P. N. Elrod – Ben, Strahd – Bir Vampirin Aniları

Dışarıda parlak ve sıcak bir gündoğumu olmasına karşın şatonun bu bölümünde tek bir pencere bile yoktu. Van Richten yolunu elinde sıkı sıkı tuttuğu bir fenerle kendisi aydınlatmak zorundaydı. Kabaca yontulmuş taşlardan yapılmış spiral merdivenin son basamağında durdu soluğunu tuttu, ve elindeki feneri ince bedeninin elverdiğince yukarı kaldırdı. Fenerin cılız ışıltısı, koyu karanlığı ancak birkaç metre geriye itebilmeye yaramıştı. Van Richten’in odada kendisi için tehlike oluşturabilecek kimsenin olmadığını görmesine güçlükle yetecek kadar. Fakat bu gerçek, tabii ki, burada hiçbir anlam taşımıyordu. Arkasına dönüp geldiği yola göz gezdirdi. Soğuk taş yuvarlak, keskin bir dönüşle mutlak karanlığa ve mutlak sessizliğe doğru iniyordu. Merdivenleri tırmanırken duvara sürtünen sol elinin parmak uçları hâlâ soğuktan uyuşmuş durumdaydı; sanki taş, parmaklarının tüm sıcaklığını emip bitirmiş gibiydi. Ağzının sadece küçük bir köşesinde beliren pişmanlık dolu bir gülümseme eşliğinde hissiz elini esnetti. Böyle efendiye böyle şato, diye düşündü ve önündeki odaya dönmesiyle silik gülümsemesi kayboldu. Oda şatonun tam kalbi ya da en azından yaşamsal kısımlarından biri olmalıydı. Yüksek duvarların her biri kitaplarla doluydu -yüzlerce, binlerce kitap, Van Richten’in elli yıllık, garip, bilgiye adanmış yaşamında gördüğü tüm kitaplardan daha fazlası. Fenerinin sarı ışığında, özenle yağlanmış deri ciltlerden ve yaldızlı başlıklardan ışıltılar yansıyordu, bir cevherin nadir parıltısı ve her ne yapılırsa yapılsın tekrar eski günlerine dönemeyecek kadar eski olduğu belli olan bir cildin tek düze görüntüsü. Ancak asıl önemli olan, dış görünüş değil o kapağın altında yatanlardı.


Van Richten kitapların kokusunu derin derin soludu ve kalbinin biraz daha hızlı çarpmaya başladığını hissetti. Eğer canavarın bir zayıf yönü varsa, ki hemen hepsinin bir tür zayıflığı olurdu, belki de bu odadakiler incelenerek anlaşılabilirdi. Okuduğu kitaplara bakarak bir insanı tanımak mümkün olduğuna göre, duvarları sıkı sıkı dolduran bu kitaplara bakarak bir ipucu bulmak da mümkün olabilirdi. Van Richten yüzüne yayılmak üzere olan yeni bir gülümsemeyi bastırdı. Kont Strahd Von Zarovich’i artık sadece bir insan olarak değerlendirmek mantık sınırlarının dışmdaydı, oysa buralarda yaşayanlar onun gerçek doğasından pek de haberdar değil gibilerdi. İnsani özelliklerini kaybetmişti… kim bilir kaç yüzyıl önce? Ve bu zaman zarfında kim bilir kaç bahtsızın hayatına ve ruhlarının mutsuzluğuna ve ıstırabına ne uğruna neden olmuştu? Ancak şimdi bunları düşünmenin sırası değil. Zaman çok kısa, hayat çok kısa. Önünde çalışmak için tüm bir günü vardı, yaz ortasıydı, kesinlikle yılın en uzun günü, ancak önündeki işin ne kadar zorlu olduğunu anladığında günün gerektiğinden çok daha kısa olduğunu fark etti, ve acaba nereden başlamalıydı? Hızlı hareketlerle duvarlardaki şamdanlarda bulduğu mumları yakmaya başladı. Kara gölgeler isteksizce geri çekildiler. Oda şatonun geri kalanı gibi soğuk olmasına rağmen, Van Richten büyük şömineye dokunmamaya karar verdi. Yanında getirmeyi akıl ettiği paltosu ve içine giydiği iki kat kazakla yeterince rahattı. Üstelik, hain dumanlar herkese şatoda birilerinin bulunduğunu belli edecekti ve Van Richten’in ziyaretini mümkün olduğunca gizli tutmak için mükemmel nedenleri vardı. Tabi ki çingeneler ondan haberdardılar, çünkü onların yardımı olmadan hiç kimse bölgeye giremez ya da dışarı çıkamazdı. Kendisini Ravenloft Şatosu’nun etrafını kaplayan zehirli sise kadar götürecek bir rehber bulabilmek için yüklü bir ödeme yapması gerekmişti. Sisin zehrini etkisiz kılacak iksiri de ayrıca satmışlardı, ancak iksirin ikinci dozu için yarı fiyatı almışlardı -bir daha geri dönmesini beklemediklerini gösteren meşum bir işaret.

Yüzyıllar boyunca, birçok cesur kaşif, tepeden tırnağa silahlanmış ve güçlü büyülerle donanmış olarak, çevredekilerin deyimiyle, ‘İblis Strahd’a gününü göstermek için şatoya girmişti. Hiçbiri geri dönmemişti -en azından içeriye girdiği haliyle geri dönen olmamıştı. Tek başına, orta yaşlı bir otacının [1] ne gibi bir şansı olabilirdi ki? Hiç, diye itiraf etti kendi kendine. Yine de bildiği bazı şeyler vardı ve bunlara dayanarak yaşamını ortaya koymaya hazırdı. Eğer yanılıyorsa… evet, ölmekten de kötü şeyler vardı, ancak son bir çare olarak hazırladığı bir kaçış yolu bulunuyordu. Pek hoş değildi ama diğer seçenekten iyiydi. Sonuç olarak çingeneler parasını alıp onu kaderiyle baş başa bırakmamışlardı. Van Richten, Strahd’ın şatoda olduğunu bildiğinden emindi ancak Strahd’ın kendisine karşı hiçbir şey yapmayacağından da kuşku duymuyordu. Düzeltme, Strahd’ın ona karşı hiçbir şey yapamayacağından. Van Richten’in gerçeği tahmin etmesi neredeyse on yıl sürmüş, emin olmak içinse bir beş yıl daha beklemesi gerekmişti ve bu gün, bu yaz ortası gününde, tahminin doğruluğu Ravenloft Şatosu’na elini kolunu sallayarak girmesiyle kanıtlanmıştı. Bu on beş sene içerisinde şatoda hiçbir yaşam belirtisi görülmemişti. gölgesinde kurulmuş olan kasabadaki tüccarlar tüm bu süre içerisinde hiçbir sipariş almamışlardı. Hatta en genç olanları ticaretin durmasından şikayet etmişti. Babası refah adına bir şeyler biliyordu ama bu günler, adam yitirilmiş kazançları için abartılı bir hareketle, umutsuzlukla ellerini iki yana açmıştı. Diğerleri sessiz kalmışlar ya da ona bakarak acı acı gülümsemişlerdi.

On beş yıl boyunca Lord Strahd vergileri almamıştı, ancak kasaba reisinin [2] de gururla belirttiği gibi vergiler görev bilinci içinde toplanmış ve biriktirilmişti. Bu görevi yerine getirmekte başarısız olmuş ve gerçekten de çok kötü sonlarla karşılaşmış olan kasaba reisleriyle ilgili pek çok kocakarı hikayesi vardı. Kuşkusuz bunlar sadece kocakarı hikayeleriydi, ama kimi zaman böyle hikayelerde bir parça gerçek payı bulunurdu. Sonuç olarak, ne kasaba reisi ne de kasabalılardan herhangi biri efendilerinin canını sıkmayı göze alamazdı. Para ki artık epeyce bir miktara ulaşmıştı, kasabanın merkezindeki özel bir evde saklanıyordu. hırsızlar? Hayır. Hırsızlardan korkuları yoktu. Çingeneler bile o paraya dokunmaya cesaret edemezlerdi. Yine bu süre içerisinde bir zamanlar sıradan bir olay olan garip ve açıklanamayan ölümler çok azalmıştı. En alımlı çağlarındaki genç kızlar artık hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuyorlardı – tabii sevgilileriyle kaçmaya karar vermedilerse. On beş yıldır göreceli bir huzur vardı; on beş yıldır geceler eskisi kadar karanlık değildi; on beş yıldır Strahd… onları rahat bırakmıştı. Bazıları, ihtiyatla, belki de Ölüm’ün sonunda onu aldığını fısıldıyorlardı. Fakat eğer öyle idiyse zehirli gazdan oluşan sisler neden hâlâ şatonun çevresini sarıyordu. kimsenin buna verecek bir yanıtı yoktu ve kimse de bir yanıt bulmaya meraklı değildi. Çingenelere sorabilirdiniz; onlar her şeyi bilirlerdi.

Evet, ve her şeyi de anlatırlardı. Strahd’a. En iyisi sormamak; yanıttan hoşlanmayabilirdiniz. Ancak Van Richten yanıtı bildiğinden emindi. Kadim Strahd, toprağın ta kendisi olan Strahd, Barovia’nın büyük ve berbat efendisi Strahd -dahi büyücü, acımasız katil- şu anda en güçsüz durumundaydı. Vampir Strahd Von Zarovich kış uykusundaydı. Yaşayan ölüler konusunda hemen her ölümlüden daha fazla bilgili olan Van Richten, şatonun efendisinin uyku olmayan uykusundan en az birkaç yıl daha kalkamayacağından oldukça emindi. Şu anda bulunduğu yerde olması -ve Strahd’ın hortlakları ya da zombileriyle karşılaşmamış olmasıyeterli kanıtı sağlıyordu. Belki de istirahat yılları uzayınca Strahd’ın kara büyüleri etkilerini yitirmişlerdi. Fakat Van Richten sadece oldukça emindi. Bu yüzden kendisine araştırma için bir gün vermişti. Sadece bu odadaki nadir kitaplara dalarak bile aylar geçirebilirdi, ancak gereksiz yere risk almayı istemiyordu. Şimdilik göze almayı planladığı, canavarın uyuşmuş bilincini bir kereliğine rahatsız etmekten ibaretti. Belki daha sonra, bir ya da iki yıl sonra, vampir ağır rüyalarına tekrar gömüldüğünde geri dönerdi… ve o zaman tek başına olmazdı. Fakat gelecekteki bu sefer için Van Richten’in daha fazla bilgiye gereksinimi vardı.

Gerçeklere gereksinimi vardı, söylentilere, masallara ya da abartılı hikayelere değil. Mumların ışığında nereden başlayacağına dair bir ipucu bulabilmek için etrafa bakındı. Kitapların büyük maddi değerinin vurgusu olmadan bile çalışma odası oldukça zengin bir yerdi. Zengin tahta süslemeler, kalın halı ve davetkar koltuk ve kanepeler, Strahd’ın bir canavar olmasına rağmen rahatına düşkün olduğunun birer göstergesiydiler. Özel bir sanat eseri gören Van Richten’in yüzünde şaşkın bir ifade belirdi. Eh, doğrusu van Zarovich’in kesinlikle mükemmel bir zevki vardı. İşlemelerle süslü şömine rafının üzerinde genç bir kadının dev bir portresi asılıydı. Kızın nefes kesici bir güzelliği vardı ve resim sadece dış güzelliğini değil ruhunun yaşam dolu saflığını da yakalayabilecek kadar yetenekli bir ressam tarafından yapılmıştı. Üzerinde ne bir tarih ne de bir imza görülüyordu ama kızın üzerindeki giysilerden, boyaların ıslak olduğu zamandan bu yana en az birkaç yüzyıl geçtiği anlaşılıyordu. Olağanüstüydü, büyüleyiciydi… ve çoktan ölmüştü. Hatta belki de kontun ilk kurbanlarından biriydi. Eğer öyleyse acı bir kaderi olmuş olmalıydı. Van Richten’in bu konuyu düşünmek için ne isteği ne de zamanı vardı. Şu anda onun amacı diğer genç kızların bu gibi dehşetlerden kurtarılmasını sağlamaktı. Odanın tam ortasında alçak ve kocaman bir masa vardı.

Öylesine çok cilalanmıştı ki mumların ışıkları yüzeyinden bir aynaymışçasına yansıyordu. Pürüzsüz ve parlak, tek bir toz bile yoktu… Van Richten tozun bulunmayışının ne anlama gelebileceğini değerlendirirken bir an donup kaldı. Biraz düşündükten sonra yutkundu ve kalbinin göğsündeki her zamanki yerine geri gitmesini diledi. Belirlemek imkansız olsa da Strahd’ın odanın içindekileri, uyuduğu süre boyunca koruyacak bir çeşit büyü yerleştirmiş olduğunu varsaymak mantıklıydı. Bu kırılgan ciltlere, tozun, kurtların ve farelerin ne zararlar verebileceğini kim bilebilirdi. Belli ki Strahd biliyordu ve önlemini almıştı. Masanın üzerinde büyük bir kitap ve üzeri yazılı birkaç tomar kağıt durmaktaydı. Hemen yanlarında bir mürekkep hokkası ve hepsi de mükemmel bir şekilde yontulmuş ince uçlu, kullanılmaya hazır birkaç kalem vardı. Bir sandalye masadan geriye itilmiş halde duruyordu, sanki odada son bulunan kimse biraz önce çıkmış ve giderken de sandalyeyi yerine itmeye gerek görmemiş gibiydi. Sanki her an geri gelebilirmiş gibi. Van Richten bu düşünceyi kafasından attı. Eğer Strahd aktif durumda olsaydı şimdiye kadar çoktan bir şeyler yapardı. Efendi uykudaydı ve şatosu da, hayal meyal anımsanan masallardaki şatolar gibi, onunla aynı durumdaydı. Zaten Mordentshirelı küçük otacının, kendisini bekleyen tehlikelerin ve yaşayan… ve de yaşamayan muhafızların bilincinde olarak büyük kapılardan geçebilmesi bu sayede olmuştu. Taş tüneklerinden kendisine bakan ejderhaların ve gargoylların ve etrafında dolaştığını hissettiği ya da hayal ettiği tüm o gölgelerin arasından geçmek zorlu bir yürüyüş olmuştu.

Ama başarmıştı. Tuzaklar hâlâ çalışıyordu ama kişi gerekli hünerlere sahipse bunlardan kurtulabiliyordu. İçeri girmişti ve daha da önemlisi dışarı çıkmayı umuyordu. Masaya doğru ilerledi ve antika ahşabın çizilmesini önlemek için bir deste sararmış kağıt çekerek fenerini yerleştirdi. Sen yaşlı aptalın tekisin, rudolph, diye söylendi kendi kendine. Fakat el emeğine karşı içten gelen bir saygısı vardı ve sahibi ne kadar korkunç olursa olsun masa güzel bir sanat eseriydi. Dikkatle ve oldukça gergin bir şekilde ellerini kitabın deri cildinin üzerinde gezdirdi. Garip bir dokunuşu vardı, garip ve itici, sanki şeyden yapılmış gibi… garip derinin ne olduğunu fark ettiğinde birden ellerini geri çekti. Lanet olası canavar. Böylesi bir iğrençliği yapabilecek olan şeye lanet olsun. Kitabın kurbanının ruhu için kısa bir dua okuduktan sonra derin bir nefes aldı ve hızlı bir harekede kapağı açtı. Bu tam olarak bir kitap sayılmazdı. Daha çok, gevşek bir şekilde birbirine tutturulmuş ve gerektiğinde daha fazla sayfa eklenebilecek ya da çıkartılabilecek şekilde yapılmış bir yapraklar topluluğuydu. Parşömen yapraklardan bazıları krem rengiydi, kalın ve sağlamdılar. Pek çok yaşam süresi boyunca dayanacak şekilde yapılmışlardı.

Diğerleri ince ve yıpranmışlardı. Geçen zamandan sararmışlardı ve çevirdikçe tedirgin edici bir şekilde çatırdıyorlardı. Ne süslü çizimler ne de kenar çizgileri vardı. Sadece siyah mürekkeple yazılmış satırlar. Akıcı el yazısını okumak başta biraz güçtü; yazarın kullandığı kaligrafi tarzı üç yüz yıldır pek kullanılmıyordu. İçindekiler kısmı yoktu ama atılmış olan tarihlere bakılırsa bu bir tarihçeydi. İlk sayfayı açtı ve okumaya başladı: Ben, Strahd, Barovia lordu, iyi biliyorum ki hükümdarlığım sırasında gelişen olaylar, tarihi kaydetmek yerine çarpıtmakta usta olanlar tarafından korkunç biçimde yanlış anlatılmıştır. Bu yüzden olayların bir kaydını tutmaya karar verdim ki sonunda gerçekler anlaşılsın… Van Richten’in nefesi kesilir gibi oldu. Tüm tanrılar adına, bu kişisel bir günce miydi? Kısım Bir Bölüm Bir On İkinci Ay, 347 “Kampta bir hain var, biliyor musun?” dedi Alek Gwilym. Gözlerini bana değil masanın üzerinde duran şişeye dikmişti. Koyu yeşil şişenin zarif şeklini, bir ressamın son derece güzel bir modele hayranlık dolu bakışına benzer bir tavırla inceledi. Estetik duygusunu tatmin ettiği uzun bir duraklamadan sonra, diğer duyularını da tatmin etmek amacıyla kibarca şişeye uzandı. Dokunuş, ellerinin şişenin tozlu yüzeyini kavramasıyla ve koku, mantar açılıp şarap havayla buluştuğunda. Tat, daha sonra gelecekti. Bu tür ritüeller benim için pek bir anlam ifade etmiyordu, ancak Alek’in bu süreçten aldığı zevke saygı duymayı öğrenmiştim.

Bakışları bir an için bana yöneldiğinde tek kaşımı kaldırarak baktım. “Sanırım seni öldürmeye çalışacak,” diye ekledi aynı miskin edayla. “Her kampta her zaman hainler olmuştur. Birilerini öldürmek zorundalar.” “Bu seferkini ciddiye almalısın, Strahd. Bu sefer durum gerçekten ciddi.” On beş yıldır omuz omuza savaştığımız için yalnızken ilk adımı kullanması doğaldı. Ancak bu kez beni rahatsız etti; belki de hafif bir akıl verme edasıyla söylemiş olmasmdandı. Bu seferkinin neden diğerlerinden farklı olduğunu sormam beklenirdi, ancak sessiz kaldım. Önünde sonunda söyleyecekti. Alek askerler arasında dolaşan bilmeye değer her söylentiyi daima bilirdi ve alaycı ve mesafeli tavırlarına rağmen gerçekten ilginç olan bir şeyi birilerine söylemeden duramazdı. Şaraba uzandı ve çok eski bir macerada edindiği altın bir kadehe bir miktar doldurdu. Ağır, kırmızı buhar, sürüklenerek benim duyularımı da harekete geçirdi. Çok lezzetli olacağından emindim ancak yemekle birlikte içmediğim takdirde ikinci kadehten sonra başım ağrımaya başlayacaktı. Alek gözlerini kapayarak yavaşça bir yudum aldı ve lezzetin tüm inceliklerinin tadına varabilmek için birkaç damlayı dilinin üzerinde gezdirdi.

Son damla da gittiğinde gözlerini açtı ve bana kırgın bir gülümsemeyle baktı. “Başka kim olsa kılıcını boğazıma dayayıp açıklamamı isterdi, oysa karşımda, fare deliğinin önünde bekleyen bir kedi gibi oturmuş, kaçınılmaz olanın gerçekleşmesini bekliyorsun.” Hiçbir şey söylemedim. Duyduklarını paylaşma isteğine daha fazla dayanamadı. Kadehini masaya koydu ve onu duyabilecek kadar yakınımızda hiç kimse olmamasına rağmen kulağıma doğru eğildi ve, “Hain bir Ba’al Verzi suikastçısı, Strahd,” diye fısıldadı. Bu ismin söylenmesi ile birlikte oyun oynama zamanı sona ermişti. İçimde büyüyen öfkeyi bastırmaya çalışarak oturduğum yerde doğruldum. “Kim? Buna kim cüret edebilir?” Başını iki yana salladı. “Eğer bilseydim şimdi ölmüş olurdu.” “Bunu nasıl öğrendin?” “Yaralılarımızın birinden. Bu bilgi sayesinde özel bir ilgi görebileceğini umuyordu. Maalesef söylemek için gereğinden fazla bekledi ve öldü.” “Leydi Ilona hâlâ onunla iletişim kurmanın bir yolunu bulabilir.” “Bunu zaten denettirdim. Sana biraz önce söylediğimden fazlasını ortaya çıkartamadı.

” “Onu geri getirin.” “Bu da denendi. Leydi Ilona senin tehlikede olduğunu fark edince gerekli hazırlıkları hemen yaptı ve büyüyü gerçekleştirdi.” Bir elini yukarı açarak ekledi. “Sonuç, hiçbir şey.” “Neden?” “Ben de Leydi Ilona’ya bunu sordum. Dediğine göre adam büyüyü kaldıracak kadar güçlü değilmiş. Aklıma başka alternatifler de geldi ama hiç biri işe yaramazdı.” Ilona ve Alek kuşkusuz mümkün olan her şeyi denemişlerdi. “Bunu bilen başka kim var?” “Hiç kimse. Diğer yaralılar da sorgulanıyor. Şu ana kadar suikastçı hakkında bilgisi olan başka kimse yok.” “Tabi katil sen değilsen.” “Mükemmel bir nokta, lordum,” dedi yansız bir sesle. “Ben de ilk bu İhtimali göz önüne alacağınızı düşünmüştüm.

Yine de şansımı deneyip sizi uyarmaya karar verdim.” “Akıllıca bir davranış. Nasıl olsa Ilona bana söyleyecekti. Yalnız, eğer beni aradan çıkartmak niyetindeyseniz lütfen daha sonra dikkatinizin gevşemesine izin vermeyin, çünkü garanti ederim ki Ba’al Verzi hâlâ uygun anı kolluyor olacaktır.” Gerçekten de öyleydi. Bu katiller loncasının en büyük silahı hileydi. Bir zamanlar, arsızca, açıktan açığa iş görüyorlardı, ta ki katı yasalar ve sıkça uygulanan idamlar onları bir gölgeler topluluğuna dönüştürünceye dek. En eski dostun, en sadık uşağın, hatta, tanrılar adına, seni doğuran annen bile bir Ba’al Verzi olabilirdi. Yöntemleri sırların içinde sırdı ve seni öldürmek için onlardan biri kiralanmışsa… eh, o zaman ölürdün. Eğer sen daha önce onu öldüremezsen. Ba’al Verziler kurbanları konusunda garip bir sportmenlik anlayışına sahiptiler. Eğer üyelerinden biri yakalanır ve durdurulursa suikast iptal edilir ve asla tamamlanmazdı. Hedef yaşama hakkını kazanmış ve unvanını hak etmeyen bir suikastçı da böylelikle saflarından eksilmiş olurdu. “Neden?” diye sordum tekrar. “Savaş sona erdi.

Artık ölümümden hangi düşmanım fayda sağlayabilir?” “Adamın sözleri tam olarak şöyleydi: ‘Ba’al Verzi’den sakının. Büyük hain her şeyi kendisi için istiyor.’ bence söz konusu kişi dostlarından biri… onlara dost diyebilirsek, tabi.” Doğru. Benim pozisyonumda birinin dostları olması lükstü. Zaten dost edinme sanatı hiçbir zaman geliştirmeye çalıştığım yönlerimden biri olmamıştı. Birlikte çalıştığım ya da komuta ettiğim tüm insanlar arasında Alek Gwilym bu pozisyona en yakın olan kimseydi. Savaş alanındaki hüneri ve hızlı zekasıyla, ordularımda baş yaverim olarak yerini bileğinin hakkıyla kazanmıştı, ki bu da başlangıçta bir paralı asker olarak kuvvetlerimize katılan biri için -bir yabancı olması da cabası- ufak bir başarı sayılmazdı. Dediğine göre kendi memleketi o kadar uzaktaydı ki adı bize hiçbir şey ifade etmeyecekti, bu yüzden hiçbir zaman nereden geldiğini söylememişti. Dürüst olmak gerekirse birbirimizden hoşlandığımızı söyleyemezdim ama birlikte iyi çalışıyorduk ve aramızdaki karşılıklı saygı hiç de az değildi. “Adam ya da kadın, ortaya çıkartılıncaya kadar hiç kimseye güvenemezsin. Sağduyu gereği beni de buna dahil etmeni bekliyorum. Buna gücenmem.” İnce dudakları bir gülümsemeyle kıvrıldı ve sandalyesine geri oturdu. “Bunu duymak beni çok rahatlattı,” dedim.

“Alınması gereken önlemleri hatırlatmama gerek yoktur.” “Hayır,” diye onayladım ve çadırımın hemen dışında beklemekte olan muhafızlara seslendim. İkisi de olabildiğince sessiz bir şekilde içeriye koştular ve emirlerimi beklediler. Eğer talimatlarım onları şaşırttıysa da bunu hiç belli etmediler, çünkü iyi eğitimli ve benim davranışlarıma alışkın askerlerdi. Biri içeride beklerken diğeri nöbet için iki kişi daha çağırmaya gitti. Bundan böyle, haini bulana kadar, uyur ya da uyanıkken, yalnız kalmayacaktım. Ba’al Verzilerin sadece kurbanları yalnız olduğunda, karakteristik silahları olan bir hançerle saldırdığı bilinirdi. En azından zehirlenmek, boğulmak ya da bir okla vurulmaktan endişe etmeyecektim. Ne büyük rahatlık, diye düşündüm, alaycı bir şekilde.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir