Jack Higgins – Korkunun Kanatları

Yağmur geceyarısından hemen sonra başlamıştı. Portekizli polis nöbetçi kulübesinden bir pelerin alıp hiç bir şey söylemeden genç kadının omuzlarını örttü. Hava da epey soğumuştu. Kadın ısınmak için ileri geri yürümeye başladı, arada bir durup uzaktan Lizbon ışıklarının parıldadığı Tagus nehri ağzına bakıyordu. Epey uzaktaydı; Berlin, Paris ya da Madrid kadar değil ama yine de uzaktaydı. Artık buraya gelmişti işte, Estoril’deki pembe sıvalı villanın önündeydi. Her şeyin sonu yaklaşmıştı, yaşamı boyunca olmadığı kadar yorgun hissediyordu kendini, artık her şeyin olup bitmesini istiyordu. Yeniden kapıdaki polisin yanına döndü. İngilizce olarak, «Daha ne kadar bekleyeceğim kuzum?» diye sordu. «Bir saattir buradayım.» Ama bunun saçma olduğunu biliyordu; adam kendini anlamıyordu ki. Tepeye çıkan bir araba gürültüsünün ardından mimozalar arasından far ışıkları göründü ve siyah bir Mercedes birkaç adım ötede durdu. Polise Portekizce bir şeyler söyledikten sonra kıza döndü. İngilizcesi kusursuzdu. «Bayan Winter’siniz, değil mi? Bayan Hannah Winter?» «Evet.


» «Pasaportunuzu görebilir miyim?» Kız elleri soğuktan titreyerek pasaportunu çıkartırken pelerin omuzlarından kaymıştı. Adam pelerini saygıyla düzeltip pasaportu aldı. «Amerikan yurttaşısınız demek.» «Lütfen.» Kız elini adamın koluna dayadı. «Dük’ü görmem gerek. Çok önemli ve acil bir durum.» Adam bir an sakin sakin baktı kızın yüzüne, sonra polise dönüp başıyla işaret etti. Polis kapıyı açtı. Araba ilerlemeye başladı. Adam kızın girmesi için kapıyı açtı. Arkasından kendi de girdi içeri. Mercedes büyük bir güçle ileri atıldı, sürücü direksiyonu çevirdi, sert bir U dönüşü yaptılar ve Lizbon’a doğru yol almaya başladılar. Kız sarsıntıdan bir köşeye savrulmuştu. Adam tavandaki ışığı yakıp sertçe kızı kendine doğru çekti.

Elinde hâlâ pasaport vardı. «Amerikan yurttaşı Hannah Winter, ha? Hiç sanmıyorum!» Pasaportu ikiye yırtıp bir kenara fırlattı. «Bana kalırsa bu daha gerçekçi bir yaklaşım olur.» Kızın eline tutuşturduğu bir Alman pasaportuydu. Kız dehşetle açtı pasaportu. Birden kendi fotoğrafıyla yüzyüze gelmişti. «Fräulein Hannah Winter,» dedi adam. «1918 yılının 9 Kasımında Berlin’de doğmuş. Bunu inkâr mı ediyorsun?» Kız pasaportu kapatıp adama uzattı. Kapıldığı paniği güçlükle önlüyordu. «Adım Hannah Winter, ama Amerikan yurttaşıyım. Amerikan elçiliği bunu onaylayacaktır.» «Reich yurttaşlarının akıllarına estiği gibi milliyetlerini değiştirmeleri hakkına sahip olduklarını kabul etmez. Alman olarak doğmuştun. Alman olarak öleceğini kesinlikle söyleyebilirim.

» Bomboş sokaklardan hızla kente girip nehire doğru ilerliyorlardı. «Lizbon ilginç bir kent,» dedi adam. «Yabancı bir elçiliğe girmek için Portekiz polis noktasından geçmek gerekir. İngiliz ya da Amerikan elçiliklerinden birine girmeye çalışmış olsaydın yine yakalardık seni.» «Hiç bir şey anlamıyorum,» dedi kız. «Kapıdaki adama içeri girmek istediğimi söylediğimde merkeze sorması gerektiğini söyledi.» «Çok basit. Portekiz polisi cinayet suçu dolayısıyla Hannah Winters’in sınırdışı edilmesi istemini kabul etti. Hatta üç cinayetin sanığı olarak. Ve konuyu bir an önce bir sonuca kavuşturmaya da hazır olduklarını bildirdiler.» «Ama siz… siz polis değilsiniz ki.» «Yoo, polis olmasına polisiz. Portekizlilerin anladığı anlamda değil kuşkusuz, daha ilginç türden bir polis.» Adam şimdi almanca konuşuyordu. «GESTAPO Berlin bürosundan Sturmbannführer Kleiber’im ben.

Arkadaşım da, Sturmscharführer Gunter Sindermann,» Bir karabasan görüyordu sanki ama yine de öylesine bitkindi ki hiç bir şeyin önemi kalmamıştı artık. «Şimdi ne olacak?» diye sordu ilgisiz bir sesle. Kleiber ışığı söndürdü. «Seni evine götüreceğiz. Berlin’e. Merak etme, kötü davranmayacağız.» Adamın eli kızın dizinde, ipek çorabının üstlerine doğru kayıyordu. Yaptığı en büyük yanlışlık da bu oldu; adamın bu davranışına duyduğu tiksinti kızın kendini toparlamasına yetmişti. Adamın eli daha yukarlara kayarken soluğunu tutarak kapının kolunu araştırdı. Mercedes o anda bir su arabasına yol vermek için yavaşlamıştı. Kız çılanca gücüyle Kleiber’i itti, kapıyı açtı ve kendini dışarı fırlattı. Dengesini yitirdi, iki takla attı yol kenarında. Sarsıntının etkisiyle doğrulduğunda duvara yaslanmak zorunda kaldı. Mercedes sokağın ilersinde durmuş, geri geri gelmeye başlamıştı. Kızın ayakkabılarından biri ayağından uçup gitmişti ama şu anda elinden bir şey gelmezdi.

Ayağını bir sallayışta ötekini de atarak en yakın sokağa dalıp koşmaya başladı. J Birkaç dakika sonra rıhtıma çıkmıştı. Hâlâ sağanak halinde yağmur yağıyordu, Tagus nehrinden karaya doğru yoğun bir sis yaklaşmaktaydı, sokak lambaları ise çok azdı. Çevrede ne dükkân vardı ne de ev. Her yanda gecenin karanlığına yükselen depo binaları göze çarpıyordu. Sis kendisini sararken kız yeryüzündeki tek insan olduğunu düşündü bir an, ama sonra arkasındaki bir sokağın duvarlarında yankılanan ayak seslerini duydu. Yine koşmaya başladı. Çoraplı ayaklarından ses çıkmıyordu, ama üşüyordu, çok üşüyordu. Birden karşı kaldırımda sisin ortasında loş bir ışık gördü. Kırmızı neon harflerle.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir