Paul Huhnerfeld – Bir Filozof Bir Alman

Aristoteles üzerine bir dersinde Martin Heidegger, büyük Grek için şöyle demişti: “O, doğdu, çalıştı ve öldü.” Bu, mezar taşlarına yazılan türden bir cümle, yazıtsal bir cümledir. Ve pek çok yazıtsal cümle gibi, ilk bakışta oldukça mâkul, ikna edici bir cümledir. Ne var ki daha yakından bakıldığında, aynı cümle şaşılacak derecede yanlıştır. İ.Ö. 384’de Makedonya’nın Stagira kentinde doğan Aristoteles, çalkantılı, hatta dramatik bir hayat geçirdi. Bazıları onu, otuz yaşında Atina’da Platon’un yanında öğrenime başladığı sırada, sefahate dalmış, haylaz, biraz çapkın, hekim babasının kesesinden müsrifçe para harcayan bir genç hekim olarak anlatırlar. Bazıları da onu, daha onsekiz yaşında, bıyıkları bile terlememiş bir genç oğlan olarak Sokrates’in kentine yolcu ederler. Kesinlikle bilinen, Makedonyalı hekimoğlunun Platon’un yanında uzun yıllar öğrenim gördüğüdür. Ve şu da kesinlikle bilinmektedir ki, bu yıllar, gitgide yaşlanan ve olgunlaşan Makedonyalı dâhi için hiç de uyum ve denge yılları değil, aksine çatışma ve gerilim yılları olmuştur. Yine biliyoruz ki, Platon’un belirttiğine göre Aristoteles’in evi “bir okur evi”dir. Tabii bu sözler yaşlı usta Platon’un, genç öğrencisinin ansiklopedik bilgi edinmeye yönelik okuma hırsıyla hafifçe alay ettiği şeklinde de pekala anlaşılabilir. Ve nihayet biliyoruz ki, Aristoteles, hiç kimsenin dil uzatamayacağı bir şekilde, felsefenin mağrur Platon’la birlikte sona ermeyeceğini göstermiştir. Aristoteles kırkbir yaşındayken Makedonya kralı Filip, Makedonyalı bilgeyi oğlu İskender’in eğitimini üstlenmesi için Atina’dan Pella sarayına çağırdı.


Filozofu orada onüç yaşında, saralı ve alkol düşkünü bir oğlan bekliyordu. Bu barbar (kelimenin tam anlamıyla barbar), çok geçmeden öğretmenine şöyle yazmıştı: “İktidarımın ve ülkemin genişlemesinden çok, iyinin bilgisinde kendimi göstermek istiyorum.” Aristoteles, İskender’in bu niyetine sadık kalmamasını önleyemezdi. Genç kral dünyanın fethine çıkarken, Grek şehir devletlerini, bugün “Quisling yönetimi” [1] olarak adlandırdığımız türden bir yönetime bırakmıştı. İskender ayrıca bir filozofu, yaşamı boyunca sabık öğrencisi için hayranlığını gizleyememiş olan Aristoteles’i de bu arada bırakıp gitmişti. Dâhi öğretmen Atina’ya geri döndüğünde, bu hayranlığından ötürü çok acı çekti. Makedonya sultası altında özgürlüğe susamış olan Atinalılar, bu Makedonyalı bilgeyi hain olarak görüyorlardı. Platon’un Akademi’deki halefleri, Isokrates ve onun hitabet okulu, Demosthenes ve onun kışkırttıkları, bunların hepsi, onun idamını, hiç olmazsa sürgüne gönderilmesini istiyorlardı. Sonunda Aristoteles sevdiği bu kenti terketmek zorunda kaldı. Atinalılara “felsefeye karşı ikinci defa günah işleme fırsatı vermek istememişti.” [2] Birkaç ay sonra İ.Ö. 322 diye bilinen bir tarihte, Khalkis’de öldü. Diogenes Laertius [3] onun, baldıran zehiri dolu kaseyi elinde tutan Sokrates gibi, umutları kırılmış, acılar içinde ve yapayalnız öldüğünü bildirir. Aristoteles’in bu dramatik yaşam öyküsü, her büyük felsefe tarihi kitabında, bazan oldukça genişliğine, bazan daha dar, fakat yeterince betimlenir.

Ve bu yaşam öyküsünü, onu bugün Avrupa’da ve belki de dünyada en iyi bilenlerden birinin, Martin Heidegger’in, bir Aristoteles dersi sırasında unutmuş olabileceğini kabul etmek, tam anlamıyla grotesk olurdu. Belki Heidegger, Aristoteles’in anlatılmaya ve anılmaya değer olmayan bir biyografisi olduğunu imâ eder gibi görünen şu “o, doğdu, çalıştı ve öldü” cümlesiyle, tam tersine öğrencilerini bu biyografiyi çok iyi bilmeleri için kışkırtmıştır. Veya: Cümle bir filozofun felsefesi için o filozofun dramatik yaşamının pek öyle fazla önem taşımadığı yolunda bir etki bırakmak amacıyla söylenmiş olabilir. Eğer böyleyse, bunun Sokrates veya Platon, Augustinus veya Nietzsche gibi filozoflar için hiç mi hiç doğru olmayacağı açıktır. Bunun Aristoteles için de yanlış olduğunu, İskender’in dünya imparatorluğu ve filozofun, İskender’le ilişkisi olmaksızın ortaya çıkamayacak olan devlet felsefesine şöyle bir bakmak kanıtlar. Pek tabii ki tüm bunları Martin Heidegger de biliyordu. Ve bu, filozof Aristoteles için söylenmiş yazıtsal cümlenin, yani onun doğduğunu, çalıştığını ve öldüğünü bildiren bu cümlenin, nesnel olarak bildirdiklerine takılmaksızın, Heidegger tarafından hangi öznel amaçla söylenmiş olduğunu sorgulamayı gerektirir. Görünüşte böylesine yavan olan bu cümlede sakın güçlü duygular saklı olmasın? Burada kendi özel yaşamını felsefesi için önemsiz sayan bir filozofun, başka filozofların yaşamlarını da önemsiz sayması mı söz konusudur? Gerçekten de çağımızın önemli adamları arasında hakkında belki de en az şey bilinen kişi Martin Heidegger’dir. Tabii bir avuç dostu ve öğrencisi dışında. Onlar da onun yaşamı hakkında sahip oldukları bilgileri, bir sır gibi saklamışlar, sanki bir grup yeminine bağlışmıycasına suskunluğa bürünmüşlerdir. Bugüne kadarki görünümüyle Heidegger’in biyografisi, gerçekten de Aristoteles’in biyografisi gibi ilgi çekici, heyecanlandırıcı, çalkantılarla dolu bir biyografi olmamıştır. Heidegger’in düşmanı olmamıştır, hatta ona biraz sempati duyulmuştur. O naziler döneminde Almanya’dan kaçmak zorunda kalmamış, sadece akademik görevinden alınmıştır. Onun yaşamını bir başka büyük filozofla karşılaştırmak gerekirse, akla ilk gelen isim Kant olur. Kant gibi Heidegger de çok basit ve sıradan yaşamıştır.

Kant’ın gençliği protestan/pietist bir çevrede geçmişken, Heidegger’in gençliği de Güney Almanya’nın katolik dindarlığı içinde geçmiştir. Kant nasıl ki öğrenimine teoloji ile başlamışsa, o da teoloji ile başlamıştır. O da tıpkı Kant gibi felsefe okumalarının etkisiyle teolojiyi terketmiştir. O da Kant gibi başyapıtını üniversite hocalığı sırasında ortaya koymuştur. Kant gibi o da eserlerini, diğer üniversitelerden gelen tüm cazip ve onurlandırıcı görevlendirme önerilerine rağmen, hiç terketmediği bir yörede vermiş, doğup büyüdüğü bu yöreden kopmamıştır. Kant, Halle üniversitesinden cazip bir davet almış, fakat bu daveti nazik bir şekilde reddetmişti. [4] Heidegger de Berlin’e davet edildiğinde, Kant kadar nazikâne olmasa da aynısını yapmıştır. İki filozof arasında koşutluklar çoktur; fakat farklılıklar koşutluklardan da çoktur. Bunları burada tek tek saymak gereksizdir. Fakat şu hususu belirtmek gereksiz olmayacaktır: Şimdiye kadar Heidegger üzerine çok şey yazıldı. (1955’e kadar bu konudaki yayınların sayısı 877’ydi.) Bu literatür, şimdiye kadar yapılmamış bir araştırma, bu kitabın giriştiği türden bir araştırma için zengin bir kaynak oluşturmaktadır. Bu kitapta girişilen türden bir araştırmadan kastedilen şudur: İnsan Martin Heidegger’i ele almak ve bunu, kişiliği ile felsefesi ve bunlarla felsefesinin etkisi arasında oluşan karşılıklı etkileşimi sürekli göz önünde tutarak yapmaya çalışmak. Göstermeye çalışılıcaktır ki, bu karşılıklı etkileşim, insan Heidegger’i tanımak konusunda, onun kişiliğini, felsefesini ve felsefesinin etkisini az çok birbirinden yalıtarak bize aktarmış olan bazı öğrencilerinin sandıklarından çok daha önemlidir. Hatta bu karşılıklı etkileşim onun yaşamının bazı evre ve etaplarında öylesine önemlidir ki, öğrencilerinden birisinin bir defasında altını çizdiği gibi, onun dehâ dolu eserinin “büyüleyici derin anlam”ı, bu karşılıklı etkileşim bilinmeden açıkça yanlış anlaşılır.

Martin Heidegger üzerine bu türlü bir araştırma bugün için çok geç olduğu gibi çok erkendir de. Çok erkendir; çünkü onun kişiliği çevresindeki mitik sis hâlâ dağılmış değildir. Çok geçtir; çünkü Heidegger felsefesi Almanya’yı ve hatta dünyayı, yüzyılımızda herhangi bir başka Alman düşünürünün felsefesinden çok daha fazla etkilemiş haldedir. 2. Filozof Heidegger dikkate alındığında, onun en büyük hizmetinin, daha ilk eserlerinden başlayarak, insanın yaşamı ile eyleminin birbirinden ayrılmazlığını öğretmiş olmasında ortaya çıkması, hiç de ironiden yoksun değildir. Çünkü öbür yandan Heidegger, kendisi veya herhangi bir filozof için böyle birincil bir birliği kabul etmez de. O, başyapıtı “Varlık ve Zaman”da, insanın, “Dasein”ın, kendi oluşmuşluğunu ve olgusallığını paranteze almasının mümkün olmadığını yazar. İnsan dünyaya atılmış (geworfen) olduğundan, zaten kendisini şu veya bu şekilde hep “bir şeylerle heyecansal bir ilişki içinde” (gestimmter) bulur. Onun yapıp ettiği, düşündüğü, bildiği ne varsa, zaten hep “dünyadaolma”nın (in-der-Welt-sein) damgasını baştan yemiştir. “Dasein-insan” daima bir “çevre” (Umwelt) içindedir. “Dasein”ın tüm yapısı bir “kaygı yapısı”dır (Sorgenstruktur). Bu nedenle insan metafiziksel anlamda yalıtık bir mekanda, kendisini herşeyden sıyırırcasına ve herşeyi üstten ve dıştan görebileceği bir ufuk çizgisinde bulunmaz. O, nesnelerle, renklerle, eşyayla dolu bir dünyada yaşar ve bunlar karşısında yaşamının her anında bir tavır almak zorundadır. Dolayısıyla, kendisini yalıtık bir özne, bu dünyayı da bir nesne olarak, daha doğrusu karşıda-duran (Gegenstand) olarak birbirinden koparamaz. Zaten insanın kendisi hakkındaki ilk refleksiyonu, mevcut bir heyecanın (Stimmung), bir tarihsel durumun (Situation) güdümündedir.

Bu heyecan ve bu tarihsel durum içerisinde, o zaten, öyle görmenin ve başka türlü görmemenin bir belirli tarzına gömülmüş, batmış haldedir. “Dasein” bu nedenle “zaten daima bir şeye yönlenmiş halde”dir. Ontolojide bir mekan içinde bulunmak (Befindlichkeit) olarak işaret ettiğimiz, ontik diye benimseyegeldiğimiz şey, aslında yaşanan bir şey, mekanla heyecansal olarak birlikte olma, yani insanın kendisine göre onunla bütünleşme halidir (Gestimmtheit). Şurası açıktır ki, insan dünya karşısında bir tavır alır (sich vorweg), onu değişik şekillerde hissedip yaşar (schon sein in), bu dünya hakkında değişik kanaatler edinir (sein bei). Ve şurası açıktır ki, insanın ne olduğu, ne yaptığı, ne düşündüğü; dünyayı kavramanın bu ilksel edimlerine bağlıdır. Tek insanın yaşamından bağımsız hiçbir eylem ve eser yoktur. Ve tersine başkalarının eylem ve eserlerinin etkide bulunmadığı hiçbir yaşam da yoktur. Bu şunu da açığa çıkarır ki, bir insanın yaşamının temel heyecanı (Grundstimmung), ancak o insanın yaşamının etapları soruşturulduğunda ortaya çıkarılabilir ve o insanın yaptıkları hakkında doğru bir kavrayışa bu temel heyecandan hareketle varılabilir. Bu husus Heidegger felsefesinde, tam bir genellikle, yani bir ebleh için olduğu kadar bir dâhi için de geçerlidir. O halde Heidegger’in bu “Dasein” analizine bağlı kalındığında ve analiz filozofun kendisine uygulandığında, onun felsefedeki çabasını doğru anlamak için, bizzat yaşamını ayrıntılarıyla, sondaj yaparcasına ele almak gerekir. Düşünürün Freiburg’daki öğrencilerinden bu kitaptaki türden bir inceleme bugüne kadar çıkmamıştır. Bu konuda bir tek Karl Löwith istisna oluşturmaktadır. Löwith, 1945’de bir Fransızca dergide yayımlanan makalesinde ve ayrıca “Heidegger, Sıkıntılı Bir Zamanın Düşünürü” adlı kitabında, ustasının yaşamını, kendi felsefesi doğrultusunda olduğu gözden kaçmasa da, hiç olmazsa ele alıp incelemiştir. Heidegger’in öğrencileri, sürekli olarak, Heidegger’in varoluşunu (ekzistens) onun ünlü “varlığı unutma” tema’sı çerçevesinde ele almışlardır ki, bu, Heidegger’in “Dasein”ının gözümüzün önünden silinmesi gibi bir sonuç doğurmuştur. Oysa Heidegger felsefesini bilenler için, varlığı düşünsel yoldan yeniden keşfetme konusunda verilen bu sürekli ve dâhice çabanın, aslında “varlığı unutma”nın eksik ve bu nedenle özellikle şeytanî bir kipi (modus) olabileceği açıktır.

Acaba Heidegger’in öğrencileri hocalarının yaşamından hareketle, bu yaşamın sadece “varlığa ışık getirme”ye adanmış olduğunu mu göstermeye çalışmışlardır? Tıpkı bir zamanlar Sokrates’in yaşamından ve ölüm şeklinden hareketle onun öğretisinin doğruluğu yönünde sonuçlara varmak isteyenler gibi. Heidegger’in bir insanın yapıp etmelerinin o insanın temel heyecanından hareketle anlaşılabileceği düşüncesi ciddiye alındığında, böyle bir çabayı Heidegger’in yaşamı ve öğretisi için de göstermek gerekiyor. 3. Heidegger’in günümüz düşüncesi bakımından önem ve etkisi tartışılmaz olmakla birlikte bu önem ve etkiyi değerlendirmek oldukça güçtür. Bir kez ortada giderilemez türden çeviri güçlükleri vardır. Ayrıca örneğin Anglo-Amerikan dünyası Heidegger felsefesine karşı sadece çeviri güçlüklerinden dolayı çekingen kalmamaktadır. Modern mantığın ve neopozitivizmin hüküm sürdüğü Anglosakson felsefesi, bu görünümüyle Heidegger felsefesinin derin anlamına hemen hemen tamamen yabancı kaldığı gibi, bu türlü “derin anlamlar” zaten bu felsefeye gereksiz görünmektedir. Öbür yandan Heidegger’in eserleri, Almanya’da, Fransa’da ve İtalya’da, Avrupa felsefesini büyük ölçüde etkilemiştir. Heidegger’in düşünceleri bu ülkelerde tin bilimlerine de büyük etkiler yapmıştır. Bu düşünceler Güney Amerika’dan Japonya’ya kadar, üniversitelerin felsefe kürsülerinde tartışılıyor ve felsefe profesörlerini terletmeye devam ediyor. Bunlar bilinen şeylerdir ve bugün ancak ve sadece kör muhalifler tarafından inkâr edilebilirler. Bu bağlam içerisinde bir başka etki de önem taşır: Heidegger’in 1920’li yıllardan beri felsefede ve bilimlerdeki etkisi yanında, Avrupa ve ama özellikle Alman gençliği üzerindeki doğrudan etkisi. Prusya sansürü Kant’ın yazılarının yayınını, “saygıdeğer bay Kant’ın yazılarını sadece derin düşünceli bilge kişilerin okuyup anlayabildikleri” gerekçesiyle yasaklamamıştır. Oysa 1930’larda sansürün, Heidegger’in en az Kant’ın yazıları kadar zor anlaşılır olan yazılarını, aynı gerekçeyle yasaklamamış olduğunu düşünmek yanıltıcı olur. Yayımlandıkları anda anlam içerikleri bakımından hemen deşifre edilen Heidegger’in yazıları, büyük bir ilgiyle, adeta yutulurcasına okunmuşlardır.

İkinci Dünya Savaşında sırt çantalarında Hölderlin’in ve Heidegger’in kitapları olduğu halde Rusya veya Afrika’nın herhangi bir ücra köşesinde ölmüş olan Alman askerleri sayılamayacak kadar çoktur. Bu askerlerin Fransız düşmanlarının da, kendi direnişleri sırasında Heidegger’in felsefesinden kuvvetli bir şekilde etkilenmiş oldukları bilinen bir şeydir. (Her ne kadar Heidegger bugün Fransızların kendisini yanlış anladıklarını söylese de.) Avrupa’da genç insanlar üzerindeki bu doğrudan etkinin bugün zayıflamış olması mümkündür. Heidegger yaşlandı. 1920’li yılların Heidegger’in büyüsüne kapılmış olan insanı, 1930’lu ve 1940’lu yıllarda yaşananlardan sonra, filozofu her konuda otorite saymakta yanıldı. Pek çok şey bu filozofun öngördüğü şekilde gerçekleşmedi. O, kendisi hakkında da sık sık yanılgılara düştü. Ve burada da pratik olarak bir şeyler yapmak yerine sadece mitos üretti. Ve buradan bakıldığında, bu dönem, filozofun en yoğun bir şekilde sisler içine bürünmüş bir dönemidir. Filozof veya (Heidegger’in duymaktan daha çok hoşlandığı terimle) “düşünür”, aslında kitleleri kendisine bağlamak için özel bir çaba sarfetmemiştir. Onun genç bir felsefe profesörü olarak (hele müziğe ve felsefeye kitlesel olarak düşkün olan Almanya’da) kitleleri etkilemiş olması tabii ki mümkündür. Biliyoruz ki onun parlak konuşmalarını dinlemek için gelenlere üniversitenin en büyük amfileri bile yetmiyordu. Üstelik bu müthiş ilgiye karşılık, genç dâhi, bu gönüllü müritler kitlesi karşısında horgörüsünü saklamıyordu da. O ancak birkaç öğrenciyle ilgileniyor ve bunların kendisini belki anlayabileceğine inanıyordu.

Bunların bile onu nasıl anladıkları şüphelidir. Zaten Heidegger daha en baştan beri, düşüncelerinin rasyonel zeminde, akılcı bir tavırla kavranılamayacağı kanaatindeydi. O, yine en baştan, akla karşı hep güvensizlik beslemişti. Akıl karşısındaki bu şüphe ve güvensizlik, onda gitgide artar ve yorumcularının ona karşı öfkesini de arttırır. En değer verdiği öğrencilerinden birisi, Egon Vietta, şöyle yazıyor: “Geçmişin ve günümüzün ‘felsefi’ sistemleri karşısında entelektüel bir tavır almak bizi pek az ilgilendiriyordu.” Ve Vietta şöyle devam eder: “Heidegger derslerinde, felsefede kesinlik bulunduğu fikrine sürekli ve açıkça karşı çıkardı.” Heidegger açık konuşurdu, fakat seçik değildi bu konuşma: “Düşünme ancak, yüzyıllardan beri yüceltilmiş olan aklın, aslında düşünmenin en inatçı hasmı olduğunu deneyimlemiş olmamızdan sonra başlar.” Bu cümle onun Nietzsche’yi yorumladığı yazısının son cümlesidir; yani geç dönemine aittir. Fakat akla karşı bu açık garez, özellikle de bütünselci, kesinlikçi ve herşeyi kapsayıcı bir açıklamaya sokma çabasındaki bir düşünme şekline karşı bu açık kin, Heidegger’e daha en baştan beri eşlik eder. Bu kitabın ilerideki bölümlerinde üzerinde ayrıntısıyla duracağımız 1933 tarihli “Alman Üniversitesinin Kendisini İleri Sürmesi” başlıklı rektörlük konuşmasında o şöyle der: “Düşünme ne boş bir keskin zekâlılık, ne birbirinden bağıntısız kelime oyunları, ne akla uygun analizlerin ucu bucağı belirsiz didiklemeleri ve ne de dünya aklıdır…” Açıkça görülüyor ki, Heidegger’in akılsallığa ve akılcılığa duyduğu kin, birincildir. Veya kendi terimiyle ifade etmek gerekirse: Düşünür, kendi varoluşu (ekzistens) içinde, zaten “Jemeinigkeit”ın (şu veya bu şekilde yaşıyor/düşünüyor olmaklık – çev-) bir parçası olarak bulunur. Akla karşı duyulan bu kine, zaten Alman düşünce tarihinde (özellikle de Yirminci yüzyılınkinde) sık sık rastlanır. Aklı yücelten Aydınlanma, hiçbir ülkede Almanya’daki kadar dar kalıplar içine sıkıştırılmış bir halde kalmamıştır. İlginçtir ki, Alman düşünürleri Aydınlanma’nın İngiliz ve Fransız patentli düşünceleriyle tanışıp bunlarla kaynaştıklarında bile, onların kafalarından görkemli, fakat irrasyonalist yönelimli felsefe sistemleri çıkmıştır. Akılsallık Almanya’da hemen her zaman işe yarayan, fakat aynı zamanda sınırlı bir şey sayılmıştır.

Pek çok Almanın gözünde, sadece akılcı olmakla yetinen bir kişi “yüksek duygular”dan nasibini alamaz. Akla karşı bu kayıtsızlık, gitgide ona karşı horgörüye, horgörü de nefret ve kine yol açar. Hiç kimse aklın yerine kan bağını ve anavatanı koyan nasyonal sosyalistler kadar akıldan nefret etmemiştir. Tabii ki Heidegger, akıl ile kan bağının yer değiştirmesi fikrine katılmazdı. Ne var ki aynı Heidegger, yine de 1933 tarihli rektörlük konuşmasında düşünmeyi tanımladığı yerde, sözlerine şöyle devam ediyordu: “ … Düşünme, varlığın özü üzerine, kökünde heyecansal olan ona katılma kararlılığıdır.” Burada provoke edici, irrasyonel bir imâ olduğu açıktır. Alman düşüncesindeki irrasyonalist eğilim, bu düşüncenin sınır tanımayan, yanıtlanması pek mümkün olmayan sorular sormasıyla da bağıntılıdır. Fakat kim bu türlü kafa kurcalayıcı sorularla Jakob Böhme’nin önemli konulara ışık tuttuğunu da inkâr edebilir? Ne var ki bu türlü yoğun soruların öneminin yol açtıkları sonuçlardan çoğu kez daha büyük olduğundan ciddi olarak şüphe edilebilir. Evet, Alman düşüncesinde sık sık soru sormak için soru sorulur. Ve hiç şüphe yok ki, Heidegger, bu yüzyılda Alman düşünce tarihinin tanıdığı en kafa kurcalayıcı soruları sormuş olan kişidir. Fakat Heidegger’in sorularının da yol açtıkları sonuçlardan daha önemli olup olmadığı tartışmalıdır. Heidegger’in bir kitabı üzerine yapılan bir kitap söyleşisinde, eleştirmenlerden birisi, Dolf Sternberger, şöyle demişti: “Herşeyden önce bu kitapta, en sonunda yanıtsız kalan bir dizi soru bulunmasından ötürü yazardan gelen hiçbir yakınma belirtisine rastlanmaz… Tersine Heidegger’e göre soru zaten bir bilgidir de. Evet ama filozof burada insanlara bilgi vermek peşinde de değildir, kendi ifadesine göre. Ne var ki bu durumda filozof da ortadan kaybolur; bir sisin içinde öylece durur.” Hiçbir yanıt vermeyen birisi, başka yanıtların verilebileceğine de zor inanır.

O aksini yapıp yanıtlar verseydi, “yanlış anlaşılmış” olacaktı. Öbür yandan Heidegger yanlış anlaşıldığından da hiç şüphe etmemiştir. O bunu küskünlük kokan bir şaka üslubu içinde de belirtmemiştir; hatta anlaşılmamış olmak ona hiç de hoş olmayan bir durum gibi gözükmemiştir. Başyapıtı “Varlık ve Zaman”ın yanlış anlaşıldığını belirttiği sıralarda şöyle yazmıştı: “Varlığı unutmanın gücü için daha açık bir kanıtı,… felsefe, ‘Varlık ve Zaman’ın yanından geçip giden uyurgezer bir kesinlikten daha kolay ortaya koyamazdı. Bu nedenle bu kitabın yanlış anlaşılması söz konusu değildir; tersine varlığı terkedişimiz söz konusudur.” Bu noktada buradaki bulanık felsefi ifade tarzına takılıp kalmadığımız takdirde, şunun açıkça ortaya çıktığına şüphe yoktur: Düşünür ilkece anlaşılamaz; çünkü o okuyucusunun erişemediği bir yükseklik derecesinde durmaktadır. Öyle ki gelecekte anlaşılma olasılığına karşı bile adeta set çekilmektedir böylece. Akla karşı şüphe duyma, kafa kurcalayıcı sorular ortaya atma merakı, münzevilik. Bunlar Alman dehâsının üç kategorisidir. Bunlar örneğin Jakob Böhme’ye, Luther’e, Heinrich von Kleist’a ve Nietzsche’ye tam olarak uyan kategorilerdir. Bu dâhiler neden anlaşılmadıklarına inanırlar? Anlaşılmamaları dehâlarını daha da yücelten bir şey midir yoksa? Gördük ki Heidegger de anlaşılmadığına inanıyor. Bunun altını iyice çizelim ve binlerce insan onun büyüsüne kapıldıkları halde “anlaşılmayan” bu adamın yaşamını, izleyebildiğimiz yere kadar inceleyip değerlendirmeye başlayalım.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir