrusu.” Koko’nun gözlerinde anlayış vardı; iri iri açıp “Mouuv” dedi yumuşak bir sesle. “Percy’yle içimden geldiği gibi konuşabilsem keşke ama onunla açıkça konuşmak mümkün değil. Bilgisayar gibi programlanmış herif. Sıcacık gülümsüyor, kuvvetle elini sıkıyor, iltifatlarıyla gönlünü okşuyor. Sonra asansörde karşılaşıyorsun, tanımıyor seni adam. Çünkü o günkü programında yoksun.” Koko rahatsız bir biçimde duruşunu değiştirdi. “Yayın yönetmenine bile benzemiyor hatta. Reklamcılar gibi giyiniyor. Kendimi çok döküntü hissediyorum onun yanında.” Qwilleran eliyle ensesini yokladı.

“Galiba berbere gitsem iyi olacak.” Koko’nun gırtlağından bir gurultu yükseldi; işareti almıştı Qwilleran. “Tamam, tamam” dedi, “oynayacağız. Ama sadece birkaç el. İşe gitmem lazım.” Çaputa dönmüş koca sözlüğü açtı ve kelime oyununa başladılar Koko’yla birlikte. Kedi pençelerini sayfalara daldırıyor, Qwilleran da onun gösterdiği sayfayı açıp anahtar kelimeleri okuyordu – yani sütunların tepesinde, koyu yazılmış olan iki kelimeyi. Koko sayfayı sağ pençesiyle göstermişse sağdaki sayfanın başlığını okurdu, ama genellikle sol taraftaki sayfayı gösteriyordu Koko. Solaktı anlaşılan. “Dekorasyon ve delegasyon” diye okudu Qwilleran. “Bunlar kolay. Bana iki puan… Haydi bakalım, bir daha.” Koko, kahverengi kulaklarını dikip pençeleriyle daldı sözlüğe. “Diyabaz ve diyetetik. Seni tüylü şeytan, seni! Faka bastırdın beni!” Qwilleran her ikisinin de tanımını okudu ve kediye iki puan yazdı.

Kesin skor, Qwilleran 7, Koko 5’ti. Sonra kedinin kahvaltısını hazırlayıp -ince ince doğranıp mantar konservesinin suyuyla biraz ısıtılmış taze dana eti- duşa girdi ve giyindi. Ama kedi yemeğiyle hiç ilgilenmemişti. Berrak Siyam sesiyle durmadan mırıldanıp adamın etrafında dolaşıyor, dikkat çekmeye çalışıyordu. Banyo havlusuna sürtündü, komodinin çekmeceleri açıldıkça içlerine zıpladı. “Hangi kravatımı takayım?” diye sordu Qwilleran. Zaten üç beş kravatı vardı ve çoğu da kırmızı ağırlıklı, ekose desenliydi. Kapı tokmaklarına ve sandalye arkalarına asılı olarak evin her tarafına yayılmıştı kravatlar. “Belki şöyle cenazeye gider gibi giyinsem daha iyi bir etki bırakırım Percy’de. Hepimiz konformist olduk çıktık. Siz kediler, hâlâ bağımsızlığını koruyan yegâne canlı türüsünüz.” Koko göz kırparak cevap verdi bu iltifata. Yer lambasının koluna asılı duran mavi yün kumaştan ince bir kravata uzandı Qwilleran. “Allah kahretsin bu güveleri!” dedi. “Bunun da ağzına sıçmışlar.

” Koko, hafif bir çığlıkla paylaştı onun duygularını ve Qwilleran, kravatın yenik ucunu inceleyip yine de onu takmaya karar verdi. “Bir işe yaramak istiyorsan” dedi kediye, “örümcek ağlarıyla oynayacağına şu güvelerin işini bitirsene.” Qwilleran’la yaşamaya başlayalı beri garip bir huy edinmişti Koko. Bu rutubet kokulu eski bina örümcek doluydu ve onlar bir yandan ağ örüyor, Koko da aynı hızla yutuveriyordu ağlarını. Qwilleran, mavi kravatının güve yeniği ucunu gömleğinin içine sokup öne eğilmiş bir buldog biçimli piposunu cebine attı. Koko’nun başını üstünkörü okşayıp veda ederek çıktı Blenheim Place’teki apartmandan. Sonunda Daily Fluxion binasına girdiğinde saçı kesilmiş, bıyığı hafif düzeltilmişti ve ayakkabılarının cilası da siyah mermer duvarlara meydan okuyordu. Mermerde profilden yansımasını gören Qwilleran, karnını içeri çekti hemen; hafif dışbükey olmaya başlamıştı da artık. Bakışlar üstüne çevrildi hemen. Yedi ay önce Fluxion’a geldiğinden beridir -haşmetli bıyığı, seyre değer piposu ve açıklığa kavuşturulamamış geçmişiyle- merak konusuydu Qwilleran. New York ve Chicago’da polis muhabiri olarak nam saldığını herkes biliyordu. Ama sonra birkaç yıl ortadan kaybolmuştu ve şimdi de bir Ortabatı gazetesindeki masasına oturmuş sessiz sedasız çalışıyor, sanatın her dalında yazılar yazıyordu! Asansör kapısı açıldı. Görevlerine ya da kahve molasına çıkan Kadın Sayfası muhabirlerine yol vermek için kenara çekildi Qwilleran. Yanından geçerlerken hepsini tek tek süzdü. Bir tanesi çok yaşlıydı.

Bir tanesi çok hanım hanımcıktı. Moda yazan çok ürkütücüydü. Sosyete haberlerini yazanıysa evli. Evli olanı yapmacık bir öfkeyle yanına yaklaştı. “Seni şanslı köpek!” dedi. “Bazı insanlar hep dört ayağının üstüne düşüyor işte. Nefret ediyorum senden!” Qwilleran fırtına hızıyla lobiyi kat eden kadının arkasından bakakaldı ve tam otomatik kapı kapanırken atladı asansöre. “Bu da ne demekti” diye bir şeyler geveledi. Bir yolcu daha vardı asansörde, Reklam Servisi’nde çalışan sarışın bir kız. “Ben de yeni duydum” dedi. “Tebrikler!” Sonra ilk katta indi asansörden. Qwilleran, sıra sıra yeşil metal sandalyeler, yeşil daktilolar ve yeşil telefonların doldurduğu Kültür-Sanat Servisi’ne girerken, ucu yenik kravatının altı büyük umutlarla kabarıyordu. Arch Riker başıyla işaret etti ona. “Sen biraz oyalan” dedi Kültür-Sanat editörü. “Percy on buçukta toplantıya bekliyor.

İsmindeki o acayip w hakkında konuşacak herhalde. Gördün mü sabah baskısını?” Gazeteyi masasının üstüne yayıp manşete işaret etti: Qween Elizabeth Transatlantiği Qwebec Limanında. “Gazete bayilere gidene kadar kimse fark etmemiş tashihleri” dedi Riker. “Buradaki herkesin kafasını karıştırdın.” “Şerefli bir İskoç ismidir bu” diye savunmaya geçti Qwilleran. Sonra Riker’ın masasına yaslanıp devam etti: “Bu sabah bazı garip titreşimler almaya başladım. Percy bana yeni bir iş verecek galiba.” “Ben bir şey bilmiyorum.” “Altı aydır gazetecilik şerefim beş paralık oldu burada. Polis muhabirinden Kültür-Sanat yazarı mı olurmuş?” “Madem beğenmedin, kabul etmeseydin işi.” “Paraya ihtiyacım vardı. Sen bunu biliyorsun. Hem Haber Servisi’nde yer açılır açılmaz oraya geçeceğim söylendi bana.” “İyi şanslar” dedi Riker alçak perdeden. “Bir şeyler patlayacak gibi geliyor bana.

Ve bu her neyse senle benden başka herkesin haberi var.” Kültür-Sanat editörü koltuğunda geriye yaslanıp kollarını kavuşturdu. “İletişim endüstrisinde kuraldır bu” dedi. “Bir işle en yakından ilgisi olan kişi, onu en son öğrenir.” Haber Servisi’nden gelen işaretle birlikte Riker ve Qwilleran, genel yayın yönetmeninin odasına girip “Günaydın, Harold” dediler. Patrona yalnızca gıyabında Percy denirdi. Reklam müdürü oradaydı, gömleğinin manşetlerini silkeliyordu eliyle. Fotoğraf servisi şefi oradaydı, canı sıkkın görünüyordu. Kadın sayfası editörü oradaydı, zebra kürkünden yapılma cüretkâr bir şapka giymişti ve uzun uzun samimi bir bakış atarak utandırdı Qwilieran’ı. Fran Unger’ın şerbet kıvamındaki cazibesi güvensizlik yaratıyordu onda. Kadın yöneticilere kuşkuyla bakardı. Bir zamanlar onlardan biriyle evliydi. Biri kapıyı kapattı ve yayın yönetmeni koltuğuyla birlikte dönüp Qwilleran’la yüz yüze geldi. “Qwill, senden özür dilemem gerekiyor” dedi. “Seninle on gün öncesinden konuşmalıydım bunu.

Söylentiler gelmiştir herhalde kulağına ve bir tek seni haberdar etmememiz haksızlık oldu aslında. Özür dilerim. Bir süredir belediye başkanının şiddet olaylarıyla ilgili olarak kurduğu Yurttaşlar Komitesi’yle uğraşıyordum, haddi zatında bu mazeret değil tabii. Fena adam değil bu yahu, diye düşündü Qwilleran. Bir yandan da heyecanla kımıldanıp duruyordu sandalyesinde. “İyi bir fırsat çıkınca sana başka bir iş ayarlayacağımıza söz vermiştik” diye devam etti yayın yönetmeni. “Ve işte şimdi -tam sana göre bir iş var! Bütün basın sektörü için önem taşıyan bir projeye giriyoruz. Haddi zatında bunun Daily Fluxion için de büyük bir maden olduğunu eklemeliyim.” Patrona niye herkesin Percy dediğini anlamaya başlıyordu Qwilleran. Yayın yönetmeni söze devam etti: “Ülke çapında, normal olarak dergilere verilen reklamların, büyük şehirlerde gazetelere aktarılmasıyla ilgili bir proje için pilot bölge olarak seçildi bu kent.” Reklam müdürü lafa girdi. “Eğer proje tutarsa sayfa sayımız iki katına çıkıyor. Sırf bir yıllık deneme süresinde gelirimiz bir milyon dolara çıkacak.” “Morning Rampage da bu işe giriyor tabii” dedi yayın yönetmeni, “ama yeni matbaa makinelerimiz ve renkli baskı tekniklerimizle biz onlardan önde olacağız.” Qwilleran heyecanla bıyığını okşadı.

“Senin görevin Qwill, elli iki hafta boyunca özel bir pazar eki çıkarmak olacak – bol renkli, magazin dergisi formatında!” Qwilleran’ın kafasında bir sürü olasılık birbiriyle yarışıp duruyordu. Büyük duruşmalar, seçim kampanyaları, politik skandallar, spor müsabakaları, hatta yurtdışı görevler geçti gözünün önünden. Boğazını temizleyip sordu: “Bu yeni dergi… çok çeşitli konuları kapsayacak herhalde, değil mi?” “Yaklaşımı itibariyle genel” dedi Percy, “ama içeriği belli bir konuya yönelik, iç dekorasyonla ilgili haftalık bir dergi çıkarmanı istiyoruz senden.” “Neyle ilgili?” Farkında olmadan bağırmıştı Qwilleran. “İç dekorasyonla. Bu deneme, ev-dekorasyon eşyaları imalatçıları tarafından yaptırılıyor.” “İç dekorasyon!” Bıyık diplerinin buz tuttuğunu hissetti Qwilleran. “Bu işi bir kadın daha iyi yapmaz mıydı?” Fran Unger tatlı tatlı konuşmaya başladı. “Kadın Sayfası öyle çok istedi ki bu işi Qwill ama Harold, günümüzde artık çok sayıda erkeğin evle ilgili olduğunu düşünüyor. Güzide Meskenler dergisi yalnızca kadınlara yönelik olmasın, genel bir okur kitlesini çeksin istiyor.” Bir şeyler takıldı Qwilleran’ın boğazına, sanki bıyığını yutmuş gibiydi. “Güzide Meskenler! Bu şeyin ismi böyle mi olacak?” Başıyla doğruladı Percy. “Doğru mesajı iletiyor bence; Güzel, sıcak, zevkli bir yaşama ortamı! Lüks evler, yüksek kiralı daireler, statü simgesi konutlar ve En Üstteki Yüzde On ile bu yüzdeyi oluşturanların nasıl yaşadığı hakkında yazılar hazırlayabilirsin.” Qwilleran’ın parmaklan güve yeniği kravatında geziniyordu şimdi. Kadın sayfasının yönetmeni, “Seveceksin bu işi, Qwill” diye güvence verdi ona.

“Dekoratörlerle çalışacaksın ve hepsi de çok hoş insanlardır.” Qwilleran, samimi bir biçimde yayın yönetmenine doğru eğildi. “Harold, beni bu işe istediğinden emin misin sen? Geçmişte yaptığım işleri biliyorsun! Dekorasyonun D’sinden anlamam ki ben.” “Sanatın S’sinden anlamazken olağanüstü sanat yazıları hazırlamıştın ama” dedi Percy. “Bizim işte uzmanlık dezavantajı da olabilir. Bu yeni iş için yaratıcı ve becerikli, kaşarlanmış bir gazeteci olmak gerekiyor sadece, hepsi bu. İşin başında zorlanacak olursan Fran seve seve yardım edecektir eminim.” Qwilleran sandalyesinde kıvrandı durdu. “Elbette” dedi kadın sayfası yöneticisi. “Birlikte çalışırız Qwill, ben seni yönlendiririm.” Qwilleran’ın gitgide solan benzini görmezden gelerek sürdürdü: “Mesela Sorbonne Stüdyosu’ndan başlayabilirsin işe; sosyeteye mal satıyorlar. Sonra Lyke ve Starkweathervan şehrimizin en büyük dekorasyon firması. David Lyke olağanüstü sevimli bir adamdır!” Bu son sözü söylerken neredeyse bayılacak gibi görünüyordu kadın. Huysuz huysuz “Eminim öyledir” diye homurdandı Qwilleran. “Bir de Bayan Middy vardır, çok şirin Erken Dönem Amerikan tarzı çalışır.

Bir de şu yeni açılan stüdyo var… TAS-5AK. Uzmanlık alanı Tasarlanmış Sakalet.” Sonra sözleriyle projeye yeni bir ışık tuttu Percy. “Bu görev daha fazla sorumluluk içeriyor” dedi Qwilleran’a. “Haliyle maaşın da yeniden ayarlanacak. Bir kere yazarlıktan editörlüğe terfi ediyorsun.” Qwilleran çarçabuk bir hesap yaptı kafasında ve şöyle insan haysiyetine yakışır bir yerin kirası ile eskiden kalma bazı borçları ödemeye yetecek bir rakam buldu. Bıyığını sıvazladı. “Bir deneyeyim bari” dedi. “Ne zaman başlamamı istiyorsun?” “Dün! Duyduğumuza göre Morning Rampage Ekim ayında, bizden önce çıkarıyormuş ekini. Onları yakalamak zorundayız.” Şimdi tutuşmuştu işte korlar. Rekabette öne geçme düşüncesi, Qwilleran’ın damarlarında akan mürekkebi kaynattı. Güzide Meskenler karşısında kapıldığı o dehşetin yerini ani bir sahiplenme duygusu aldı. Nitekim Fran Unger samimi bir gülümsemeyle ona dönüp “Birlikte çok iyi iş çıkartacağız.

Qwill” dediğinde, “Bak Bacım, benim dergimden uzak dur” dememek için zor tuttu kendini. Aynı gün öğle yemeği saatinde Qwilleran, dışarı çıkıp maaş artışını kutladı. Koko’ya pavurya konservesi, kendine de yeni bir kravat aldı – yünlü kırmızı ekoseden. 2 İki takım elbisesinden daha güzel olanını giyip yeni kravatını takan Qwilleran, bir dekorasyon atölyesine yapacağı ilk ziyarete hazırlanırken biraz vesvese içindeydi doğrusu; kendini son derece değerli ve öyle herkesin vâkıf olamayacağı bir şeylere hazırlayarak metin olmaya çalışıyordu. Lyke ve Starkweather adlı firma, tümüyle bir alışveriş merkezi olarak ayrılmış, belli alanlarda uzmanlaşan dükkânlarla sanat galerileri ve çay salonlarıyla çevrili bir bölgedeydi. Dükkânın girişi çok etkileyiciydi: Egzotik bir havada, damarlı damarlı cilalanmış ahşaptan, çift kanatlı koca bir kapı ve üstünde beyzbol sopası büyüklüğünde gümüş tokmaklar. İçerideyse çeşitli oda dekorları içinde mobilyalar sergileniyordu ve odalardan birinin kravatına uygun kırmızı ekose duvar kağıdıyla kaplanmış olması pek hoşuna gitti Qwilleran’ın. Kurt yeniği ahşaptan yapılı şöminenin üstüne bir çift geyik boynuzu asılmıştı ve emekliye ayrılmış futbol topunun meşini gibi görünen, gerilmiş domuz derisiyle kaplı bir kanepe duruyordu bir kenarda. Narin yapılı genç bir adam yaklaştı yanına. Gazeteci, Bayi Lyke ya da Bay Starkweather’i görmek istediğini söyledi. Pek hayra alamet gözükmeyen bir gecikmenin ardından, dükkânın dip tarafındaki Uzakdoğu paravanının arkasından gri saçlı bir adam çıktı. Silik bir görünümü ve silik bir hali vardı adamın. “Eğer basındansanız, görüşmeniz gereken kişi Bay Lyke’tir “dedi Qwilleran’a, “ama şu anda bir müşteriyle ilgileniyor. Beklerken etrafa bakmak ister miydiniz?” “Siz Bay Starkweather mısınız?” diye sordu Qwilleran. “Evet, ama sizin Bay Lyke’la konuşmanız gerekliydi çünkü o…” Qwilleran, geyik boynuzlarına doğru ilerleyerek “Beklerken, sergilediğiniz şeyler hakkında bilgi verirseniz memnun olurum” dedi.

Kollarını iki yana açan Starkweather, “Söyleyecek pek bir şey yok” diye cevapladı. “En çok ne satılıyor bu aralar?” “Hemen hemen her şey.” “Revaçta olan belli bir renk var mı?” “Hayır. Hepsi de revaçta.” “Şurada modern bir şeyler var galiba.” “Her şeyden biraz bulundururuz.” Qwilleran’ın röportaj tekniği işe yaramamıştı. “Şunun adı ne?” diye sordu yüksek bir sekreter masasını işaret ederek. Yuvarlak bir kaide üzerindeki masaya kakma tekniğiyle egzotik kuşlar ve çiçekler işlenmişti. “Masa” dedi Starkweather. Sonra, donuk yüzünde bir ifade belirir gibi oldu. “Bay Lyke da geldi işte.” Uzakdoğu paravanının ardından, otuzlarının başlarında, iyi görünümlü bir adam çıkageldi. Çok şık bir şapka giymiş orta yaşlı bir kadının omzuna atmıştı kolunu; kadın pırıl pırıl gülümsüyordu, keyfine diyecek yoktu. Derinden gelen, küstahça bir sesle bir şeyler anlatıyordu Lyke.

“Simon hayatım, eve gidip o üç buçuk metrelik kanepeyi satın almak zorunda olduğunuzu anlatıyorsun senin ihtiyara. Aldığı son otomobilden bir kuruş fazlasına mal olmayacaktır ona. Ve sakın unutma tatlım, bir dahaki sefere, o muhteşem çikolatalı pastadan yaptığında beni de yemeğe davet ediyorsun. Ahçıya yaptırayım deme. Kendi ellerinle yapmanı istiyorum… David’in için.” Konuşurken bir yandan da kadını ön kapıya sürüklüyordu David Lyke; kapıda durup şakağından öptü onu. Sonra çok iyi zamanlanmış bir “Güle güle” çıktı ağzından; anlamlı, ama biraz sündürülmüş bir vedaydı bu. Qwilleran’a doğru döndüğünde yeni bir yüz takmış, baygın ifadenin yerini kendinden fazlasıyla emin bir işadamı suratı almıştı; ama gözlerini değiştiremezdi ki. Şişkin kapaklı, uzun kirpikli gözleri aralıksız bir tefekkür halindeydi. Saçlarıysa hepsinden daha çok dikkat çekiyor, güneş yanığı körpe teniyle kar beyazı saçlar müthiş havalı duruyordu. Samimi bir biçimde elini uzatıp mutlu mutlu guruldadı. “Ben David Lyke.” Gözleri ancak bir saniyeliğine aşağı yöneldi, ama Qwilleran, ekose kravatını ve klapa genişliğini değerlendirdiğini anlamıştı. “Gelin ofisimde görüşelim.” Onun peşinden, duvarları koyu griye boyanmış biri odaya girdi gazeteci.

Cilalı abanoz yer döşemesine leopar de senli bir halı yayılmıştı. Şezlong tipi sandalyeler köşeli ve ağır ve erkeksi görünüyordu; dokusu patlamış mısırı andıran bir kumaşla kaplanmışlardı. Arka duvarda bir nü asılıydı; teni, çeliği andıran mavi-gri tonlarında parlıyordu kadının. Qwilleran takdirle başını sallamakta olduğunu neden sonra fark etti. “Güzel bir ofis” dedi. “Beğendiğinize memnun oldum” diye yanıtladı dekaratör. “Grinin fazla uygar kaçtığını düşünmüyor musunuz? tona ‘haşhaş tohumu’ diyorum ben. Sandalyeler de ‘kuru incir tonundadır. ‘Bebek maması beji’ ile ‘ana sütü beyazı’ndan gına geldi artık bana.” Sonra bir sürahiye uzandı. “Biraz konyak alır mısınız?” Qwilleran geri çevirdi. Piposunu tüttürmeyi tercih edeceğini söyledi. Sonra vazifesine başladı; Lyke da davudi sesiyle konuşmaya: “Bence Güzide Meskenler koymamalıydınız derginin adını. Benim gözümün önünde erguvani eldivenler ve peşmelba canlanıyor.” “Siz ne tür dekorasyon işleri yapıyorsunuz?” diye sordu gazeteci.

“Her türlü. İnsanlar eğer İspanyol fatihleri ya da İngiliz baronları ya da Fransız kralları gibi yaşamak istiyorlarsa, karşı çıkmıyoruz.” “Fotoğrafını çekmemiz için güzel bir ev bulabilirseniz, ilk sayının kapağına koyarız resmini.” “Biz tanıtımı severiz” dedi dekoratör, “ama müşterilerimiz nasıl karşılar bilemiyorum. Bu işleri bilirsiniz; Washington’daki çocuklar, bir vergi mükellefinin banyosuna duvardan duvara halı döşettiğini öğrenirlerse son üç yılda ödediği vergileri incelemeye alırlar hemen.” O sırada bir kartoteksi karıştırıyordu. “Şampanya ve kızılcık tonlarında yaptığımız harika bir George dönemi Koloniyal iş var ama lambalar gelmemişti daha… İşte bu da Benedikten ve mürdüm renkleriyle yapılmış bir Edward konağı, ama bunun da perdeleri gecikti; kumaş imalatçısı o deseni yapmıyormuş artık.” “Fotoğrafçı, eksik pencere örtülerini göstermeyecek bir açıdan çekim yapabilir belki.” Lyke şaşırmıştı, ama hemen toparlanıp kafasını salladı. “Yo, olmaz. Pencereleri de almanız gerekir.” Kartoteksi karıştırmayı sürdürdü ve birden bir kart çıkardı. “Bakın işte bu evin resmini basmanızı isterim! G. Verning Tait’i tanıyor musunuz? Evini Fransız Ampir tarzında yaptım, yeşim koleksiyonu için gömme vitrinler koydum salona.” “Kim bu Tart?” diye sordu Qwilleran.

“Ben şehre yeni geldim de.” “Tait’leri bilmiyor musunuz? Bungun Bataklık’ın oradaki şato taklidi evlerde yaşayan köklü ailelerden biridir. Bungun Bataklık’ı bilirsiniz mutlaka, çok mutena bir semttir.” Bu sefer esef dolu bir yüz takmıştı dekoratör. “Maalesef soyağacı en derinlere kök salmış olan aileler, faturalarını en geç ödeyenler oluyor.” “Bu Tait’ler sosyetede çok görünürler mi?” “Eskiden öyleydiler ama şimdi sakin bir hayatları var. Bungun Bataklıkta söylendiğine göre Bayan Tait’in sıhhati bozukmuş.” “Fotoğraf çekmemize izin verirler mi sizce?” “Köklü bir serveti olan insanlar, gayri menkul tanıtımından kaçınır her zaman” dedi Lyke, “ama ben bunları ikna edebilirim belki.” Başka olasılıklar üzerinde de tartışıldı, ama sonunda hem dekoratör hem gazeteci, Tait malikânesinin bu iş için biçilmiş kaftan olacağını kabul ettiler: Muteber bir ad, görkemli dekorasyon, parlak renkler ve bir de yeşim koleksiyonu cabası. “Üstelik” dedi Lyke kibirli bir gülüşle, “Sorbonne Stüdyosu’nun elinden kapmayı başardığım tek iş bu. Tait malikânesini Güzide Meskenlerin kapağında görürsem yağlarım eriyecek.” “Eğer ayarlayabilirseniz, derhal arayın beni” dedi Qwilleran. “İlk sayı için zamana karşı yarışıyoruz. Size ev telefonumu da vereyim.” Daily Fluxion kartına numarasını yazıp gitmek üzere kalktı.

David Lyke, içten ve yürekten sıktı elini. “Derginiz hayırlı olsun. Bir de baba nasihati verebilir miyim size?” Qwilleran, küçüğü olan bu adamı pis pis süzdü. “Sakın” dedi Lyke ciddiyet talep eden bir gülümsemeyle “sakın perdeye pencere örtüsü demeyin bir daha.” Gazeteye dönünce Qwilleran, bu yeni işin karması ayrıntıları üzerine kara kara düşünmeye başladı. Basın Kulübü’nün tanıdık kasvetinde öğle yemeği yemeyi düşündüğündeyse ferahlık doldu kalbine: kulübün duvarları ‘sığır filetosu tonundaydı, Az Pişmiş. Fran Unger’ı aramasını bildiren bir not bulmuştu masasında. İstemeye istemeye kadının numarasını çevirdi. “Projemiz üzerinde çalışıyordum da” diyordu kadın sayfasının editörü, “sana birkaç tüyo vereyim dedim. Kâğıdın kalemin hazır mı?… Şimdi önce, Yunan Canlandırmacı tarzında bir çiftlik evi var, bir Japon çayhanesine dönüştürülmüş. Bir de bir apartmanın çatı katı… duvarlarıyla tavanı halı kaplı, yerler cam, camın altıysa akvaryum. Sahi, her tarafı siyahın üç tonunda boyanmış müthiş bir yatak odası biliyorum, bir tek yatak hariç – o, pirinçten… ilk sayıyı doldurmaya yeter bunlar!” Qwilleran bıyıklarının diken diken olduğunu hissetti. Koca bir yalan olduğunu bile bile, “Sağolasın, ama ben ilk sayıyı dolduracak malzemeyi buldum” dedi. “Sahi mi? Başlangıç için çok hızlısın doğrusu. Neler buldun?” Varla yok arası bir sesle, “Uzun, ayrıntılı bir hikâye” diye yanıtladı Qwilleran.

“Ah, çok merak ettim, anlatmanı istiyorum. Öğleyin Basın Kulübü’ne mi gidiyorsun?” “Hayır” dedi tereddütle. “Aslında ben, öğle yemeğini… bir dekoratörle yiyeceğim… özel bir kulüpte.” Fran Unger iyi gazeteciydi, öyle kolay pes etmezdi. “Öyleyse beş buçukta Basın Kulübü’nde buluşup birer içki içelim mi?” En nazik sesiyle cevap verdi Qwilleran. “Kusura bakma, ama bu akşam erkenden şehirde olmam lazım, yemeğe randevum var da.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir