Nesrin Turhan – Ihtilalin Suvarisi

20 mayıs 1963. Yatak odasına girdi, elbise dolabının kapısını açtı… Üniforması aynı yerde duruyordu. Hep temiz, kesinlikle ütülü, ulaşılması en kolay yerde, her zaman giyilmeye hazır… Aylardır bu geceyi bekliyordu. Ölümüne bir gece, ölümüne bir deli mayıs… Mesleğiyle birlikte üniformasını da yitireli, bir yıldan fazla olmuştu. Yıllarca at üzerinde yarışırken, ter olup boşalan heyecanını paylaşmıştı üniforması onunla. Kağızman’ın soğuğuna göğüs germiş, Viyana’da atıyla birlikte dörtnala koşmuş, aldığı kupalara birlikte dokunmuştu… Bir ihtilal gecesinin heyecanını Çankaya Köşkü’nde, cumhurbaşkanının tutuklanması sırasında paylaşmış, bir kurşuna hedef olmayı göze aldığında, tenine ten olmuştu… “İyi günde ve kötü günde…” Ölümüne beraber… Belki nesnelerin de yüreği vardır. Onlar da sever mi ? Ayrılıklardan yaralanır, kavuşmayı sadık bir sevgili gibi özlemle beklerler mi ? Kucaklar-casma çıkardı dolaptan üniformasını, geniş bir poşete yerleştirdi. Tabancasını çoktan bakımdan geçirmişti. Her şey hazırdı. Kırk bir yaşındaydı ve emekliydi. “Öyle sansınlar!” diye gürledi içinden bir ses… Yaşadığı her günü, bütün ayrıntılarıyla anımsayacak bir belleğe sahipti. Yirmi bir yılı çabucak çıkardı yaşamından, gencecik bir Harbiyeli olduğu günlerde kulağına yerleşip, hiçbir zaman kaybolmayan ses çınladı bu kez kulaklarında. Dev bir erkek korosunun, tüfekle bütünleşen hareketlerine, aynı ritimde yansıyan dinamik, kararlı, inançlı bir ses: “Vatan! Sana! Canım! Feda!” Neşelendi birden, inancı perçinlendi. Kazanacaklardı! Generaller hükümetten yanaymış, ne gam! Harbiyeliler hâlâ aynı yemini ediyorlardı. Çekirdek kadroda yer alanların görevleri ince 14 ince hesaplanmıştı.


Herkes üzerine düşeni yaparsa… Yapacak! Bu ihtilali, Türkiye’nin dört bir yanından toparladığı kursiyer subaylar ve Harbiyelilerle birlikte kazanacaklardı. Saatler geri saymaya başlamıştı. Kapıyı araladı: “Esma!.” Akşam sofra yine kalabalık olacaktı, Esma yine mutfaktaydı. Yaklaşan ayak seslerine programladı kendisini. Yatak odasına girer girmez, kapının arkasına çekip, bir delikanlı saflığında sarıldı on dokuz yıllık karısına. Bir kaçamak kadar içten, bir kaçamak anındaki kadar heyecan ve sevgi dolu… “Esmam” dedi, ellerini onun saçlarında usulca gezdirerek: “Bu ihtilali kazanacağız ve sen yeniden bir subay karısı olacaksın.” “Kazanacaksınız…” “Ama sana anlattığım gibi… Bu işin tehlikesi çok büyük. Ben canımı ortaya koydum bir kere, kellem koltuğumda. Bana bir şey olursa…” Esma, parmaklarını onun dudaklarına kilit yaptı çabucak: “Olmayacak!.” “Olmayacak… Ama unutma, bir terslik olursa, inadına dimdik duracaksın. Çocuklarımıza da kendin gibi durmalarını öğreteceksin. Kimseden bir şey dilenmeyeceksin. Başını öne eğmeyeceksin. Hep benim Esmam olacaksın.

Söz mü ?” Bu kez Esma sarıldı kocasına, “Böyle söz mü istenir?” dedi. “Ben başımı öne düşürür müyüm ? Bilmez gibi konuşma Fethi.” Kapı zilinin sesini duyunca dışarıya kulak kabarttılar. Çocuklardan biri kapıyı açmıştı. Esma’nın ağabeyi Mustafa’nın sesini tanıdılar. “Mustafa Ağabey yanında” dedi Fethi iyice kısık bir ses tonuyla, “o hep yanında olacak.” Odadan çıkmadan önce bir kez daha sarıldılar birbirlerine. Yine kaçamak, yakalanacaklarmış tadında, kısacık… “Ben de gelirim seninle!.” “Olmaz Mustafa Ağabey. Bu iş riskli. Sende altı, bende dört çocuk. Hepsi sana emanet. İlhan Yengem de, Esma da sana emanet. Birazdan bizim gençler gelirler. Birlikte yemek yeriz, sonra alır Esma’yı, çocukları sizin eve gidersiniz.

” “Onları bizim eve bırakıp gelirim seninle.” “Mustafa Ağabey. Sen bekle… Sakın evden çıkma. Çocukların başından ayrılma. Gözüm arkada kalır yoksa.” , Mustafa’ya karşı koymak zordu. Yıllardır en yakın arkadaşıydı. Ama ağabey gibi de sevip saymıştı onu. Saygısızlık etmek olmazdı: “Ağabey, merak etme. Gerekirse, ben seni aldınnm evden. Benden haber gelmedikçe çıkma ne olur!” Sonunda istemeden kabullendi Mustafa. Çok geçmeden, Emekli Süvari Binbaşı Fethi Gürcan’ın ihtilalde birlikte hareket edeceği gençler, Erol Dinçer, Turgut Saltoğlu, Münip Tepeci ve Sedat Ünal geldiler. İçlerinde emekli olmayan tek asker Sedat Ünal’dı. Yemek, ihtilal havasından uzak, çoluk çocuk birlikte, neşe içinde yendi. Emekli Yarbay Mustafa Türker, ayrılış saatinin geldiğini anlamıştı.

Kız kardeşini ve yeğenlerini alıp kendi evine doğru yol aldı. Aldığı yol hayli kısa… Ankara Anıttepe’deki Emekli Subay Ev-leri’nde, C bloklardan, A bloklara… Evde kalanlar için artık harekât saatini beklemekten başka bir şey kalmamıştı. Beklemeleri bilmeyen yoktur. Saat ne zaman soluk soluğa koşmaya hazırlansa, “start” verildiği ana kadar hiç ilerlemiyormuşçasma ağırlaşır. Her an, acı içinde kıvranan bir hastanın dakikaları gibi uzar da uzar. Yaşam da, beklemek de hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Öyle zamanlarda konuşulamaz, konuşulmaya çalışılır. Ama sözcükler de tıpkı zaman gibi boşluğa asılır kalır. Bir sohbet tadı yakalanılamaz, sessizliğe teslim olunur. Yerinden kalkıp sokak kapısına yol alan kısacık koridorun başıyla balkon kapısı arasında turlamaya başladı. Giyilmeye hazır çizmeleri değdi gözlerine. Nasıl da parlıyorlardı. Yumuşak bir duygu okşadı geçti yüzünü. Onları biraz önce büyük oğlu Ömer özenle boyamış, fırçalamıştı. Çocukları… Sarı kanaryası Gülde-ren, genç kız olmuştu artık.

Sonra Ömer… Büyük oğul, afacan oğul… Ardı sıra Öner… Hasta olmasa ne vardı? Yaktı geçti tanıdık bir acı yüreğini. Bir de Sema… Sema ki, orta yaşının gençlik aşısı… Paytak paytak yürüyen, içim içim gülen Sema… 22 şubat 1962’de emekli edildikten sonra maliye müfettişi olarak çalışmaya başlamıştı. Ailesini, “Birileri bu gece gelip size benim nerede olduğumu sorabilirler. Onlara bazı teftişler için İstanbul’a gittiğimi söyleyin” diye öğütlemişti bu yüzden. Karısı, böyle durumlarda kendisi kadar sağlam dururdu. Tehlike anında, yüreğinin atışı kendi kulaklarında çınlasa da, karşısındakiler onun içindeki depremi anlayamazlardı. “Yarın büyük gün olacak” diye geçirdi içinden… Esma ile dört çocuğu emin ellerdeydi. Ağabey gibi sevdiği kayınbiraderi Mustafa Türker de emekli bir subaydı. Kendisi ne kadar ihtilallerin içindeyse, Mustafa o kadar dışmdaydı. En son kayınbiraderiyle sarılıp vedalaşmışlardı. Veda olmaya veda… Hem bu kaçıncı kez, kelle koltukta. Ama yarın… Yann bir başka öpecekti onları, bir başka sarılacaktı hepsine… Yeniden ve ayrı ayrı… 27 mayıs 1960’ta her şey çok gizli olmuştu… Evde o gece ihtilal olacağını yalnızca Esma biliyordu. Çocukların hiçbir şeyden haberi yoktu. Mustafa’yla da gizlice görüşmüş, önemli bir hareket olacağını söylemiş, “Karım, çocuklarım sana emanet” demişti. O gece Esma, kendi evinde kalmış, çocuklarını yatırıp, annesi gibi bildiği ablası Sıdıka da uyuduktan sonra, radyoyu kulağına dayamış, pencere önünde saatlerce zaferin işaretini beklemişti.

Fethi, 27 Mayıs sabahı bir fırsatını bularak evine uğramış, karısını ve çocuklarını “zafer tadında” öpmüş, ardından atmı Ankara sokaklarına sürüp, ihtilal kutlamalarım çığlık çığlığa yaşamıştı. Sonra? İçinde zafer tadını yok eden bir duygu uyandı anılarının depreşmesiyle beraber. Derken, bir öfke kıvılcım aldı. Ne diye onca genç subay kellesini koltuğuna alıp 27 Mayıs’ı yaptı ? Böyle olsun diye mi ? 22 şubat 1962 günü hızla geçti aklından. İhtilalden iki yıl sonra, doğaçlama direnişleri, yeni bir ihtilalin doruğuna ulaşmış, ardından pazarlıklar başlamıştı. Zaferi kendi ellerimizle hükümete teslim ettik… Niye ? Bunu şimdi deşmenin anlamı yoktu. Sinirlerini sağlam tutmalıydı. Olayın hemen ardından, zaferi kime teslim ettilerse, işte onlar tarafından, emeklilik yoluyla ordudan tasfiye edilmişlerdi. Yüzündeki bir kas seğirdi. Eliyle seğiren kasını ovuşturdu. 22 Şubat direnişi safları daha da keskinleştirmişti. Gerginleşen kaslarında dolaşan parmakları onu sakinleştirdi. Herkes onların gücünü anlamıştı. Emekli edilen subaylara kimse “yenilmiş” gözüyle bakmıyordu. Üniformaları yoktu ama, genç subaylar da, Har-biyeliler de eski komutanları Talat Aydemir’i gördükleri yerde selam duruyorlardı.

Ülkede huzursuzluk, istikrarsızlık almış başım gidiyordu ve onlar tek muhalif hareket haline gelmişlerdi. Basında etkin isimler onları destekliyor, öğretim üyeleri görüşmelere katılıyor, siyasetçiler kendileriyle işbirliği yapıyorlardı. 27 Mayıs öncesine benzer bir tablonun ortaya çıkmasına ise en büyük tepki gençlerden geliyordu. Daha bir yıl önce aldığı san çiçekli koltuk takımlannın üzerinde gezdirdi gözlerini. Ordudan emekli edilince, sandıkta biriken parasını almış, evine ilk koltuk takımını getirtmişti. Bu, onun ordudan aldığı son para olmuştu. Adı emekliydi ama emeklilik maaşı yoktu. Bütün haklan elinden alınmıştı. Maaşımı kestiniz de ne oldu ? Sonra daha fazlasını kazanmaya başladım! Ama mesleğim… Ama üniformam!. Nerelere kayıyordu aklı böyle bir zamanda. Kendisine şaşırdı. Sabırsızlıkla dışanyı kolaçan etti. Gelen giden yoktu. Harekât planını bir kez daha geçirdi zihninden. Düğmeye basacaktan yer evine ne kadar da yakındı… Aylardır bu planı düşünüyordu zaten.

Tekrarlamasına gerek yoktu. Biraz sonra hiçbir şey düşünmeye zamanı olmayacaktı. Fitil ateşlendiği anda, hızla daralan, patlamalara hazır bir döngünün içine girmiş olacaktı. Hem belki de son kez oturuyordu evinde. Ölümüne girmemiş miydi bu davaya? Risk büyük değil miydi ? Bir kurşuna hedef olma olasılığı çok mu uzaktı? Ya da… “Kaybetmek” riskini hızla sildi düşüncesinden. Yeniden döndü kaldığı yere… Yıllarca hiç yakınmadan salondaki divanlarda konuklarını ağırlayan Esma nasıl da sevinmişti koltuk takımlanna… Onun sevincine şaşırmıştı. Demek ki özenmişti Esma. Özenmişti de hiç belli etmemişti. Oysa onun bu koltuklara oturacak neredeyse hiç zamanı olmuyordu. Çocuklar, yemek, çamaşır, temizlik, bulaşık… Yalnızca onlar olsa iyi… Hiç bitmeyen konuklar, hiç bitmeyen konuklara yapılan hiç bitmeyen servisler… Harbiyeliler az mı oturmuşlardı bu koltuklarda? Esma, bir gün olsun “of dememişti. İkramını yapınca, içeride bir yerlere çekilirdi… Erol Dinçer’in o çok tanıdık sesine döndü. “Vakit daraldı” diyordu. Ağır aksak, insanı deliye çeviren bir uyuşuklukta ilerleyen zaman epeyce yol almıştı gerçekten de. Şaştı. “Yann büyük gün olacak” diye düşündü yeniden.

Damarlarındaki kan coşkun bir ırmak gibi vücudunda yol alıyor, bedenini enerjiyle dolduruyordu. Bu kez tehlike de, zafer de daha büyük olacaktı. Cenk var cenk, ruhumuza denk! ihtilal içimizde hevenk hevenk!. Evden çıkıp Erol Dinçer’in arabasıyla yola çıktılar. Zaman bir bobinden boşalan tel gibi hızla akmaya başladı. Sedat Ünal’ı bazı hazırlıkları yapmak üzere Gülhane Hastanesi’nin önünde bıraktılar, Balgat’a doğru ilerlediler. Söğütözü’nde, gözlerden uzak bir arazinin önünde Erol Dinçer arabayı park etti. Çılgın bir geceye doğru yol aldığını bilmeyen Söğütözü’nün mahmur karanlığı, ihtilalcilerin üzerini siyah bir tül gibi örtmüştü. Sivil giysilerini çıkarıp, üniformalarını giymeye başladılar. “Çabuk olalım gençler” dedi Fethi Gürcan… Binici pantolonu, formunu yitirmeyen bedenine aynı rahatlıkla oturmuştu. Açık haki gömleğinin üzerine koyu haki ceketini giydi. Şimdi yeniden Binbaşı Fethi Gürcan’dı. Kemerini kuşandı, silah tutmaya alışık elleriyle tabancasını beline yerleştirdi. Harekât başlamıştı. İlk hedef Tank Okulu’ydu.

Hemen yola koyuldular. Ağrı Dağı’nm eteklerine otursan, Tendürek Dağı’nı seyredersin… Sağın dağ, solun dağ… Sanki, genişleyip daralan bir vadidesin… Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey’in yeni görev yeri, Doğubeyazıt’ta, İran sınır karakoluydu… Alayın hesap memuru olarak görevlendirilen Mehmet Hamdi Bey, Dünya Savaşı’mn ardından Mustafa Kemal’e gönül verip Kurtuluş Savaşı’na katılmış, alaydan girdiği askerlikte yüzbaşılığa kadar yükselmişti. Doğubeyazıt’a tayin olduğu 1929 yılında, Cumhuriyet devrimleri tam hız yol alıyor, bu hızlı değişim ise toplumun kimi kesimlerinde tepki yaratıyordu. Geçen sürede yaşanan isyanlar bastırılmıştı ama çalkantılar dinmemişti. Dünyada yaşanan ekonomik kriz de, henüz emekleme dönemindeki Cumhuriyet Türkiyesi’ni etkilemeye başlamıştı. Mehmet Hamdi Bey, Halime Hanım ve dört çocuğuyla çıkıp geldiği Doğubeyazıt’ta, Kürt isyanının ortasına düşmüştü. Ağn Dağı’nm eteklerinde, bir yanda soğuk, yokluk ve yaşam tehlikesi, öte yanda onun Cumhuriyet devrimlerine olan inancı vardı. Güçlüklerle savaşmak yaşam biçimi haline gelmişti. Harf Devrimi bir yıl önce ilan edilmişti. Eğer yeni görev yerinde çocukları okula gidebilecek olsalardı, küçük oğlu Fethi, o yıl ilkokula başlayacak, ağabeyi gibi, Arap harflerinden Latin harflerine dönmenin zorluklarını yaşamayacaktı. Ne var ki, sınır karakolu en yakın yerleşme birimine bile çok ama çok uzaktı ve orada bulundukları sürece Çocuklarının eğitimine ara vermek zorundaydı… Doğubeyazıt’a ilk gittiklerinde, bir çadıra yerleşmişlerdi. Sonra erler çok kısa bir sürede kerpiç döküp, mutfak ile iki yatak odasından ibaret bir ev yapmışlardı onlara… Mehmet Hamdi Bey, odalardan birine, ikişer yataktan iki ranza yaptırmıştı çocuklar için. Onlar evlerine yerleşir yerleşmez, Ağrı’nın solukları donduran kışı gelip çatmıştı. Dört kardeş yatak odalarını en çok nefesleriyle ısıtırlardı. 1925 yılında yaşanan Şeyh Said İsyanı’ndan sonra, doğuda, halkı ayaklandırmayı hedefleyen, yollan kesip çatışmalara neden olan Kürt hareketine, İran’da yerleşmiş olan İhsan Nuri elebaşılık ediyordu.

Ağn Dağı’nın yansı Türkiye, yansı İran sınırlan içindeydi ve İran’daki siyasî çetelerin sının kolaylıkla aşması önlene-miyordu. Her gece bir çatışma olurdu. Büyükler, “Üç kişi bizden, beş kişi onlardan ölmüş” diye konuşurlar, çocuklar, “onlar” ya da “bunlar” dan ne kastedildiğini anlamazlardı. Ama elinden silah düşmeyen babalannm, görevi nedeniyle tehlikede olduğunu sezerlerdi. Mehmet Hamdi Bey, para dağıtmak için yollara düşer, kimi zaman karla kaplı yollardan aynı gün dönemezdi. Yine para dağıtmaya gittiği bir gün, dönmek bilmedi. Üç gün geçti, beş gün geçti… Sık sık tecavüz ve çatışma haberleri geliyordu. Halime Hanım, günlerce pencere önünde kocasının yolunu gözlemişti. On beşinci gün, atının üzerinde başında kirlenmiş kocaman bir sargıyla duran Mehmet Hamdi Bey’i görünce, yalınayak fırladı dışanya… Evine girip kansı ve çocuklarıyla özlem giderdikten sonra anlattı başından geçenleri. Dönüş yoluna çıktıktan kısa bir süre sonra, attan düşmüş, başını bir kayaya çarpmıştı. Mehmet Hamdi Bey, düştükten sonrasını anımsamıyordu. Kendisine geldiğinde, bir köy evindeydi. Ev halkıyla konuşunca, bir Kürt aşiretinin kendisini yaralı ve donmak üzereyken bulup tedavi ettiğini anlamıştı. Ayağa kalkıp, yola çıkacak güce ulaşana kadar kalmıştı o evde… “Bu çatışmalar tümüyle bitecek bir gün” dedi Halime Hamm’a, “sorunun temelinde ekonomik ve kültürel yetersizlikler var. Cumhuriyet’in güçlenmesini istemeyen yabancı güçler, doğunun iyi niyetli yoksul halkını, bu çeteleri kullanarak kışkırtmaya çalışıyor.

Oysaki, bu memlekette yaşayan kimse, diğerine düşman değil. Tersi olsa, ben şimdi ölmüş olurdum.” Ağn’da en çok sıkıntısını çektikleri şey giyim eşyasıydı. Yollar kapanmış, dışanyla bağlantılan kesilmişti. Soğuğun, kann cefasını en çok ayaklar çekiyordu ama ayakkabı bulmak olanaksızdı. Farklı renklerde, farklı modellerde de olsa, ayağına uygun bir ayakkabı bulan şanslı sayılıyordu. İhsan ve Fethi’nin de ayaklan, eski ayakkabılarına artık sığmıyordu. Askerler, etraflarında dönüp dolaşan iki çocuğa çarık yapmışlardı. Eve hiçbir zaman sığamayan Fethi, ayağında çank, elinde dürbün, belinde kamayla küçük bir dağ çocuğu olmuştu. Tilki avlarını kaçırmıyordu. Saatler uzayıp, elleri uyuşmaya başlayınca da evini özler, dönüşü iple çekmeye başlardı. Eve gelir gelmez, kendisini sobanın yanma atmadan, Halime Hanım’m sıkı koruması altında olduğundan mı nedir, bedeni hep sıcak olan dört yaşındaki kız kardeşi Nezahat’ı çağırırdı. “Ateş menba! Gel aç göğsünü, sanl da ısıt beni.” Nezahat, koşup ağabeyine sanlır, onun göğsüne kendi nefesini üflerdi. Varsa yoksa kendisinden üç yaş büyük Fethi Ağabey’i… Hep onun peşindeydi… Zor bulunan bir yiyecek, en çok da tadına doyamadıklan tatlı oldu mu, Nezahat uzanıp almazdı sofradan… Fethi’nin dizinin dibine oturur, onun kendisini kaşık kaşık beslemesini beklerdi.

Nezahat doymaya başlayınca, Fethi ilk lokmasını alır, sonra yeniden kardeşine dönerdi. 1930’un yazı geldiğinde, yollar, zorlukla da olsa geçit vermeye başlamıştı. Mehmet Hamdi Bey, hazırlıksız yakalandığı ilk kışa nazire yaparcasına, evinin eksiklerini tamamlıyordu. O eksikleri tamamlarken, dört kardeş de, dağda bayırda bulduklan kedileri, köpekleri evin önüne taşıyorlardı. Yirmi dört kedileri, on iki köpekleri olmuştu. Nasıl ki her biri kendi getirdiği hayvanı tanıyorsa, hayvanlar da gerçek sahiplerini şaşılmıyorlardı. Ağn Dağı’nın etekleri lalelerle süslenmişti. Keklikler ötüp duruyordu. Çocuklar gündüzleri yemyeşil çayırlarda koşturup, akşam yemeği hazırlanınca eve giriyorlardı. Yemek yendikten sonra Fethi yemyeşil çayırlara uzanır, gökyüzünde binlerce umut vaat eden binlerce yıldızı seyrederdi. Nezahat koşup geldiğinde, onun yanma uzanmasına izin verir, kardeşinin elini tutar, gökyüzüne bakmayı sürdürürdü. Yıldızlan niye bu kadar çok sevdiğini bilmiyordu. Ya da biliyordu da ifade edemiyordu. Belki çok ama çok uzun yıllar sonra, yıldızlann karanlığa meydan okuduklannı düşünmüştü. Çocuklar Mehmet Hamdi Bey’in gramofonundan yayılan nağmelerle uyurlardı.

En çok Hafız Burhan dinlerlerdi. Ama araya kadın sesi de girdiği olurdu: Gel gitme, kalmasın gözüm yollarda… “Bakın” derdi, Mehmet Hamdi Bey, “bu hanım, Atatürk’ün huzurunda şarkı söylemiş.” Müzik, gecenin ilerleyen saatlerine kadar evdeki varlığını sürdürürdü: Şu karşıki dağda bir yeşil çadır Çadırın içinde bir civan yatır… Yaz, bahar ve kış birbirini kovalıyordu. Çocukların, Ağrı Da-ğı’nın eteklerinde içlerini en çok ısıtan şey, Halime Hanım’ın döktüğü lokmalar, açtığı böreklerdi. Annesi soğuk ve karlı günlerde lokma dökmeye bahçeye çıkınca, İhsan şemsiyeyi kapıp ona tutardı. Halime Hanım’ın dişlerin arasında gıcırdayan taze peynirinin de tadına doyum olmazdı. Mehmet Hamdi Bey, alayın muhasibi olduğundan, yeme içme işleri de ondan soruluyordu. Bölüğü beslemek için her gün bir baş hayvan kesiliyordu. Fethi, koyunların yenilmeyen iç organlarını toplar, eline bir satır alır, onları parçalayıp, hayvanlara pay ederdi. Kışın kediler ve köpekler ısınabilmek için birbirlerine sokulup yattıklarında, yere rengârenk bir battaniye serilmiş gibi görünürdü. Zaman zaman sınır karakoluna gelen Doğubeyazıt’taki süvari birliği ise en çok Fethi’yi heyecanlandırırdı. Askerlerin at üzerindeki kıvrak hareketlerine hayranlıkla bakar, “Büyüyünce süvari olacağım” derdi. Mehmet Hamdi Bey, İran’dan iki midilli almıştı. Onlar yalnızca İhsan ve Fethi’nin değil, evin kızlarının da neşe kaynağıydı. Evin büyük kızı Nefise kraliçe sıfatıyla midillilerden birine bindirilir, Nezahat onun nedimesi olarak diğer ata yerleşir, iki erkek kardeş de onları gezdirirlerdi.

Tam üç yıl geçirmişlerdi böyle… Yıl 1932’ye dayandığında, isyanlar büyük ölçüde bastırıldı; Mehmet Hamdi Bey’in tayini de Erzincan’a çıktı. Bir mart ayıydı; atların, kızakların üzerinde yola çıktılar. Ağrı’dan, Erzincan’a… On iki kişilik bir manga onlara eşlik ediyordu. Her yer kar içindeydi. Yola çıkışlarından bir süre sonra karşı tepeden mavzeri omzunda, doludizgin gelen köylüyü görünce hepsi tedirgin oldular. Ama adam daha yaklaşmadan olanca sesiyle bağırdı: “İki aşiret dövüşeceğiz, çıkın buradan, sizin başınıza bir şey gelmesin!” Hızla uzaklaşıp, en yakın karakola ulaştılar. Yemek yiyip biraz ısındıktan sonra, Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey çocuklara birer yudum kanyak içirdi ve yeniden yola koyuldular. Hava çok soğuktu ve kar onları umursamadan yağıyordu. Yağış bir süre sonra tipiye dönüştü. Atlar daha ikinci adımlarını atmadan altları karla doluyordu. Karakola geri dönmek zorunda kaldılar. Hava biraz açınca yeniden yola çıktılar. Ancak bu kez tipi fena bastırdı. îki yanları kayalarla çevrili bir vadide yol almaya çalışıyorlardı. Artık vadi de, gökyüzü de kaybolmuştu.

Yer beyaz, gök beyazdı. Birbirlerini bile göremez hale gelmişlerdi. Yeniden geri dönmek istiyorlardı ama soğuk ve beyaz bir bulutun içinde hapis kalmışlardı sanki. Ufuk yoktu, yön yoktu. Kimi zaman yol aldıklarını sanıyorlar ya da öyle sanmak istiyorlardı. Nezahat’ın donmak üzere olduğunu fark eden annesi onu kucağına almış, göğsüne bastırmıştı. Ama ısısı küçük kızına yetmiyordu. Kalan son enerjisini kızım konuşturmak için harcıyordu. Bir ara, direncini iyice yitirir gibi olmuş, Mehmet Hamdi Bey’e dönerek, “Efendi çok yoruldum, şu çocuğu biraz da sen al” diye seslenmişti. Mehmet Hamdi Bey, “Başımı bile çeviremiyorum, Allah’a emanet olun” demişti karısına… Halime Hanım’ın kocasından alabileceği bir yanıt değildi bu… Paniği daha çok büyüdü, umudu biraz daha azaldı. Çaresizliğin ortasmdaydılar. On iki saattir küçücük bir alanda dönüp duruyorlardı. Yollarını bulmaya çalışırken, atların tepindi-ği son yer, kayaların arasına yerleşmiş bir Kürt köyüydü. Ama onlar kendilerini hâlâ yolda sanıyorlardı. Damlarında nal seslerini duyan köylüler dışarıya çıktılar.

Palabıyıklı bir Kürt karşılarına dikildiğinde, ne hissedeceklerini şaşırdılar. Öyle de, böyle de ölüme gidiyorlardı. Adam bir yandan yanlarına yaklaşıyor, bir yandan da konuşuyordu. Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey, son bir çabayla silahını doğrulttu: “Ne söyleyeceksen, uzaktan söyle!” Palabıyıklı adam, onları alıp, evine götürdü. Mehmet Hamdi Bey’in parmağı silahının tetiğindeydi. Adamı ailesine yaklaştırmıyordu. Halime Hanım donmak üzere olan kızıyla sobaya doğru koşarken, ev sahibi önüne dikildi ve ona sıra sıra yatan çocuklarını işaret ederek, küçük kızı kendi çocuklarının arasına yatırmasını istedi. Onu donmaktan kurtaracak şey, ancak vücut ısısı olabilirdi. Tipi dinene kadar orada beklediler. Güneş açtığında yeniden yola çıktılar ve soğuktan donmuş üç ayrı çobana rastladılar. Ağrı’dan Erzincan’a yolculuk otuz sekiz gün sürdü… Fethi, ilkokulu bitirmişti… Yüzbaşı Mehmet Hamdi Bey’in izinden gidecekti ama bir farkla. Babası alaylı bir askerdi, o ise okullu bir asker olacaktı. Ne var ki, hayatım savaşların içinde geçirmiş olan Mehmet Hamdi Bey, küçük oğlunun asker olmasını istemiyordu. Balkan Savaşları’m görmüş, Dünya Savaşı’nda, Kurtuluş Savaşı’nda çarpışmıştı. Yanı başında vurulan silah arkadaşlarının ölümlerine tanık olmuş, sayısız acılar yüreğinde yer etmişti.

Yıllarca oradan oraya tayin olmuş, uzun yolculuklarda perişanlığı, yokluğu, sefaleti yaşamıştı. Fethi, babasının bütün karşı çıkışlarına rağmen, gizlice askerî okula kaydım yaptırdı. Çocuk yüreği, bütün zorlukların üstesinden gelecek güçteydi. Cumhuriyet’le birlikte doğmuş, onunla birlikte emeklemişti. Annesi ve babası zorluklar içinde büyüttükleri çocuklarının mutluluklanyla gurur duyuyordu. Şimdi uzaklara gidince, ailesini özleyecekti. Özlemden biraz ürker gibi olduysa da, henüz tadını bilmediği aile özlemi, asker olma özleminin yanında küçük kalıyordu. Konya Askerî Ortaokulu’na gideceği kesinleşir kesinleşmez, büyüdüğünü hissetti. Babası için de artık onun karannı desteklemekten başka çare kalmamıştı. Doğduğu şehirde, yeni bir yolculuğa başlıyordu. Ailesi Trakya’da, o epeyce uzaklarda… Uçsuz bucaksız bir ovada… Uçsuz bucaksız ovanın, geniş mekânı, Konya Askeri Orta-okulu’nda… Annesinin döktüğü lokmaları, Nezahat’m sarılmalarını, ablası Nefıse’yle yaptıkları sohbetleri özlüyordu. Ağabeyi İh-san’la kavgalannı da… Aralarında üç yaş olan İhsan ve Fethi kavgaya başladılar mı sonu gelmez, üstleri başlan yırtık içinde kalırdı. Çocuklarını yoktan var edip giydiren Halime Hanım, onlann kavgalanndan çok, birbirlerinin üstlerini başlanm yırtmalanna kızardı. İhsan ve Fethi her kavgadan sonra savaştan çıkmış gibi olurlar, Halime Hanım, söylene söylene onlann yırtılan pantolon-lannı, sökülen kazaklanm onanr dururdu. Bir gün iki kardeş yine kavgaya tutuşmuşlardı.

Halime Hanım o kadar çok hırslanmış-tı ki, ikisini de çınlçıplak soyup bir odaya tıkmış, “Şimdi istediğiniz kadar kavga edin” demişti. Fethi, askerî okulda, akşam olup da yatağa girdiğinde, babasının sesi kulaklarına tatlı bir uğultu gibi yerleşir, dudaklarına bir gülümseme otururdu. Ah o sıcacık soba başlan… Mehmet Hamdi Bey, akşam yemeklerinin ardından, Binbir Gece Masallarının kapağmı açtığında, çocuklar sevinçle onun etrafını sarar, Halime Hanım ise günün bütün yorgunluğunun üzerine yağdığını sanırdı. Mehmet Hamdi Bey okurken, çocuklardan biri son sesiyle, “Annem uyuyor” diye bağmr, Halime Hanım bu sesle yerinden sıçrar ve her seferinde, “Uyumuyorum” derdi. “Söyle bakalım nerede kaldı?” diye tuttururdu bu kez de çocuklar. Onun verdiği yanıt üzerine hepsi gülüşürlerdi. Çünkü anneleri en az iki sayfa öncede kalmış olurdu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir