Pelin Buzluk – Kanatları Ölü Açıklığında

Cümlemiz de sardık otlarımızı ince kâğıtlara. Dilaltı. Maraş’ı selamladık. Geçmişi, dişlerin silinmeyen kahverengiye acelesini ve o ahırsı kokuyu en unutulmuş hücrelerimizle duyduk. Tatlı bulantı. Sahte mutluluk. Aklımızda güzel bir şey varmış da unutmuştuk sanki. Anımsanmaması tüketilemeyeceği anlamına gelen, unutarak sakladığımız mutluluğumuz, otobüsten iner inmez gelip bulmuştu bizi. Ama hâlâ gizil ve gürültüsüz. Oysa geçmiş, sırf geçmişliğinden ve ne yaparsak yapalım şöyle bir bakmaya olsun gidemeyeceğimizden güzeldi. Çocukluğumuzun geçtiği bu şehirde rahatça esmerleşiyorduk yeniden. Esmerliğimiz bu topraklara aitti ve şimdi serbestti. Dilimiz eski sesleri kavrıyor, heyecanla unutuyordu bazı harfleri, atıyordu. Kendimizi ele vermemek için yıllardır iki yanımıza yapışık kollarımız zarlarını yırtıyor, acıyarak açılıyordu. İşte bu jestleri anımsıyorduk aslında! Kollarımızı kaldırıp indiriyorduk.


Kucaklaşır gibi esenliyorduk esnafı. Değirmi hareketlerle destekliyorduk dönüş hikâyemizi, yalanlarımızı. Hepimiz başka anlatıyorduk. Kiminde şüpheli çıkıyorduk, kiminde masum. Oysa bir sırrı çevreleyen hep aynı hikâyeydi: İbrahim’in hikâyesi. Art arda babası ölmüş bir çocuk ve hamam dendi mi o bildik şiirde yaşardı İbrahim. Biz başkentteyken şiir okurduk. İbrahim’i yaşatırdık böylece. Ama Maraş’ta İbrahim çıkıyordu şiirinden, İbram oluyordu. Maraş’a kim bilir yas tutmaya gelmiştik. Babam onu eve getirdiğinde ben sekiz yaşındaydım. Abim on dört. Ufaklıklar altı ve dört. Kızlar on beş ve on bir. Babam eve üzgün gelmişti.

İçeri girince kapıyı örtmeye davranırken geride onu görmüştük. “İbo, gir içeri,” demişti babam. “Kardeşinizdir. Aranıza alın. Oynayın. Yer verin.” Abim bir keresinde bütün kardeşlerin baba sayesinde geldiğini söylemişti. Ama kapıdan geldiklerini doğrusu bilmezdim. Hem İbo’yu tanırdık, önceden Yorgancı Yorgo’nun oğluydu. Babası –eski babası– ölünce İbram kaybolmuştu ortadan. Dedik ama inandık kardeşimiz olduğuna. Babamız karar vermişti. Gene de biraz kötü davranmayı da ihmal etmedik. Yorgancı Yorgo’nun hayali zihnimizde taze olmasa döverdik onu iyice. Ama dövmüyorduk.

Dövüşmediğimizden belki, kardeş de olamıyorduk. Geldiği gün kızlar arka avluda yıkadılar onu. Bir yandan tasla sabunla vuruyorlardı kafasına. Niyetleri iyi ya da kötü değildi. Niyetsizdiler. Abimle dama yüzüstü yatmış, bol yapraklı kayısı dallarının ardına sinmiştik. Merasim izliyorduk. İbrahim benle yaşıttı neredeyse, kendi yıkansaydı ya… Başı öndeydi, öyle zayıftı ki kafası kocaman geliyordu bana. Pipisi içine kaçmıştı. Önünde bağladığı cılız kollarını, kafasını tastan, sabundan ya da kaynar sudan korumak için hızla kaldırıyordu bazen. Kaçırmıyorduk hiç. Onu beğenmemek için yarışıyorduk abimle. Röntgenciliğimizin yeminli sessizliği fısıltılarla bölünüyordu. Onu sevmeyi yediremiyorduk kendimize. Belki tek başımıza olsak, her birimiz ayrı ayrı rahatça sevebilirdik onu.

Bütün sevgi kırıntılarını Yorgo’nun hatıralarına yoruyor, böylece kaçıyorduk birbirimizden. İbo’yu gözetlerken Yorgancı Yorgo’nun gününe gittimdi. Çocuklar için yetişkinlerin en önemli günü, öldükleri gündür elbette. Bir tek o günü kanıksamadıklarından, anlamadıklarından belki. Yorgo’yu severdim. Çünkü birkaç özel eşyamdan biri olan çocukluk yorganımı ve uykuyu severdim. Küçük evimizde düş dünyamın tek mekânı yorganımın altıydı ve ardından kaçıp özgürce gezindiğim düş diyarları. Bunların kâşifi Yorgo sevilmez miydi… Zihnimde kuvvetli bir inançla hâlâ yorgan sözcüğünün Yorgo’dan geldiğine inanırım. Yorgo, dükkânındaki sekide renkli satenlerin, inceli kalınlı ipliklerin, boy boy iğnelerin arasında ortaya serilmiş bir yorganın etrafında yer değiştirirdi gün boyu. Zamanı kendince ölçerdi. Meydanda oynarken göz ucuyla dükkâna ne zaman baksam Yorgo bu tavafın başka bir yerine kurulmuş, bir bacağını altına almış, diğerini ileri uzatmış olurdu. Tombul, çıplak ayağının parmakları oynar dururdu. İbram yorgancı dükkânına içkin bir yüzdü. Babası akşam vakti kalkıp eve gidesiyken, oğlunu uyanılmaz uykulara batmış halde bulurmuş. Ne denli çabalasa uyanmazmış çocuk.

Kucaklayıp eve getireceğine, İbram’ı dükkânda yalnız bırakır, eve dönermiş. Böyle garip bir söylenti vardı çocuklar arasında. İbo neden katılmazdı oyunlarımıza, gündüz düşlerimize? Geceleyin dükkânda ne yapardı? O dükkânda uyumak dehşetli olduğu kadar çekici bir düştü biz çocuklara. Yorganların altındaki kişisel, yalnız gecemizden başlayarak, şehrin bütün gecesi dükkânın ufak, ancak derin ve zorlu, yün kokulu, uykulu karanlığında üretilirdi. Uyumadan evvel ben de düşsel bir yolculukla odamızdan sokağa, oradan da meydana ve sonra dükkâna kadar karanlığı izler, gecenin oradan doğuşuna dalardım. Sahiden o dükkânda bir kez olsun uyumak nasıl olurdu! Belki kapıyı açıp geceyi salmak sokağa… Bir gün. Temmuzdan bir gün. Küçük ablamla Keze’nin hindilerini kızdırıp kendimizi kovalatıyorduk. Hindinin inatçı takibi son bulmayınca soluksuz kahkahalarla koşup eve sığınmıştık. Annem odanın ortasında, Keze Teyzeyle yan yana ayaktaydı. Elini bize doğru kaldırdı. Annem: geniş omuzları, büyük, cesur memeleriyle bir tanrıça. Kesik soluklarımız dışında her şey durdu. Hindilerle ilgili kızacaktı? Merakla baktık yüzüne: Islak gözlü. Burnu kızarmış.

“Yorgancı Yorgo ölmüş,” dedi. Nedense dükkân tabelasının soluk renkli, serifli harflerinden okudum bu ismi. Bir an dükkânını Yorgo’dan ayırt edemedim, hangisinin öldüğünü anlayamadım. Kafam ağırlaştı. Gözyaşlarım boynuma, oradan terli göğsüme akıyordu. Ablama sarıldım. Hıçkırıklarımız karıştı. “İbram yokmuş.” Nasıl yokmuş? Yok demek, ölmüş demek değil. “Ortada yok çocuk. Gören olmamış. Eminelere gidiyoruz. Evden çıkmayın.” Emine, İbram’ı doğururken ölmüştü. Ama annem ne zaman o evden söz etse Emineler derdi gene de.

İbram bulunamadı. Dükkân kapalıydı ama bir şeyler görmek umuduyla elimizi siper edip baktık camlardan içeri. Loş düşlerin cinleri dans ediyordu saten yüzlerde. Abim yanımda kıpırdandı. Sıkılmıştı belki bu seyirden. Kızlar bir türlü ikna olmuyordu çocuğun temizliğine. Kollarını, sırtını ovalar gibi deliyorlardı iki yandan. Başını kaldırmıyordu İbrahim. Çıplaklığına diktiğimiz saldırgan gözlerimizle onu yenmek isterken, onun hamam sefalarımızda bizi defalarca izlediğini henüz bilmiyorduk. Zalimliğin doruğu çocuklukta, bütün hamlelerimizi boşa çıkarmıştı İbo. Ketumluğu ve umursamazlığıyla baş edemezdik. Nadiren ağzını açıp sarf ettiği kırık dökük sözler de sadece bizi yaralamak içindi. Hakkında ancak Yorgo’nun ölümünden sonra kayıp zamanlarıyla ilgili bir şeyler öğrenebilmiştik. Babam anneme anlatıyordu. İbram onca zaman Osmanbey Hamamı’nın cehennemliğindeymiş.

Hamamcı Uryan sokakta hasta bulmuş bunu. Acıyıp yanına almış, külhana yerleştirmiş. Öteki yetimlerin de kulağını çekip buna cehenneme en yakın yatağı verdirmiş. Çocuk hep hastaymış. İşe yaramadığı gibi zehir sözlerle külhanı birbirine katarmış. Oğlanlar ateş beslemeyi bırakıp kavgaya tutuşurlarmış. İbrahim’i kollayanlarla hor görenler arasında her gün sataşma, gürültü… Babam tesadüfen İbrahim’i ılıklıkta görmese… Ah ah, yüreği yanmış babamın, yazığı gelmiş Yorgo’nun emanetine. Annem de burnunu çekiyordu. Yeniden andılar Yorgo’yu, Emine’yi. Bu mesele abimle çekildiğimiz köşelerde epey oyalamıştı bizi. Mırıltılarımız bugüne kadar gelir: meğer cehennemin bir yüzünde biz yatarken bir yüzünde hasta İbram yatarmış oğlanlar hınçla ateşi beslermiş belli oğlanın yüzünde ateş izi var yanık değil yok hep ateşe yakın durmuşluğun eski yalımı. Hamamda babamla yankılı konuşurken, gözümüzü örten buğuyla kulaklarımız sivrilirdi. O yankıların arasında tütekliklerden ince sesler sızardı. Buhara, dumana batmış fısıltılar. Parmaklarımızı kulaklarımıza sokup sallardık.

Cok cok cok… Ses gitmezdi. Ürpertiyle babama bakardım. Silme köpük esmer bedeni başka bir güçle donanırdı gözümde. Şimdi o anlamsız ince sesler yine kulağımda, gözetlediğimiz bedene bakıyorum. Eksik bir yanı hep var hikâyenin, olmalı da. Kızlar çocuğu bir peştamala sardılar. Ön avluya dolanmadılar. Gıcırtıyla bir cam açıldı aşağıda. Annem oradan kucaklayıp oğlanı aldı içeri. Geldiğinin gecesi yataklarımız ayarlanırken İbo’ya henüz nazik davranıyorduk. Zalimliğimizi dizginlemiştik. Kısa bir süre için misafirlik hakkı vardı. Misafir çocuklarına da dirlik vermezdik ya, Yorgo’nun hayali hep yanımızdaydı. Tabii bir de şu kardeşlik meselesi vardı kafamızı kurcalayan. Odaya dört yatak ancak sığardı.

Annemle babamın yatağı sekideydi. Kalan üç yatakta el, ayak, ağız karışırdı. Kediler de daldı mı aramıza, çok sesli gürültümüz annemi çıldırtırdı. Babamın horultusuna laf yoktu ama. Uykularımız kavgalı, düşlerimiz kaçaktı. Yorganları paylaşamazdık. Annem hepsini böldürmüştü Yorgo’ya. Kızlar sürekli pisliğimizden, ayak kokumuzdan yakınırlardı. Çoğu sabah küs uyanırdık. İbrahim’e yer bulmak zor işti şimdi. Sonunda sesi çıktı: “Yorgan olsa, ufak da olur, yeter bana. Oturarak da çok uyudum. Bir yorganım olsa yeter.” Sesindeki bu müzikli keder beni anlayamadığım kadar çok öfkelendirmişti. Ufaklıklardan birinin bebeklik yorganı çıkarılmıştı yüklükten.

İki yer minderi yan yana konmuştu. Yataklar arasındaki daracık boşluğa. Eve sığamadığımız o an aşikâr olmuştu. Evimiz, gelen her çocukla birlikte çatısına, duvarlarına ekler yapılarak biraz daha büyütülmüş bir yapıydı. Her pencerenin çerçevesi başkaydı. Çoğu kurtlanmış, çürümeye yüz tutmuştu bile. Babam molozculardan ucuza alırdı. Pencereler hatıralarında eski evlerdeki seyirleriyle gelirdi bize. Ama İbrahim’in gelişiyle ev büyümemiş, dahası bütün yoksulluğumuz sökün edip eviçlerine dolmuştu. Kardeşimiz değildi. Coşkun bir kibirle bize yukarıdan bakıyor, karşılaştığı her zorluğa ağırbaşlı bir çilekeş edasıyla katlanıyordu. Bütün yeme içmesine sinmiş o tiksinti; hastalık ve iştahsızlıktan öte bir horgörüye dönüşüyordu. Kimimiz canla başla kendimizi sevdirmeye çalışırken kimimiz ölesiye nefret ediyorduk ondan. Babamsa ne sevgi ne nefret, yalnız acıyordu ona. Babamın dindar bir adam olarak en sevdiği duyguydu acımak.

İbram kaybolmayı seven bir çocuktu. Bense onu bulup eve getirmekle görevliydim. Ararken daha da hınç dolardı içim. Bulmadan eve dönemeyeceğim için bu teklifsiz saklambaç aramızdaki tek ilişkiydi. Oyun boyunca birbirimizi görmezdik. Yalnız o saklanır, yalnız ben arardım. Onu bulduğumda oyun bitmiş olurdu. Yan yana eve dönerken asla konuşmazdık. Bir türlü kardeş olamazdık. Onu aramak işi, bir kuytuda çoğun uyur haldeki bedenini aramaktan öte, içime kapanıp düşünmelere dönüşürdü. Kimdi İbram, bunu arardım. Bazen bize geldi geleli yediği patatesleri saymaya çalışırdım. Yer minderlerindeki kâbuslarını, sayıklayan ağzını aklımda tutardım. Babamın onu eve getirişi, annemin onu kucaklayıp arka camdan içeri, eve alışı yinelenirdi gözümde. Bunlara rağmen İbram bize hiç gelmemişti belki de.

Son evlerin de ardında bir tepe vardı. Onu ararken bile isteye sona bırakırdım tepeyi. İbrahim’in dağı. Giderek bu tepeye kaçar olmuştu. Dönüşte evdekiler fısıltıyla “Neredeymiş?” diye sorduklarında, fısıldamalarına da kızarak “Nerede olacak, İbrahim Dağı’nda!” diye bağırırdım. Tepenin adı İbrahim Dağı kaldı. Bu dağın eteğinde kendine bir çukur kazmıştı İbrahim. Ya da bir çukur bulup sahiplenmişti. Gidip orada uyurdu. Böylece düşünde bildik ölümleri mi görürdü? Ayağımın ucuyla dürterdim onu. Bazen capcanlı kalkardı. Saçlarından çamurlu yağmur suları akardı. Bazen de Yorgo’nun anlattığı türden uyanılmaz uykulara dalardı. Ayakla dürtmek değil, tekmelesem uyanmazdı. Kimileyin hafif adımlarla evden kaçtığına tanık olurdum.

Engel olmadan takılırdım peşine. Çukuruna kadar çiçek toplardı. Sonra bir yerde durur yumardım gözlerimi, İbrahim bırakırdım kaybolsun. Gerisingeri eve dönerdim. Ağaç tepelerinde, damda, kedilerin peşinde aylak gezerdim. Annem mutfaktan seslendi mi koşup tırmanırdım tepeyi. Çoğunlukla çukurunda yatar bulurdum onu. Göğsünde çiçekler. Her güne bir prova. Yüzü ya ıslak ya kavrulmuş hepsi bir. Gökyüzü ne derse o. Eve kadar otları, solucanları, toprağı dökerdi. “Neredeymiş?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir