Karım ve Burnum Aynanın önünde alışılmadık biçimde duraksamış olduğumu gören .karım, “Ne yapıyorsun?” diye sordu. “Hiç,” dedim, “şurama bakıyorum, burnumun içine, şu burun deliğime. Dokununca biraz canım yanıyor.” Kanın gülümseyip, ..Burnunun hangi yöne doğru yamuk olduğuna bakıyorsun sanmıştım,” dedi. Kuyruğuna basılmış bir köpek gibi hışımla dönüverdim. “Yamuk mu dedin? Bana mı? Benim burnuma mı?” Karımsa sakin bir ses tonuyla, “Ama evet, hayatım. İyice bir baksana şuna: Sağa doğru yamuk işte,” diye karşılık verdi. Yirmi sekiz yaşındaydım ve o ana dek, beni ben yapan diğer her parçam gibi burnumu da, güzel olduğunu tam olarak söyleye-mesem bile, en azından hayli kabul edilir bulmuştum doğrusu. Bu nedenle, biçimsiz bir vücuda sahip olma bedbahtlığını yaşamamış herkesin genellikle kabul ettiği ve savunduğu şu düşünceyi kabul etmek ve savunmak, benim için de gayet kolay olmuştu: Dış görünüş nedeniyle böbürlenmek budalalara mahsus bir davranışür. Bu yüzden olsa gerek, bendeki bir kusurun bu ani ve beklenmedik keşfi, hak etmediğim bir cezaya mahkûm olmuşçasına öfkelendirmişti beni. ise sergilediğim öfkenin daha derin bir çözümlemesini yapabilmiş olacak ki vak.it kaybeoneden, her yönden kusursuz olduğum görüşündeysem, bunu hemen aklımdan çıkarmam gerektiğini, burnumun böyle sağa doğru yamuk olması gibi daha başka ne… “Başka ne?” Efendim kaşlarım, gözlerimin üzerinde iki uzatma işareti ‘ * gibi duruyorlarmış, biri diğerinden daha kepçe olan kulaklarım da başımın iki yanına kötü yapıştırılmış gibilermiş ve daha başka ne kusurlar… “Dahası da mı var?” Ah olmaz olur mu, dahası da var: Ellerimin kusuru serçe parmaklarımmış; bacaklarımınki ise (yok hayır, çarpık değiller!), sağ bacağımın dizimin hizasında diğerine göre biraz daha -çok değil, azıcık- kavisli oluşu. Dikkatli bir incelemenin ardından, tüm bu kusurların doğruluğunu kabul etmek zorunda kalmıştım. Karım ilk andaki öfkem geçer geçmez içimi saran şaşkınlığı, acı ve hayal kırıklığı ile karıştırmış olacak ki beni teselli etmek için fazla üzülmemem gerektiğini çünkü tüm kusurlarıma rağmen yakışıklılığımdan bir şey kaybetmediğimi söylemişti. Hak ettiği bir övgünün önce kendisinden esirgendiğini, ardından kendiane cömert bir armağan gibi sunulduğunu görüp de sinirlenmeyecek biri var mıdır, bilemiyorum. Dudaklarımın arasından hınç dolu bir “Teşekkür ederim” süzüldü; ortada ne üzülmem ne de övünmem için herhangi bir neden bulunmadığından emin bir tavırla, bu ufak kusurlara herhangi bir önem atfeonedim; gel gelelim uzun yıllar burnumu hiç değiştirmeden, hep aynı burunla ve aynı kaşlar, aynı eller, aynı bacaklarla yaşayıp da hepsinin kusurlu olduğunu ancak evlendikten sonra fark edebilmem devasa ve olağanüstü bir önem raşıyordu. “Aman nasıl da şaşırdım! Kadın milletinin nasıl olduğu bilinmez mi sanki? Kocalarının kusurlannı keşfetmek için özellikle yaratılmışlardır onlar.” Ah tabii, işte bu -kadınların böyle olduklarını inkâr ettiğim falan yok. Gel gelelim ben de, af buyurun, o zamanlar bana söylenen her sözün ya da eften püften her bahanenin ardından ortasına yuvarlandığım ve ruhumda döne döne giderek daha derinlere inen bir köstebek yuvasını andıran bir boşluk açılmasına neden olan o düşünce ve çözümleme girdabının içinde, dibe vurmaya fazlasıyla hazırdım; dışarıya hiçbir şey belli etmeden tabii ki. “Duruma bakılırsa, boşa harcayacak çok zamanınız varmış,” diyebilirsiniz. Hayır, bakın öyle değil. İçinde bulunduğum ruh hali böy-leydi. Gerisinin ise tembelliğimden kaynaklandığını inkâr etmiyorum. Zengindim; babamın vefatından sonra işlerimi Sebastiano Quantorzo ve Stefano Firbo adlı iki güvenilir dostumun yönetimine bırakmıştım; benimle yeri geldiğinde güzellikle, yeri geldiğinde ise sert çıkarak konuşan babam, bir şeyler başarmam için var gücüyle uğraşmasına karşın, çok genç yaşta evlenmemi sağlamak hariç -ki belki bunu da bir an önce bana hiç benzemeyecek bir erkek çocuk sahibi olacağım umuduyla istemiş fakat onu da göremeden bu dünyadan göçmüştü zavallı adamcağız- başladığım hiçbir işin sonunu getirmemi sağlayamadı. Yanlış anlaşılmasın, babamın işaret ettiği ve ilerlememi arzuladığı yollara girmeyi istemiyor ya da reddediyor değildim. Gösterdiği tüm yollara giriyor, ilerlemeye gelinceyse herhangi bir çaba göstermiyordum. Her adımda duruyordum; önce uzakta bir yere konuşlanıyor, ardından giderek yaklaşarak, karşıma çıkan her bir küçük taşın etrafından dolanıyor ve bu sırada diğerlerinin, nasıl olup benim için çoktan aşılmaz, devasa bir dağ, hatta şüphesiz içinde yaşayabileceğim koca bir dünya boyutlarına gelmiş olan o küçük taşı hiç ama hiç umursamadan önüme geçebildiklerine hayret ediyordum. Birçok yola girmiş, hepsinde de daha ilk adımda böyle ka-lakalmıştım; ruhum dünyalar ya da küçük taşlarla doluydu -ki sonuçta ikisi de aynı yere çıkıyordu. Ancak önüme geçip de yolun sonuna kadar vardılar diye, diğerlerinin ille de benden daha çok şey bildiklerini düşünmüyordum doğrusu. Şüphesiz önüme geçmişler, genç atlar gibi şevkle yola koyulmuşlardı; fakat yolun sonuna vardıklarında karşılarında onları bekleyen birer yük arabası bulmuşlar ve büyük bir sabırla arkalanna ba^^^ o yük ara-balannı peşleri sıra sürükler olmuşlardı. Bense hiçbir yük arabası taşımadığımdan, ne dizginlere ne de at gözlüklerine ihtiyacım vardı; onlardan daha çok şey gördüğüm kesin olmasına kesindi de, iş ilerlemeye gelince, hangi yöne gitmem gerektiğini bilemiyordum. Tüm bunları bir kenara bırakıp, şu ufak kusurlarımın keşfine dönmeye karar vermemle, bir anda ruhumun derinlerine çöken her şey şu düşünceye sarıldı: Nasıl yani, bizzat kendi vücudumu ve mümkün olan en derin mahremiyet seviyesinde bana ait olan şeyleri, yani burnumu, kulaklarımı, ellerimi, bacaklarımı dahi tanımıyor olmam mümkün müydü? Ve onları yeniden, dikkatle inceleyebilmek adına dönüp dönüp bakmaktan alamıyordum kendimi. Hastalığım işte bu noktada başladı. Tedavisini bizzat kendi içinde bulmamış olsaydım (bı\nu daha sonra anlatacağı”‘), gerek ruhum gerekse bedenimi içine sürüklediği sefalet ve çaresizlik nedeniyle, beni şüphesiz ya öldüreceği ya da delirteceğinden emin olduğum o hastalık. Ya Sizin Burnunuz? Karımın yapmış olduğu bu keşfin ardından, çevremdeki herkesin o bedensel kusurlarımın farkına varmakla kalmayıp, bende onlar hariç başka hiçbir şey görmediğine ikna olmaku gecikmedim. Aynı gün, benimle kim bilir hangi önemli konuyu konuşmak üzere yanıma yaklaşan bir arkadaşıma, “Burnuma mı bakıyorsun?” diye soruverdim. “Hayır, niye ki?” diye karşılık verdi. Sinirli sinirli gülerek, “Sağa doğru yamuk, görmüyor musun?” dedim ve onu, burnumdaki o kusurun, evrenin düzeneğinde aniden ortaya çıkan ve onarılması imkânsız bir arıza olduğuna dair sağlam ve kesin görüşümü kabul etmeye zorladım. Arkadaşım önce afallamış bir ifadeyle yüzüme baktı; sonrasında ise lafı böylesine yersizce ve aniden burnuma getirmiş olmamdan, konuşmak istediği konuyu ne dikkate ne de cevap vermeye layık bulmadığım şüphesine kapılmış olacak ki omuzlarını umursamazca silkip beni orada sap gibi bırakmaya yeltendi. Onu kolundan yakalayıp, “Zannettiğin gibi değil,” dedim, “o konuyu seninle konuşmaya hazırım. Ama şimdilik beni affetmelisin.” “Burnunu mu düşünüyorsun?” “Sağa doğru yamuk olduğunu daha önce hiç fark etmemiştim. Bana bu sabah karım fark ettirdi.” Bunun üzerine arkadaşım, “Ah, gerçekten mi?” diye sordu, ardında aşağılama ve alay gizleyen bir şaşkınlıkla; gözlerinin içi gülüyordu. Ona aynen bu sabah karıma baktığım gibi yüzümde hayal kırıklığı, öfke ve hayret karışımı bir ifadeyle bakakaldım. O da bu kusurumun uzun zamandır farkında mıydı yani? Ve kim bilir onun gibi daha kaç kişi! Bense bunu bilmiyor ve bilmediğimden dolayı da herkes için düzgün burunlu bir Moscarda olduğumu düşünüyordum; oysaki herkes için yamuk burunlu bir Moscarda’ymışım ve kim bilir kaç kez, hiçbir şeyden şüphelenmeden onun bunun kusurlu burnuyla ilgili konuşmuş ve kim bilir kaç kez bizzat kendime güldürdüğüm kişiler akıllarından, “Şu zavallı adama bakın hele, kalkmış bir de başkalarının burnunda kusur buluyor!” diye geçirmişlerdi. Öyle ya, kendimi şu düşünceyle avutabilirdim: Kendimi içinde bulduğum bu durumun nihayetinde böylesine bariz ve yaygın oluşu, herkesçe gayet iyi bilinen bir gerçeği, yani başkalarının kusurlarını kolayca fark ettiğimiz halde, kendimizinkileri görmekte zorlandığımızı gözler önüne seriyordu. Gel gelelim, hastalığın ilk tohumu ruhumda kök salmaya başlamıştı bir kere ve bu düşünceyle kendimi avutamıyordum. Aksine içimde, başkalarının gözünde, bugüne dek kendimi zannettiğim kişi olmadığım görüşü yerleşmeye başladı. Şimdilik sadece bedenime odaklandım; bu arada arkadaşım karşımda durmuş, o aşağılama ve alay dolu şaşkınlık ifadesiyle bana bakmaya devam eniğinden, intikam almak için ben de ona, çenesini biri daha belirgin, diğeri ise daha uçak olmak üzere iki eşitsiz parçaya bölen gamzesinin farkında olup olmadığını sordum. “Ben mi? Haydi canım!” diye haykırdı arkadaşım. “Orada bir gamzem olduğunu biliyorum ama senin dediğin gibi değil.” “Şuraya, şu berbere girelim de gör,” diye teklif enim hemen. Berber dükkânına giren arkadaşım, hayretler içinde kusurunun farkına varıp doğru söylediğimi kabul etmek zorunda kalmasının ardından, duyduğu rahatsızlığı belli etmemek için bunun sonuçta ufak, önemsiz bir şey olduğunu söyledi. Şüphesiz evet, önemsiz bir şeydi; gel gelelim onu uzaktan izlemeye koyuldum: İlkin bir dükkanın vitrininde kendine bakn; sonra az ileride bir ikincisinin, daha ileride çenesini üçüncü bir kez ve daha uzunca incelemek için bir başka dükkanın aynalı kapısının önünde durdu; zira evine döner dönmez ilk işinin, yeni keşfettiği o kusurlu haliyle rahatça tanışabilmek için aynalı gardırobuna koşmak olacağından eminim. Ve onun da intikam almak ya da kentte yaygın bir kesimin hak ettiğine inandığı bir şakayı sürdürmek için, bir arkadaşına (aynen benim ona yaptığım gibi) çenesindeki kusuru fark edip etmediğini soracağından, bir diğerine ise alnında veya ağzının kenarında kendisinin bizzat keşfettiği bir kusurundan bahsedeceğinden en ufak bir şüphem dahi yok; ki sıra kendisine gelir gelmez o arkadaşı da… Evet! İşte bu! Asil Richieri kentini dolduran hatırı sayılır sayıdaki hemşerilerimin, bir dükkan vitrininden diğerine geçerken her birinin önünde durup da yüzlerindeki kusurları incelediklerini görebiliyordum (tüm bunlar hayal gücümün ürünü değilse tabii); kimisi elmacık kemiğini, kimisi göz kenarını, kimisi kulak memesini, kimisi burun kanadını… Bir hafta sonra bir başka arkadaşım yanıma yaklaşıp, yüzünde sersemlemiş gibi bir ifadeyle, her konuştuğunda sol göz kapağını farkında olmadan kastığının doğru olup olmadığını sordu. Çarçabuk, “Evet, dostum,” diye karşılık verdim.“Ya bana ne demeli, görüyor musun? Burnumun sağa doğru yamuk olduğunu biliyorum, senin bana söylemene gerek yok; peki ya kaşlarıma ne demeli? Uzatma işareti gibiler! Kulaklarıma gelince, buraya baksana: Biri diğerinden daha kepçe; işte bak, ellerim de yassı değil mi? Bu da serçe parmağımın sakat eklem yeri; peki ya bacaklarım? Şuna bir bak, ötekine benziyor mu hiç? Benzemiyor, değil mi? Bunların hepsini zaten biliyorum, senin bana söylemene hiç gerek yok. Rahat ol sen.” Onu olduğu yerde öylece kalakalmış halde bıraktım ve dönüp gittim. Birkaç adım atmıştım ki ardımdan seslendiğini duydum. “Pışştt!” Beni sakin bir tavırla, parmağıyla işaret ederek yanına çağırmasının ardından: ..Affedersin, annen senden sonra başka çocuk doğurdu mu?” diye sordu ..Hayır, ne benden önce başka bir çocuğu oldu, ne de benden sonra,” diye yanıtladım. ..Tek çocuğum. Niye sordun?” “Çünkü,” dedi, “eğer annen senden sonra bir kez daha doğurmuş olsaydı, kesin erkek olurdu.” ..Ya, öyle mi? Sen nereden biliyorsun?” ..Şurdan biliyorum: Köylü kadınlar, eğer bir çocuğun saçları, ensede aynen sende olduğu gibi minik bir kuyrukçukla bitiyorsa, ardından doğacak çocuğun erkek olacağını söylerler.” Elimi enseme götürüp alaycı ve soğuk bir gülümsemeyle, “Ah, burada bir şeyim var demek… Ne demiştin?” diye sordum. “Kuyrukçuk, dostum. Richieri’de böyle diyorlar,” diye karşılık verdi “Ne olacak canım, bu önemli bir şey değil!” diye haykırdım. “Kestiririm olur biter.” Parmağını hayır anlamında sallayan arkadaşım, “Her zaman izi kalır, dostum, kazınırsan bile,” diye ekledi. Bu sefer beni olduğum yerde öylece kalakalmış halde bırakıp giden o oldu. Yalnız Olmanın Güzel Bir Yolu O günden sonra, hiç değilse bir satliğine yalnız kalabilmeyi deli gibi arzular oldum. Aslında arzudan çok, şiddetli, acil, delice utmin etmek istediğim bir ihtiyaçn bu: Öyle ki, karımın varlığı ya da yakınlarda olması beni öfkelendirecek kadar çileden çıkar-nyordu. “Michelina’nın dün ne dediğini duydun mu Genge? 1 Quan-torzo’nun seninle acilen konuşması gerekiyormuş.” “Baksana Genge, elbiseyi böyle yaparsam bacaklarım görünüyor.” “Saatin sarkacı durmuş, Genge.” “Genge, hani köpeği dışarı çıkaracaktın? Sonra da halıları kirlettiğinde kızıyorsun. Dışarı çıkması lazım, zavallı hayvancık… Şey diyorum… Aksini iddia etmeyeceksin herhalde… Dün akşamdan beri çıkmıyor.” “Söylesene Genge, Anna Rosa’nın hastalanmış olabileceğinden şüphelenmiyor musun? Üç gündür onalarda görünmüyor; üstelik son gördüğümüzde de boğazı ağrıyordu.” “SinyoH Firbo geldi, Genge. Daha sonra tekrar uğrayacağını söyledi. Onunla dışarıda görüşemez misin? Tanrım, öyle sıkıcı ki!” Ya da şarkı söylediğini duyuyordum: “Eğer bana hayır dersen, benim canım sevgilim, yarın gelmeyeceğim; yarın gelmeyeceğim… yarın gelmeyeceğim…” “O halde neden iki kulağınıza birer şişe mantarı tıkayıp kendinizi bir odaya kapatmıyorsunuz ki?” diye soracaksınız. Demek ki ne şekilde yalnız kalmak istediğimi anlamıyorsunuz, dostlar. Kendimi ancak çalışma odama kapatabilirdim; gel gelelim hiç de kötü bir kadın olmamasına rağmen aşırı şüpheci olan karımın zihninde hain şüpheler uyandırmamak adına, orada da kapıyı sürgüleyemiyordum. Ya ansızın kapıyı açar da beni orada yakalarsa? Yok, olmaz. Üstelik bu hiçbir işe yaramazdı. Çalışma odamda ayna yoktu; benimse bir aynaya ihtiyacım vardı. Öte yandan, sadece karımın evde olduğu düşüncesi bile kendimin de orada olduğunun sürekli farkında olmama yetiyor da artıyordu -ki asıl istemediğim şey, tam olarak buydu. “Peki, sizce yalnız olmanın canımı nedir?” diye soracaksınız. Çevrenizde başka hiç kimse olmadan, kendinizle baş başa kalmak derim. Ah evet, sizi temin ederim ki bu, yalnız olmanın güzel bir yoludur. Hafızanızda ufacık bir pencere açılır ve oradan içeriye, bir tarafta karanfiller, diğer tarafta yaseminlerle dolu vazoların ortasında oturmuş kırmızı bir yün atkı örmekle meşgul olan Sinyora 2 Tıtti gülümseyerek bakar; aman Tanrım, şu çekilmez ihtiyar Sinyor Giacomino’nun -hani şu Yardım Derneği’nin başkanına götürmesi için sizden rica ettiği referans mektubunu bir türlü yazmadığınız adam- boynundakinin aynısıdır o atkı; aslında başkan da iyi arkadaşınızdır ama can sıkıcı adamın tekidir; özellikle de sekreterlerinden birinin çevirdiği dolapları anlatmaya koyulduğunda. Dün… yok, dün değil, ne zamandı yahu? Evet, dünden bir önceki gündü; bir yandan yağmur yağarken, bulutların arasında keyifle beliren güneş huzmelerinin parıldattığı yağmur damlalarının ıslattığı meydan, koca bir gölü andırıyordu; oradan koşarak geçiyorsunuz -Tanrım ne kargaşa! Ortadaki çeşme, o gazete bayii, makas değiştiren tramvayın virajda acımasızca kulakları tırmala-yışı, hızla kaçan bir köpek-ve “Yeter!” deyip bir bilardo salonundan içeri atıyorsunuz kendinizi; içeride Yardım Derneği başkanı-nın yazmanı olan o adamla karşılaşıyorsunuz ve siz On beşinci l^akaplı arkadaşınız Carlino ile bilardo oynarken o, biber karası gür bıyıkların altından talihsizliğinize gülüyor da gülüyor. Ya sonra? Bilardo salonundan dışarı çıktığınızda ne olmuştu? Nemli, ıssız bir sokakta, bir sokak lambasının solgun ışığı altında oturmuş, efkarlı efkarlı eski bir Napoli şarkısını söylemeye çalışan sarhoşun biriyle karşılaşıyorsunuz; hani güzeller güzeli Mimi’ye yakın olabilmek için şu yıllar önce tatile gittiğiniz, kestane ağaçlarıyla çevrili o dağ kasabasında neredeyse her gece duyduğunuz şarkının ta kendisi bu; Mimi’ye gelince, İtalya Devlet Nişanı Commendatore ile onurlandırılan ihtiyar Della Venera ile dünya evine girdikten bir yıl sonra ölmüştü. Ah, sevgili Mimi! İşte, hafızanızda bir başka pencere açılmak üzere… Evet, evet, sevgili dostlar, sizi temin ederim ki yalnız kalmanın güzel bir yoludur bu! iV Nasıl Yalnız Kalmak İstediğim Üzerine Oysa ben alışılmadık, yepyeni bir biçimde yalnız kalmak istiyorum -ki düşündüğünüzün tam tersi bir yöntemden bahsediyorum: Yani ben olmadan ve işte bu yüüzden, yanımda bir yabancıyla yalnız kalmaktan. Bu, size deliliğimin ilk belinisi gibi mi geldi? Belki de üzerinde yeterince dikkatlice düşünmediğinizdendir. Deliliğin önceden beri içimde olabileceğini inkâr etmemekle birlikte, gerçekten yalnız kalabilmenin tek yolunun bu söylediğimin olduğuna yalvanrım inanın. Yalnızlık asla sizi de kapsamaz; sizi daima dışarıda bırakır ve sadece çevrenizde yabancı birinin var olmasıyla mümkündür: Nerede ve kiminle olursanız olun, tamamıyla yok sayılmalı ve siz de etrafınızdakileri tamamıyla yok saymalısınız ki arzu ve duygunlarınız kaygı verici bir belirsizlik içinde yitik, havada öylece asılı kalabilsin ve kendinizi kanıtlama arzunuz tamamen ortada ^^^ken, bilincinizin içtenliği de yok olsun. Sadece kendisinin yaşadığı, sizinse var olduğuna dair en ufak bir iz veya sese rast-layamayacağınız bir yerdedir gerçek yalnızlık ve nitekim orada yabancı olan da sizsinizdir. İşte bu şekilde yalnız kalmak istiyordum. Ben olmadan. Çoktandır tanıdığım ya da tanıdığımı düşündüğüm o ben olmadan demek istiyorum. Yanımda sadece bir yabancıyla, yanımdan uzaklaştırmayacağımı zaten anlaşılmaz biçimde hi^eniğim ve aslında benden başkası olmayan bir yabancıyla birlikte: Benden aynlması mümkün olmayan bir yabancı. Demek ki sadece tek bir yabancının varlığının farkındaydım! Ve bu tek kişi ya da sadece onunla yalnız kalmak ve onu daha iyi tanımak ve az da olsa sohbet edebilmek için karşıma almak ihtiyacı dahi, beni ürperti ile korku arası bir duyguyla huzursuz ediyordu. Eğer başkalarının gözünde bugüne dek olduğuma inandığım kişi değilsem, kimdim ben? Öylece yaşayıp giderken burnumun şeklini, boyutunu, küçük mü yoksa büyük mü olduğunu hiç düşünmemiştim; aynı şekilde gözlerimin rengini, alnımın dar mı yoksa geniş mi olduğunu ve daha birçok şeyi de. O benim burnumdu, onlar benim gözlerim, o ise benim alnım: Benim ayrılmaz parçalarımdı onlar ve kendimi işlerime adamış, düşüncelerime dalmış, duygularıma teslim olmuş bir haldeyken bir de onlar üzerine kafa yoramazdım. Şimdi ise şöyle düşünüyordum: “Peki ya başkaları? Onlar benim içimde değiller ki. Dışarıdan bakanlar için, düşüncelerim ve duygularımın bir bumu var -benim burnum. Ve benim görmediğim fakat onların görebildiği bir çift gözü var -benim gözlerim. Düşüncelerimle burnum arasında nasıl bir ilişki var? Bana sorarsanız, hiçbir şey yok. Ben burnumla düşünmediğim gibi, düşünürken burnumu kale de almıyorum. Ya başkaları? Başkaları düşüncelerimi benim gibi içeriden bakarak göremediklerine göre, ancak dışarıdan bakıp burnumu mu görüyorlar? Demek ki başkalarına göre düşüncelerim ve burnum arasında öylesine yakın bir bağ var ki, farz edelim düşüncelerim çok ciddi olsalar bile, burnumun bu çok gülünç şekline bakıp hemen gülmeye başlayacaklar.” Böyle düşünmeye devam ederken kendimi bu sefer de şu endişenin orasında buldum: Yaşadığım sürece, hayatımın çeşitli olayları sırasında kendimi kendi nezdimde temsil edemeyecek; bedenimi karşıma koyup da, yaşayışını başkasının bedeniymiş gibi izleyemeyecektim. Ayna karşısına her geçişimde içimde âdeta bir kilitlenme meydana geliyor, tüm doğallığım uçup gidiyor, her hareketim bana sahte ya da kurmacaymış gibi geliyordu. Kısacası, yaşadığımı göremiyordum. Ve bu durum, birkaç gün sonra arkadaşım Stefano Firbo ile laflayarak yürürken, kendimi ansızın daha önce hiç fark etmediğim bir aynanın önünde bulduğumda karşılaştığım ve âdeta acımasızca saldırısına uğradığımı söyleyebileceğim görüntü sayesinde doğrulanmış oldu. Yalnızca bir anlığına beliren o görüntünün hemen ardından öyle bir kilitlenme meydana geldi ki doğallığım bir kez daha ortadan kayboldu ve gördüklerimi incelemeye koyuldum. İlk anda kendimi tanıyamadım. Arkadaşıyla laflayarak yoldan geçen o kişinin ben değil de başka biri, bir yabancı olduğunu izlenimine kapıldım. Durdum. Rengim atmış olmalıydı. Firho dayanamayıp, “Neyin var?” diye sordu. “Yok bir şey,” dedim. Ürpertiyle karışık tuhaf bir korkunun istilasına uğramış halde, kendi kendime şöyle düşünüyordum: “O bir anlığına hayal meyal beliren görüntü bana mı aitti? Ben tam da böyle miyim; dışarıdan bakıldığında -yaşarken- yani kendimi düşünmediğim zamanlarda böyle miyim ben? Demek ki başkaları için, tanıdığımı sandığım ben değil, kendisini aynanın yansımasında ele veren o yabancıyım: İlk bakışta benim dahi tanıyamadığım o kişiyim. Bir anlığına beklenmedik şekilde görmemiş olsam, yaşadığını göremeyeceğim o yabancıyım ben. Yalnızca başkalarının görüp tanıyabileceği, benimse göremeyeceğim bir yabancı.” Ve işte tam o anda, kendi kendime beni çaresizliğe sürükleyecek o sözü verdim: İçimde olup da benden kaçan, bir aynanın önünde durup da yakalamaya çalışnğım anda hemen tanıdığım ben oluveren, başkaları için yaşayan ve başkalarının yaşarken görebildiği, benimse asla görmediğim o yabancının izini sürerek yaşayacaktım. Ben de onu başkalarının görüp tanıdığı gibi görmek ve tanımak istiyordum. Bu yabancının tek kişi olduğuna inandığımın bir kez daha altını çizmek isterim: Aynen kendimin de herkes için tek kişi olduğuna inandığım gibi. Gel gelelim korkunç dramım, kısa süre içinde daha da içinden çıkılmaz bir hal alacakn: Yalnızca başkalan için değil, kendim için de aslında bir değil yüz bin Moscarda olduğumun; her birinin de aynen benim gibi, insana zulüm gelecek kadar çirkin Moscarda ismini taşıdığının ve aslında tek olan bu zavallı bedenimin içinde yaşadığının farkına vardım; aynanın karşısına geçip de bu Moscarda’nın gözlerinin içine uzun süre hiç kıpırdamadan baktığımda, ondaki her duygu ve arzuyu yok ettiğimi ve bu nedenle aslında onun da ne yazık ki tek ve hiç olduğunu anladım. Böylece dramımın içinden çıkılmaz bir hal almasıyla birlikte, inanılması güç deliliklerim de kendilerini göstermeye başladılar. O Yabancının Peşinde Şimdi size, deliliğimin henüz başlarında, o kıpır kıpır çocukluk evresindeyken, evde ne kadar ayna varsa hepsinin karşısına geçip pantomim yapmak suretiyle kendilerini gösteren o ufak belirtileri anlatmaya başlayacağım; kim bilir kimi ziyaret etmek ya da alışveriş yapmak için evden çıkıp beni sonunda uzunca bir süre evde yalnız bırakmasının sabırsız bekleyişi içinde, karıma yakalanmamak için önümü ve arkamı kollayıp duruyordum tabii. Bir komedyen gibi hareketlerimi, farklı duyguları ve ruh hallerini yansıtabilmek için yüzümde belirecek ifadeleri çalışmak istemiyordum; aksine, her farklı ruh halinde gösterdiğim tepkilerin doğallığı ve takındığım yüz ifadelerinin ani değişiklikleri karşısında şaşırmayı bekliyordum -mesela beklenmedik bir şaşkınlık ânında (olur olmaz her şey karşısında kaşlarımı, saçlarımın alnımla birleştiği yere kadar kaldırıyor, gözlerimi fal taşı gibi ve ağzımı da bir karış açıyor, yüzümü ise sanki içeriden bir iple çekilmişçesine uzanyor-dum); derin bir üzüntü hi^eniğimde (alnımı kırışnrıyor, kar^n öldüğünü hayal edip o acıyı ruhumda demlendirircesine göz kapaklarımı kar^amsarca biraz kısıyordum) veya yınıcı bir öfke patlaması yaşadığımda (birilerinin beni tokatlamış olduğunu hayal ettikten sonra, dişlerimi gıcırdanyor, burnumu sağa sola kıvırıp duruyor, çenemi geriyor, etrafıma şimşekler çakan bakışlar fırlanyordum). Gel gelelim, birincisi, o şaşkınlık, o derin üzüntü, o yımcı öfke hep yapmacıktı; gerçek olamazlardı çünkü eğer gerçek olsalardı ben onları göremezdim; çünkü eğer onları görmüş olsaydım hemen son bulmuş olacaklardı. İkincisi, şaşkınlık duyabileceğim şeyler, hem sayıca çok hem de birbirlerinden çok farklı oldukla-nndan, içinde bulunduğum an ve ruh halime bağlı olarak çok değişken nitelikteki yüz ifadelerimi de önceden kestirmek mümkün değildi; aynı durum bütün derin üzüntüler ve bütün öfke patlamaları için de geçerliydi. Ve son olarak, tek ve belli bir şaşkınlık, tek ve belli bir üzüntü, tek ve belli bir öfke için gerçekten de o ifadeleri takınmış olduğumu kabul etsem bile, onlar başkalarının değil benim gördüğüm ifadelerdi. Örneğin öfke arunda yüzüme yerleşen ifade, gördükleri karşısında korkacak, özür dilemeye yeltenecek ya da gülmeye başlayacak olan üç farklı kişi için üç farklı görüntüye sahip olacaka, vesaire vesaire… Ah! O zamanlar, tüm bunları anlamama yardımcı olacak pırıl pınl bir zihnim vardı ve umutsuzca giriştiğim bu mücadelenin kaçınılmaz şekilde pes etmemle sonuçlanacağını bilmek, beni uygulanamayacağı apaçık ortada olan bu çılgın kararımdan döndürmeye; kendimi görmeden ve başkalarının benim hakkımdaki düşüncelerini anlamadan mutlu mesut, sadece kendim için yaşamaya ikna etmeye yetmeyecekti. Başkalarının bende birini gördüğü ama o birinin de benim tanımadığım bir ben olduğu; başkalarının ancak bana ait olmayan gözlerle bana dışarıdan bakmak suretiyle tanıyabildikleri, görebildikleri o birisine, benim içimde ve onlara göre “benim” görüntüm olduğu halde (o halde “benim” dediğim, aslında benim için değildi!) bana daima yabancı kalacak bir görüntü atfedecekleri; bu hayatın, onlara göre benim olan bu hayatın içine giremeyeceğim düşüncesi, bana âdeta işkence ediyordu. İçimdeki bu yabancıya nasıl katlanacaktım? Aslında kendimden başkası olmayan bu yabancıya? Onu nasıl görmezden gelecektim? Nasıl bilmezden gelecektim? Başkaları onu gördüğü halde ben görmezken, onu daima beraberimde götürmeye, içimde taşımaya mahkûm bir halde, nasıl yaşayacaktım? Sonunda!
Luigi Pirandello – Biri Hicbiri Binlercesi
PDF Kitap İndir |