Michael Moorcock – Elric Destani 3 – Beyaz Kurdun Kaderi

“İlk karganın tüyünü sakla, susuz bölgeye geldiğinde kusurlu bir yaratık olarak paradoksu anlayacaksın.” bekleme sanatı üzerine… kişisel fikir çölün kıyısına gelmişti, sıcağın parçaladığı taş parçacıklarının ufalanıp kum örtüsünün altına gizlendiği yere. tek bir yaşamı olduğu biliyordu, ama içindeki acele etme güdülerini tamamen yitirmişti, zamanın farklı algılandığı ve insanları pek fazla incitmeden, sanki hiç akmazmış gibi geçtiği küçük kentlerin birinde geçirdiği çocukluğunun yarattığı farklılaşmalardan biriydi bu. sanki omurilik soğanının iç zarına yerleştirilen bir “chip”in vakti geldiğinde devreye girmesi gibi, “güneye, güneye” çağrısını algılamaya başlamasının ardından içtiği su miktarını her geçen gün biraz daha azaltmıştı, artık daha yavaş hareket ediyordu, sahip olduğu yaşam sistemi kendini yeni şartlara hazırlıyor gibiydi. “geceleri soğuk bira şişeleri ve sarılışını sevdiğin bir kadınla nereye kadar?” sorusunu duyduğunda eskisi gibi davranmıyor, hiçbir tepki vermeden önüne bakıyordu, neden sorular, insanlann yaşamında futbolun yarattığı enerjiyi alıp götürüyordu? çalıştığı iş yerinde pek fazla dik saçlı arkadaşı kalmamıştı, vapurda tostuna domates dilimi koyduramamarun yarattığı sıkıntıyı düşünürken gece olmuştu ve artık gitmeliydi, bir çöle girmeye hazırlanırken kendisine söylendiği gibi davranmalı, çantasını açıp çocukluğundan kalan emaneti çıkarmalıydı, vurduğu ilk kargadan alınıp saklanan tüyü, dolunayı göremeyeceği şekilde kaldırıp rüzgâra bıraktı. üzerinde düşünülecek son şeyini de yitirmenin verdiği rahatlıkla kumun üzerinde yürümeye başlamıştı, tek bir yaşamı vardı ve hâlâ hiç acelesi yoktu. çkentte yaşıyor ve sıkılıyorum II. / Bir profesyonel kaleyi gördüğünde vurur, kendi kalesi bile olsa. Kalbi kan ağlasa bile. Unutmayın, futbol gol oyunudur. Cenk Taner -Karga ve Bira, Diyaloglar ciltli /s. 84, kadıköy 2000 Karganın tüyü yere düşmeden, cansız bedeni çölün damar damar çatlamış sert yüzeyine küçük bir toz bulutu oluşturarak çarptı. Havada nazlı nazlı sallanarak düşmekte olan tüye yönelmiş bakışlarıyla öylece, haraketsiz bakmaya devam ettiler. Tüy yere yaklaştıkça başları aşağı doğru eğilmeye devam etti.


Sonunda, tüy yere ulaştığında beklenildiği gibi “bir tüy kadar” hafifçe kondu. Gerçi hava da çok sıcaktı, tıpkı bir çölde olması gerektiği gibi. Yani beklenilmedik hiçbir şey olmadı. İki kişiydiler; nedense, uzunca bir süre tüyün hafif esintiyle mi yoksa sıcağın yarattığı yanılsamayla mı olduğu belirsiz titreşmesini aynı kıpırtısızlıkla seyrettiler. Sonra beklenildiği gibi hiç beklenmedik bir anda dönerek, hiç konuşmadan yürüdüler, güneşin ve toprağın aynı renkte birleştiği yere doğru gittikçe küçülerek. Hepsi bu. Yeni bir şey yok, beklenildiği gibi. Kadınlar düzenli olarak terk etmeye devam ediyor, bir taraftan da sürekli olarak terk etmediklerini söylemeye. Belki de sırf bu yüzden aynı yakıcı soru dönüp duruyor etrafımda, tıpkı çölün üstündeki kavurucu güneş gibi: terk eden giden midir yoksa kalan mı? Olsun Rock’n Roll iyidir, her zaman. Tıpkı çıtırdayan kömür bir diskin üzerinden yansıyan ışık gibi. Belki son bir şey; güzel sayılmazdı ama gözlerinde yaşlı bir ruhun aydınlığı vardı, giderken, gerçekten. beklenildiği gibi K. adına ya da güneşin altında yeni bir şey yok michael moorcock • beyaz kurt’un kaderi (elric destanı üçüncü kitap) türkçesi: kozan demircan altıkırkbeş yayın kadıköy, 2000 Bütün erken dönem Elric öykülerini yayınlayan ve bu diziyi yazmaya başlamamı öneren kişiye, New Worlds ve Science Fantasy’nm editörü Ted Carnell’in anısına. Gençlik yıllarımda beni cesaretlendiren, kibar ve cömert bir adama; eğer o olmasaydı, bu öyküler asla yazılamazdı. GİRİŞ KONT AUBEC’İN DÖNÜŞÜ Maladoi’lu Kont Aubec TAŞ KULENİN CAMSIZ penceresinden, asıl ormana doğru yoğunlaşarak uzanan yemyeşil ağaç kümelerinin bulunduğu alanın içinde, yumuşak, kahverengi toprak kıyılarının arasında, kıvrım kıvrım bükülerek akan geniş ırmağı görebilmek mümkündü. Ormanın dışında, bir kayalık yükseliyordu, gri ve açık yeşil renkte, yukarılara, daha da yukarılara doğru, likenlerle kaplanmış kayaların rengi koyulaşıyor ve sonunda şatonun taşlarıyla iç içe geçerek birbirlerine karışıyorlardı.

Çevresindeki kırsal alana üç yönde hakim olan bir şatoydu, ırmak, kayalar ve orman oradan izlenebiliyordu. Surları yüksekti, kalın granitten örülmüştü ve kuleleri vardı; kuleler, öylesine sık aralıklarla dikilmişti ki birbirlerini gölgede bırakacak şekilde kümelenmişlerdi. MaladorTu Aubec, şaşkındı ve insan yapı ustalarının, büyüye başvurmaksızın böylesi bir şeyi nasıl inşa ettiklerini merak ediyordu. Kasvetli ve gizemli şatonun üzerinde küstahça bir hava varmış gibi görünüyordu, çünkü dünyanın en ucunda yükseliyordu. Bu arada, kararan gökyüzü, kulelerin batı kanadına koyu san bir ışık düşürerek, dokunmadığı karanlığı kesifleştiriyordu. Yukarıdaki baskın griliği dalga dalga kabaran mavi gökyüzü yarıp parçalıyor ve yavaşça sızarak içlerine kansan kırmızı bulut kümeleri, çok sayıda anlaşılması güç renkler üretiyordu. Gökyüzü böylesine etkileyici olmasma rağmen, bakışlan insan yapımı kasvetli bir kayahğm, yani Kaneloon Şatosu’nun üzerinden alıp 11 kendisine yönlendiremiyordu. Maladoflu Kont Aubec, dışarısı tamamen kararıncaya dek pencerenin önünden ayrılmadı; artık orman, şato ve kayalık, her tarafı kuşatan karanlığın içinde birtakım gölgeli tonlara dönüşmüştü. İri, boğum boğum elini neredeyse kelleşmiş kafasının üzerinden geçirdi ve düşünceli bir şekilde, yatak niyetine kullandığı saman yığınına doğru yürüdü. Samanlar, bir payanda konularak oluşturulmuş bölmenin içine yığılmıştı ve Matadorun feneri, duvarlar da dahil olmak üzere odayı iyice aydınlatıyordu. Ama, adam çift elle kullanılan, devasa boyutlu enli kılıcını elinin yakınlarında bulundurarak samanların üzerine uzanırken hava soğumuştu. Bu, adamm tek silahıydı. Geniş koruma çubuğuyla ağır ve mücevher kakmalı kabzası ve beş ayak uzunluğunda gövdesiyle pürüzsüz, enli kılıç sanki bir devin kullanması için dövülmüştü – gerçi Malador da dev sayılırdı.1 Kılıcın yanında Malador’un eski, ağır zırhı duruyordu, miğferinin tepesine dengeli bir şekilde yerleştirilmiş ve biraz yıpranmış siyah tüyler, pencereden giren hava akımı sayesinde hafif hafif dalgalanıyordu. Malador, uykuya daldı.

Adamın düşleri, her zaman olduğu gibi, karmakarışıktı: alev alev yanan toprakların üzerinden dalga dalga akan kudretli ordular, yüz ulusun armalarını taşıyarak dalgalanan sancaklar, parıldayan mızrakların oluşturduğu ormanlar, dalgalanan miğfer denizleri, cesur savaş borularının vahşice gümbür-deyen sesleri, nalların şakırtıları, askerlerin sarkılan, çığlıkları ve haykırışlan. Bunlar, eski zamanların, Klant’lı Kraliçe Eloarde adına bütün güney uluslannı – neredeyse dünyanın kıyısına 1.- Aubec’in Kılıcı : Beş ayak uzunluğundaki bu enli kılıcı, Fırtınayaratan adlı rün kılıcım ele geçirmeden önce Elric’in kullandığını, dizinin ilk kitabından hatırladığınızı umuyoruz. Ve yine Melnibonâ’lu Elric adlı, o kitabın sonlarında anlatıldığına göre, Elric’in, Fırtınayaratan’ı ele geçirmesinin ardından bu efsanevi kılıç ortadan yok olacaktır, yhn. 12 kadar – fethettiği gençlik günlerinin düşleriydi. Sadece en uçta yükselen Kaneloon’u fethedememişti, çünkü hiçbir ordu onun arkasından oraya kadar gitmemişti. Böylesine cesur görünen biri olarak, bu düşleri hoş karşılamaması şaşırtıcıydı ve Malador o gece defalarca uykusundan uyanarak, kendisini onlardan kurtarmak istercesine başını sallayacaktı. Adam, huzursuzluğunun kaynağı olmasına rağmen, düşlerinde Eloarde’yi görmeyi yeğlerdi, ama uykusu boyunca ona ait hiçbir şey görmeyecekti; ne solgun yüzünün etrafında dalga dalga kabaran, yumuşak, siyah saçlarını ne de yeşil gözleri, kırmızı dudakları ve mağrur, kibirli duruşuna ilişkin hiçbir şey yoktu. Eloarde tarafından bu araştırmaya gönderilmişti ve buna hiç de istekli olmamasına rağmen başka bir seçeneği yoktu, çünkü o, sevgilisi olmasının yanında adamın kraliçesiydi. Gelenekler uyarınca, Şampiyon onun âşığı olurdu ve Kont Aubec için başka bir konumda olmak düşünülemezdi bile. Klant Şampiyonu olarak bu onun konumuydu, Kaneloon Şatosu’nu tek başına arayıp fethetmek ve kraliçenin Imparatorluğu’nun bir parçası olarak ilan etmek için emirlere itaat ederek sarayından ayrılmak da onun sorumluluğuydu; ki böylece, Kraliçe Eloarde’nin topraklarının Ejder Denizi’nden Dünya’nm Ucu’na dek uzandığı söylenilebilsindi. Dünya’nın Ucu’nun ötesinde hiçbir şey yoktu – Kaneloon Kayalıkları’ndan sonsuzluğa doğru yayılan, öfkeyle kaynaşarak çalkalanan, çok renkli, yarı biçimlenmiş canavarlarla dolu, girdaplanarak dönüp duran biçimlenmemiş Kaos maddesi dışında hiçbir şey yoktu – çünkü sadece düzenlenmiş maddeden oluşan Dünya’nm Yasaları vardır; ve Dünya, sayısız çağlar boyunca olduğu gibi, Kaos maddesi denizinin içinde sürüklenip durmaktadır. Sabah olduğunda, Maladorlu Kont Aubec, açık bıraktığı fenerini söndürdü, baldır zırhlarını ve zırh yeleğini kuşandı, siyah tüylü miğferini başına yerleştirdi, enli kılıcını omzuna astı 13 ve kadim bir binadan geriye kalan tek sağlam şey olan taş kuleden dışarıya hızla çıktı. Deri çizmeli ayaklarıyla, sanki bir zamanlar Kaos, yücelere doğru yükselen Kaneloon Kayahkları’na değil de buraya çarpmış gibi yer yer aşınıp dağılmış taşların üzerinden sendeleyerek yürüdü. Bu, elbette ki kesinlikle olanaksızdı, çünkü Dün-ya’nın sınırlarının değişmez olduğu bilinirdi.

Kaneloon Şatosu, geçen gece olduğundan daha yakın görünüyordu ve artık anlamıştı ki bunun nedeni şatonun böylesine devasa boyutlarda olmasıydı. Irmağı izleyerek ilerledi, ayakları yumuşak toprağın içine gömülüyordu, kayalıklara doğru yol alırken, ağaçların büyük dallarının gölgeleri onu giderek ısman güneşten koruyorlardı. Artık çok yukarısında kalan Kaneloon, görüş alanının dışına çıkmıştı. Bitkilerin oldukça yoğunlaştığı yerlerden geçerken, kılıcını yolunu açmak için sık sık balta olarak kullanıyordu. Birkaç kez dinlendi, ırmağın soğuk suyundan içti ve ferahlamak için yüzüne çarptı. Acelesi yoktu, Kaneloon’a konuk olmayı istemiyordu ve hak ettiğini düşündüğü Eloarde’yle geçirdiği hayatına ara verdiği için kızgındı. Üstelik o da gizemli şatonun batıl korkularından etkileniyordu, söylenenlere göre orada tek bir insan yaşıyordu – Karanlık Hanım, iblislerden ve diğer Kaos yaratıklarından oluşan bir birliğe kumanda eden acımasız bir büyücü. Gün ortasına geldiğinde kayalığın üzerine doğru dikkatle baktı, yukarıya uzanan patikayı, rahatlamanın ve temkinli olmanın karışımı bir duyguyla seyretti. Tırmanmak zorunda kalacağını biliyordu. Ama bununla birlikte, eğer daha kolay yolu bulabilirse zoru seçen biri değildi; ve böylece yanında taşınamayacak kadar uzun ve ağır olan kılıcının etrafına bir ip sararak onu sırtına astı. Sonrasında, hâlâ sinirli bir ruh hali içinde, kıvrılarak yükselen patika boyunca yukarılara tırmanmaya başladı. Liken kaplı kayaların, Kaneloon’un niçin ilk kez sadece 14 birkaç kuşaktır duyulduğunu sorgulayan birtakım filozofların varsayımlarının tersine, çok kadim zamanlara ait olduğu apaçık ortadaydı. Malador, bu soruya verilen genel yanıta inanıyordu – yani kâşiflerin bu kadar uzaklara gitmeyi, yakın bir zamana dek göze alamadıklarına. Dönüp patikadan aşağıya doğru baktığında altındaki ağaçların tepelerini gördü, yaprakları meltemin içinde yavaşça kımıldaşıyorlardı. Geceyi geçirdiği kuleyi uzaklarda belli belirsiz seçebiliyordu ve onun ötesinde hiçbir uygarlığın olmadığım ve Kuzey’e, Doğu’ya ya da Batı’ya doğru günler boyunca sürecek bir yolculuk yapılmaksızın İnsanoğluna ait hiçbir sınır karakoluna ulaşamayacağını biliyordu – Güney’e doğruysa Kaos uzanıyor olabilir miydi? Daha önce, dünyanın ucuna doğru asla bu kadar yakınlaşmamıştı ve biçimlenmemiş maddenin görüntüsünün beynini nasıl etkileyeceğini merak ediyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir