Patrick Modiano – Yıkıntı Çiçekleri

Kasım ayının o pazar akşamında, Abbe-de-1’ Epee Sokağındaydım. Sağır Dilsizler Enstitüsünün yüksek duvarı boyunca yürüyordum. Sol tarafta, Saiııt-Jacques-du Haut-Pas Kilisesinin çan kulesi yükseliyor. Studio des Ursulines Sinemasında film seyrettikten sonra . uğradığım, Saint-Jacques Sokağının köşesindeki bir kahve kalmış aklımda. Kaldırımda, solmuş yapraklar. Ya da eski bir Gaffiot sözlüğünün yanmış sayfaları. Burası okulların ve manastırların bulunduğu bir mahalle. Eskilerden kalma birkaç isim anımsıyorum: Estrapade, Contrescarpe, Tournefort, Pot-de-Fer… Montag-ne-SainteGenevieve’deki bir liseye devam ettiğim günlerden sonra, on sekiz yaşından beri ayak basmadığım yerlerden geçerken bir tür tasa doluyordu içime. Bu mekânların, tıpkı altmışlı yılların başında benim bırakmış olduğum durumda kaldıkları ve o zamandan beri, yani yirmi beş yıldır terk edilmiş oldukları duygusuna kapılıyordum. Gay-Lussac Sokağında – hani bir zamanlar kaldırım taşlarını söküp de barikatlar kurmuş olduğumuz o sakin sokakbir otelin kapısı tuğlayla örülmüştü, pencerelerinin çoğunda da cam yoktu. Ama tabelası hâlâ duvarda asılıydı: Geleceğin Oteli. Hangi gelecek? Yüksek Öğretmen Okulu çıkışında bu otelin küçükbir odasını tutan ve cumartesi akşamları eski okul arkadaşlarını buraya davet eden otuzlu yılların bir öğrencisinin, çoktan geçmiş olmuş geleceği mi? Studio des Ursulines’de bir film görmek için, sıra sıra binaları aşardık. Parmaklıkların ve giriş katında sinemanın bulunduğu panjurlu beyaz evin önünden geçtim. Holde ışık vardı.


Val-de-Grâce’a, yani Jacqueline’le birlikte, markinin onu görmesi tehlikesini azaltmak için saklanmış olduğumuz o sakin bölgeye kadar yürüyebilirdim. Pier-re-Nicole Sokağının ucunda bir otelde oturuyorduk. Jacqueline’in satmış olduğu kürk mantonun parasını yiyerek geçiniyorduk. Pazar öğleden sonraları güneş içindeki sokak. Sevigne Kolejinin karşısındaki tuğla evin taflanları. Sarmaşık, otelin balkonlarını tamamelı kaplardı. Köpek girişteki koridorda uyuklardı. Ulm Sokağına çıktım. Sokak boştu. Kendi kendime, öğrencilerle dolu ve taşramsı bu mahallede bir pazar akşamı sokağın böylesine tenha olmasının hiç de şaşırtıcı olmadığım tekrarlamama karşın, hâlâ Paris’te olup olmadığımı düşünmemezlik edemiyordum. Önümde Pantheon’un kubbesi. Ölümü anımsatan bu tarihi yapının dibinde, ayışığının altında yapayalnız kalma düşüncesinden ürktüm ve Lhomond Sokağına daldım. İrlandalılar Kolejinin önünde durdum. Bir çan sekiz kez çaldı. Belki de kalın ön duvarı sağ.

tarafımda yükselen Sa-int-Esprit tarikatının kilisesinin çanıydı bu. Birkaç adım sonra, Estrapade Alanına vardım. Fosses-Sa-int-Jacques Sokağında 26 numarayı aradım. Karşımda, modern bir bina vardı. Eski bina belli ki, yaklaşık yirmi yıl önce yıkılmıştı. 24 Nisan 1933. Genç bir karı koca bilinmeyen nedenlerle intihar eder. Bir gece önce, Pantheon’un yakınındaki Fosses-Saint-Jacques Sokağının 26 numaralı apartmanında, Bay ve Bayan T.’nin oturduğu evde pek tuhaf şeyler olmuştur. ‘ Bay Urbain T., Kimya Fakültesini birincilikle bitirmiş genç bir mühendis; üç yıl önce, kendisinden bir yaş büyük, yirmi altı yaşında, uzun boylu, narin, güzel bir sarışınla, Bayan Gisele S. ile evlenmişti. Erkek de esmer, hoş bir delikanlıydı. Genç çift, geçen temmuzda, Fosses-Saint-Jacques Sokağı 26 numaradaki apartmanın giriş katında, bir daireye dönüştürdükleri atölyeye yerleşmişti. Cumartesi akşamı, Urbain T.

, karısıyla birlikte dışarıda yemek yemeğe karar verdi. Evlerinden saat on dokuza doğru ayrıldılar. Gecenin ikisine doğru rastgele tanıştıkları iki çiftle birlikte geri döneceklerdi. Hiç duyulmamış biçimde gürültü yaparak, genelde son derece sakin olan bu kiracıların böylesine gürültülü davranışlarını yadırgayan komşularının uyumalarını engellediler. Eğlence, belli ki, başta öngörülmeyen bir biçim almıştı. Sabaha karşı dört sularında konuklar gittiler. Daha sonra, tamamen sessiz geçen bir yarım saatin ardından, iki el silah sesi duyuldu. Saat dokuzda, evinden çıkan bir komşu kadın T.’lerin kapısının önünden geçiyordu. İniltiler duydu. Birdenbire gece patlayan silah seslerini anımsayan kadın, merakla kapıya vurdu. Kapı açıldı ve Gisele T. göründü. Sol göğsünün altında açıkça görünen bir yaradan kan akıyordu. Belli belirsiz mırıldandı: “Kocam! Kocam, öldü!” Birkaç dakika sonra, Komiser Magnan olay yerine geliyordu.

Bir divana yatırılmış Gisele T. inliyordu. Yandaki odada kocasının cesedi bulundu. Cesedin elinde, hâlâ sımsıkı tuttuğu bir tabanca vardı. Tam kalbine isabet eden bir kurşunla intihar etmişti. Cesedin yanında, karalanmış bir mektup bulundu: “Karım kendini öldürdü. Sarhoştuk. Ben de kendimi öldürüyorum. Başka neden aramayın… ” Polis soruşturmasından anlaşıldığı üzere, Urbain ve Gisele T., akşam ‘ yemeğinden . sonra Mont-parnasse’ta bir bara gitmişler. Geçen akşam, Ob-servatoire’ın karanlık bahçelerini arkamda bırakarak Fosses-Saint-Jacques Sokağından Dome ve Ro-tönde kahvelerinin bulunduğu kavşağa kadar yürüdüm. T.’ler de, 1933 yılında, o gece, benimle aynı güzergâhtan gitmiş olmalıydılar. Altmışlı yıllardan beri gitmekten kaçındığım bir yere geldiğim için şaşırmıştım.

Tıpkı Ursulines gibi, Montparnasse semti de bana Uyuyan Güzeli anımsattı. Yirmi yaşındayken, birkaç geceliğine. Delambre Sokağındaki bir otelde kalırken de aynı izlenime kapılmıştım: Montparnasse, daha o zaman, bana, kendi kendine ayakta kalma^ mücadelesi veren ve Paris’in uzağında yavaş yavaş çürüyen bir mahalle gibi gelmişti. Yağmur yağdığında, Odessa ya da Depart Sokağında, kendimi, ahmak ıslatan altında Brötan-ya’da bir limanda sanırdım. Henüz yıkılmamış olan gardan, bu yana ta Brest ya da Lorient kentinden gelen rüzgârlar eserdi. Burada, şölen, çoktan sona ermişti. Eski Jimmy’s’in tabelasının, hâlâ Huyghens Sokağında sallandığını ve bu tabeladan, açık deniz rüzgârının alıp götürdüğü birkaç harfin eksik olduğunu anımsarım. 1933’ün Nisan ayı gazetelerine göre, bu genç çift, Montparnasse’taki gececi barlardan birine ilk kez giriyordu. Akşam yemeğinde içkiyi biraz kaçır-niışlar mıydı? Ya da, yalnızca bir geceliğine, yaşamlarının sakin akışını değiştirmek mi istemişlerdi? Bir tanık, onları, saat yirmi iki • sularında, Raspail Bulvarı 233 numarada bulunan Cafe de la Marine adlı bir diskotekte gördüğünü ısrarla belirtmişti; bir başta tan.ık, yanlarında iki kadınla, Vavin Sokağındaki Isles Kulübünde olduklarını ileri sürmüştü. Polis memurları, kuşku yaratabilecek tanıklıkları engellemek iı;in ölen çiftin resimlerini gösteriyorlardı, çünkü Urbain ve Gisele T. gibi bir sürü sarışın kız ve esmer delikanlı vardı. Birkaç gün boyunca, T.’lerin, Fosses-Saint-Jacques Sokağındaki evlerine götürdükleri iki çiftin kimliklerinin belirlenmesi için çalışıldı, ama sonra soruşturma kapandı. Gisele T.

, aldığı yaralar sonucu yaşamını yitirmeden önce konuşabilmişti ama anımsadığı şeyler çok belirsizdi. Evet, Montparnasse’ta iki kadınla tanışmışlardı, haklarında hiçbir şey bilmediği iki yabancıydı bu kadınlar… Kadınlar onları, Perreux’de bir diskoteğe götürmüşlerdi, orada da iki adam kendilerine katılmıştı. Sonra hep birlikte, kırmızı asarsörlü bir eve gidilmişti. Bu akşam, Montparnasse kulesinin yasa bürüdüğü o kasvetli mahallede, onların ayak izlerinden yürüyorum. Montparnasse kulesi, gündüzleri güneş ışığını engelliyor ve gölgesi Edgar-Quinet Bulvarıyla, çevredeki ■ sokaklara düşüyor. Beton bir duvarın altında ezilmekte olan Coupole’ü arkamda bırakıyorum. Montparnasse’ta bir zamanlar bir gece yaşamının olmasına bile inanmakta güçlük çekiyorum. Delambre Sokağındaki o otelde, tam olarak ne zaman kaldım? 1965’e doğru, Jacqueline’le tanışmamdan sonra ve Avusturya’ya, Viyana’ya gidişimden önce. Yanımdaki odada, yaklaşık otuz beş yaşında bir adam kalıyordu. Koridorda karşılaştığım ve sonuçta tanıştığım sarışın bir adam. Adı neydi? ,De-vez ya da Duvelz gibi bir şey. Her zaman çok özenli giyinir ve ceketinin yakasında bir nişan taşırdı. Birçok, kez, beni, otelin hemen yanındaki bir barda, Rosebud’de birşeyler içmeye davet etmişti. Reddedemiyordum. O barı çok seviyordu.

-Burası çok sevimli… Dişlerinin arasından çıkan bir sesle konuşuyordu. Bir iyi aile çocuğu sesiydi bu. Bana, üç yılı aşkın ‘Afrika’nın- dağları’nda bulunduğunu ve o nişanı, orada kazandığını açıklamıştı. Ama Cezayir Savaşı adamda tiksinti uyandırmıştı. Uzun süre kendine gelememişti. Yakında, Kuzeydeki bir tekstil şirketini yöneten babasının yerine geçecekti. 1 Kısa zamanda bana gerçeği söylemediğinin farkına varmıştım: Şu, ‘tekstil şirketi’ konusunda çok kapalı konuşuyordu. Bir gün, Cezayir’e gidişinden az önce Saint-Maixent Okulunu bitirdiğini, ertesi gün ise tüm öğrenimini İngiltere’de yaptığını söyleyerek, kendisiyle çelişkiye düşüyordu. Kimi zaman da, özenli şivesi yerini işportacılara özgü bir laf kalabalığına bırakıyordu. Şu Duvelz’in -ya da Devez- , birden karanlıkların arasından çıkıp belleğime takılması için, demek ki, o pazar akşamı Montparnasse’ta dölaş-ınam gerekiyormuş. Bir gün, Rennes Sokağında rastlaştığımızı ve bana, Saint-Placide’deki o sevimsiz kavşaktaki bir kahvede – kendi deyişiyle- bir bardak bira ikram ettiğini anımsıyorum. Genç çiftin görüldüğü, Vavin Sokağındaki Ca-baret des İsles, Vikings’in bodrum katındaydı. Vi-kings’in İskandinav havası ve beyaz ahşap döşemeleri, bu Zenci düğün salonu tarzıyla çelişiyordu. Merdivenden inmek yeterliydi: Giriş katındaki Norveç kokteylleri ve ordövrlerinden, birdenbire Martinik Adalarının danslarına dalıveriyordunuz. T’ler o iki kadına burada mı rastlamışlardı? Bence, Raspail Bulvarında, Denfert-Rochereau’ya giderken, Cafe de la Marine’de rastlamış olmalılar.

Aynı Raspail Bulvarının başlangıcında, Duvelz’in benimle Jacqueline’i götürdüğü bir apartman dairesini anımsıyorum. O gün de davetini geri çevirememiş-tim. Neredeyse bir hafta boyunca, ikimizi, bir cumartesi akşamı, bizi tanıştırmak istediği bir kız arkadaşının evine götürmek için dayatıp durmuştu. Kadın kapıyı açtığında, girişteki holün alacakaranlığında, yüzünü pek iyi seçemedim. Sonradan geçtiğimiz salonun, Duvelz’in, Delambre Sokağındaki küçük odasıyla karşılaştırılamayacak derecede lüks oluşu beni şaşırtmıştı. Duvelz oradaydı, Bizi tanıştırdı. Kadının adını unutmuşum: Düzgün yüzlü, esmer bir kadındı; bir yanağında, elmacık kemiği hizasında, büyük bir yara izi vardı. Jacqueline’le ben, kanepede oturuyorduk. Kadın, Duvelz’le aynı yaşta olmalıydı, otuz beş dolayında. Bizi merakla inceliyordu. – İkisi de ne kadar sevimli değil mi? dedi Du-velz o dişlerinin arasından çıkan tonlamayla. Kadın gözünü dikmiş bize bakıyordu. – Bir şey içmek ister misiniz? diye sordu. Bir tedirginlik vardı aramızda. Porto ikr^.

etti. ‘ ‘ Duvelz içkisinden büyük bir yudum aldı. -Rahat olun, dedi. Eski bir dostumdur… Kadın bize bakıp utangaç utangaç gülümsedi. -Hatta nişanlıydık. Ama o başka biriyle evlenmek zorunda kaldı, dedi Duvelz. Kadın hiçbir tepki göstermedi. Bardağı elinde, kanepede dimdik oturuyordu. -Kocası sık sık kent dışına çıkıyor… Bundan yararlanarak dördümüz birlikte çıkabiliriz… Ne. dersiniz? . – Nereye çıkacağız? diye sordu Jacqueline. -Nereye isterseniz… Hatta çık^^rnız da gerekli değil. Duvelz omuzlarını silkiyordu. – Burada iyiyiz … Öyle değil mi? Kadın, hâlâ, öyle dimdik duruyordu koltukta. Bir sigara yaktı, belki de sinirlerini yatıştırmak için.

Duvelz, portosundan bir yudum daha içti. Bardağını sehpaya koydu. Ayağa kalktı ve kadına doğru gitti. – Güzel kadın, değil mi? İşaret parmağını, kadının yüzündeki yara izinde dolaştırdı. Sonra, bluzunun düğmelerini açtı ve göğüslerini okşamaya başladı. Kadın, hiçbir şey yapmıyordu. -Yıllar önce, birlikte çok kötü bir araba k azası geçirdik, dedi ad^n. 17/2 Yıkıntı Çiçekleri Kadın ani bir hareketle adamın elini itti. Yeniden gülümsedi. -Acıkmış olmalısınız… Pes bir sesi ve kanımca şivesinde hafif bir bozukluk vardı. – Sofrayı kurmama yardım eder misin dedi adama, kuru bir sesle. -Elbette. İkisi birlikte ayağa kalktılar. – Soğuk birşeyler hazırladım. Sizce uygun mu? dedi kadın.

-Çok iyi, dedi Jacqueline. Adam, kadını omzundan tutmuş salondan dışarı sürüklüyordu. Kapı aralığından kafasını uzatarak sordu: – Şampanya sever misiniz? O dişlerinin arasından çıkan sesi değişmişti. -Hem de çok, dedi Jacqueline. – Şimdi geliriz. Birkaç dakika salonda yalnız kaldık; ayrıntıları olabildiğince iyi anımsayabilmek için, belleğimi zorluyorum. Caddeye bakan, kapı-pencereler, hava sıcak olduğu için aralıktı. Raspail Bulvarı, 19 numaradaydı ev. Yıl 1965’ti. Salonun en dibinde bir kuyruklu piyano vardı. Kanepeyle iki koltuk siyah deridendi. 3ehpa, beyaz renkli metaldendi. Adamın adı Devez ya da Duvelz gibi bir şeydi. Yanaktaki yara izi. Düğmeleri açılan bluz.

Projektörün, daha doğrusu elektrik fenerinin çok keskin ışığı. Dekorun yalnızca bir tek bölümünü, tekbaşına bir an’ı aydınlatıyor. Geri kalanı tamamen karanlıkta, çünkü olayların sonrasını ve o iki kişinin aslında kimler olduğunu asla bilemeyecektik. Salondan çıktık ve arkamızdan kapıyı bile kapamadan merdivenden indik. Geldiğimizde asansöre binmiştik, ama bu asansör Gisele T.’nin sözünü ettiği gibi kırmızı değildi. 1933 yılı Nisan ayının akşam gazetelerinden bi- . rinin ilk sayfasında, Perreux’deki bir restoran-dis-kotekte çalışan bir garsonun tanık olarak aktardıkları yer alıyor. Yazının başlığı şöyle: GECEYİ GENÇ KİMYAGERLE KARISININ EVİNDE GEÇİREN İKİ ÇİFT ARANIYOR Val-de-Grâce Mahallesinin karakolunda, iki olayın, da intihar olmasından dolayı her türlü hukuksal girişimin gereksiz olmasına karşın, bize genç çiftin o gece yalnızca Montparnasse’a değil, aynı zamanda, Marne Nehri kıyısına, Perreux’ye gittiklerini açıklıyor Zar; bir de evlerine, yalnıza iki kadını değil iki kadınla iki adamı götürdüklerini… Bu dört kişiyi bulmak için yapılan girişimler bugüne kadarsonuç vermemiş

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir