Per Petterson – At Calmaya Gidiyoruz

KASIM BAŞLARI. Saat dokuz. Saka kuşları cama çarpıyor. Kimi zaman yalpalaya yalpalaya uzaklaşıyor, kimi zaman yere düşüyorlar ve yeniden kanatlarını açıp uçmaya başlamadan önce yeni yağmış karların üstünde çırpınıyorlar. Benden ne istediklerini bilmiyorum. Pencereden ormana bakıyorum. Göl kıyısındaki ağaçların üzerinde kızıl bir ışık var. Rüzgâr esmeye başlıyor. Rüzgârın şeklini suyun üzerinde görüyorum. Artık burada, Norveç’in doğu ucunda bir gölün kenarındaki küçük evde yaşıyorum. Göle dökülen bir ırmak var. Yazın ortalarında suyu iyice çekilen küçük bir ırmak, ama ilkbaharda ve sonbaharda coşkulu akıyor, içinde alabalıklar var. Ben de birkaç tane yakaladım. Irmağın ağzı buradan yalnızca birkaç yüz metre ileride. Huş ağaçlarının yaprakları döküldüğünde mutfak penceresinden orayı seçebiliyorum.


Irmak kıyısında bir kulübe var, ışığı yanıyorsa kapının önüne çıktığımda görebiliyorum. Orada benden daha yaşlı olduğunu tahmin ettiğim bir adam yaşıyor. Belki de benden daha yaşlıymış gibi görünüyor sadece. Ama belki de ben nasıl göründüğümün farkında olmadığım içindir, ya da hayat bana davrandığından daha sert davranmıştır ona. Bunu göz ardı etmemek lazım. Bir köpeği var, bir koli. Evin yakınında bir sırığın tepesine oturtulmuş bir kuş yemliğim var. Sabahları ortalık aydınlandığında bir ϐincan kahveyle mutfak masasına geçip kuşların kanat çırparak gelişlerini seyrediyorum. Yemliğe gelen sekiz farklı tür saydım. Yaşadığım başka yerlerde bu kadar çok tür yoktu, ama sadece sakalar pencereye çarpıyor. Pek çok yerde yaşadım. Şimdi buradayım. Gün ışıdığında ben saatler öncesinden uyanmış oluyorum. Sobayı yakmış, etrafta gezinmiş, dünün gazetesini okumuş, dünden kalan bulaşığı yıkamış oluyorum; pek bulaşık çıkmıyor. BBC’yi dinliyorum.

Günün büyük bir bölümünde radyo açık duruyor. Haberleri dinliyorum, bu alışkanlığımı bırakamıyorum ama artık ne işime yarıyor bilmiyorum. Altmış yedi yaşın günümüzde çok fazla bir şey olmadığını söylüyorlar, bana da fazlaymış gibi gelmiyor, kendimi sağlıklı hissediyorum. Ama dinlediğim haberlerin hayatımdaki yeri aynı değil artık. Eskiden olduğu gibi dünyaya bakışımı değiştirmiyorlar. Belki de hata haberlerde, haberlerin veriliş tarzındadır, belki çok fazla haber vardır. Sabah erken saatte yayın yapan BBC World Service’in iyi yanı her şeyin kulağa yabancı gelmesi, Norveç hakkında hiç ama hiçbir şey söylenmemesi. Jamaika, Pakistan, Hindistan ve Burma gibi ülkelerin kriket gibi bir spordaki durumları konusunda son bilgileri alabiliyorum, gerçi şimdiye kadar hiç oynandığım görmediğim ve bana kalırsa hiç de görmeyeceğim bir spor. Ama “anavatan” Inǚ giltere’nin hiç durmadan, yenilmesi dikkatimi çekti. Bu da bir şeydir. Benim de bir köpeğim var. Adı Lyra. Hangi cinsten olduğunu söylemek zor. Çok da önemi yok bunun. El fenerini alıp birlikte dışarı çıkalı çok oldu.

Udžzeri birkaç milim buzla kaplı gölün kıyısında, sonbaharda sararmış otların arasında her zamanki yolumuzdan yürüdük. Karanlık gökyüzünden sessizce lapa lapa yağan kar Lyra’yı sevinçle hapşırtıyordu. Şimdi ocağa iyice sokulmuş uyuyor. Artık kar yağmıyor. Gün ağarınca hepsi eriyecek. Bunu termometreden anlıyorum. Kırmızı çizgi güneşe doğru yükseliyor. Bütün yaşamım boyunca buna benzer bir yerde yalnız başıma kalmanın özlemini çektim. En güzel zamanlarımda bile, ki bunlar hiç de ender değildi. Bu kadarını söyleyebilirim, güzel zamanların ender olmadığını. Şanslıydım. Ama o zamanlar bile, örneğin bir kucaklaşmanın ortasında birisi kulağıma çok duymak istediğim bir şeyi fısıldarken, birdenbire kendimi uzakta, sessiz sakin bir yerde bulmayı özlediğim oluyordu. Bunu hiç düşünmeden yıllar geçtiği de olurdu ama orayı özlemediğim anlamına gelmiyordu bu. Şimdi buradayım, neredeyse tam hayal ettiğim gibi bir yer. Ikǚ i aya kalmadan bu binyıl bitecek.

Ait olduğum köyde havai ϐişekler atarak kutlayacaklar bunu. Oraya gitmeyeceğim. Lyra ile birlikte evde kalacağım, belki göle inip buz ağırlığımı çekiyor mu diye bakarım. Hava tahminen eksi on derece olacak ve ay çıkacak. Sonra ateşi canlandırırım, ellili yıllarda bir kere Oslo Colosseum’da dinlediğim, neredeyse fısıldar gibi bir sesle, tükenmişçesine ama yine de büyülü bir şekilde şarkı söyleyen Billie Holliday’in bir plağını eski pikaba koyarım, dolapta sakladığım bir şişe içkiyi içip biraz çakırkeyif olurum. Plak bittiğinde yatağıma yatıp ölmeden ne kadar ağır uyunabilirse o kadar ağır bir uyku çekerim ve yeni bir binyıla uyanırım; bunun benim için hiçbir özel anlamı olmasına müsaade etmem. Bunu hevesle bekliyorum. O zamana kadar burayı adam etmekle vakit geçiriyorum. Yapılacak işler hiç de az değil, burayı ucuza aldım. Dürüst olmak gerekirse, evi ve araziyi ele geçirmek için çok daha fazla para dökmeye hazırdım ama pek bir rekabet yoktu. Şimdi bunun sebebini anlıyorum ama fark etmez. Her şeye karşın halimden memnunum. Aslında hiç de parasız değilim, pekâlâ bir marangoz tutabilirdim, ama işlerin çoğunu kendim yapmaya çalışıyorum, yoksa her şey çabucak biterdi. Ne kadar zaman alacaksa o kadar alsın istiyorum. Artık zamanın benim için önemli olduğunu hissediyorum.

Daha hızlı ya da yavaş geçsin diye değil, yalnızca zaman olsun diye; içinde yaşadığım, ϐiziksel olaylar ve etkinliklerle bölebildiğim bir şey olarak benim için belirginleşsin ve farkına varmadan geçip gitmesin diye. Dün gece bir şey oldu. Mutfağın yanındaki küçük odanın penceresinin önüne koyduğum seyyar yatakta uyuyordum. Saat on ikiyi geçmişti, dışarısı ziϐiri karanlık ve soğuktu. Işǚ emek için evin arka tarafına en son gittiğimde fark etmiştim bunu. Kendime dışarı işeme özgürlüğü tanıyorum. Zaten yalnızca dışarıda bir tuvalet var şimdilik. Nasıl olsa hiç kimse görmez. Orman batıya doğru iyice sıklaşıyor. Kısa aralarla yinelenen keskin ve yüksek bir sesle uyandım, sonra sessizlik çöktü, ardından yeniden başladı. Yatakta doğruldum, pencereyi aralayıp dışarı baktım. Karanlığın içinde ırmağa giden yolun biraz aşağısında bir el fenerinden çıkan sarı ışığı görebiliyordum. Elinde feneri tutanın benim duyduğum sesi çıkaran kişi olduğu kuşkusuzdu ama bunun ne tür bir ses olduğunu, adamın bu sesi niye çıkardığını anlayamamıştım. Bir adamsa tabii. Sonra ışık huzmesi adeta umutsuzca sağa sola savruldu, bir an için komşumun yüzünü seçebildim.

Ağzında sigaraya benzeyen bir şey vardı, sonra ses yeniden duyulduğunda bunun bir köpek düdüğü olduğunu anladım; oysa hiç böyle bir düdüğüm olmamıştı, hatta daha önce hiç görmemiştim. Ardından adam köpeğine seslenmeye başladı; Poker, diye bağırdı. Köpeğin adıydı bu. Poker, gel oğlum, diye bağırıyordu. Yatağa yatıp gözlerimi yumdum, ama yeniden uyuyamayacağımı biliyordum. Aslında tek istediğim uyumaktı. Uyumaya ayrılan zamanlara özen gösterir olmuştum, artık geriye çok fazla kalmamıştı, ama onlara eskisinden çok daha farklı bir biçimde ihtiyacım vardı. Kötü geçmiş bir gece, ardından gelen birkaç günü karartıyor, beni sinirli ve ne yapacağını bilmez bir duruma getiriyor. Buna zamanım yok benim. Odaklanmam gerekiyor. Yine de yatakta yeniden doğrulup oturdum, ayaklarımı yere sarkıttım, kalkıp karanlıkta sandalyenin arkasına asılı giysilerimi buldum. Ne kadar soğuk olduklarını hissettiğimde bir an soluğum kesildi. Sonra mutfaktan hole geçtim, eski kabanımı giydim ve raftan el fenerini alıp sahanlığa çıktım. Karanlıkta göz gözü görmüyordu. Yeniden kapıyı açtım, elimi içeri sokup dışarının ışığını yaktım.

Işǚ e yaradı. Evin kırmızı boyalı duvarından avluya sıcak bir aydınlık yayıldı. Şanslıymışım, diye düşündüm. Pekâlâ geceleyin köpeğini arayan bir komşu için dışarı çıkabilirim, uykusuzluk sadece birkaç günümüyer, sonra yine her şey yoluna girer. El fenerini yaktım, haϐif eğimli yamacın aşağısında durmuş, fenerini sağa sola çeviren adama doğru çayırdan yürümeye başladım. Işık orman kıyısından yolun üzerine geçti, ırmak boyunca gidip başladığı yere dönen bir çember çizdi. Poker, diye sesleniyordu, Poker, sonra düdüğünü üϐlüyordu, gecenin sessizliğinde bu ses rahatsız edecek kadar tiz geliyordu, adamın yüzü ve bedeni karanlığın içine gizlenmişti. Onu tanımıyordum, yalnızca birkaç kez sabahın çok erken saatlerinde Lyra ile dışarı çıktığımızda kulübesinin önünden geçerken konuşmuştum onunla ve birden içimde yeniden eve girip bütün bunları unutma isteği uyandı; benim elimden ne gelebilirdi ki, ama el fenerimin ışığını görmüş olmalıydı, artık çok geçti, ayrıca ne olursa olsun gecenin ortasında yalnız başına duran o zar zor görebildiğim siluette bir şey vardı. Böyle yalnız olmaması gerekiyordu. Bu doğru değildi. “Hey,” diye seslendim sessizliğe saygılı, alçak bir sesle. Bana doğru döndüğünde bir an için hiçbir şey göremedim çünkü ışığı tam yüzüme tutmuştu, bunu anladığında feneri aşağı çevirdi. Gece görüşümü geri kazanmak için birkaç saniye kımıldamadan durdum, sonra onun yanına indim; ikimiz de kalça hizamızda tuttuğumuz ışık huzmeleri çevremizdeki manzaraya çevrili olarak duruyorduk, hiçbir şey gündüz göründüğü gibi görünmüyordu. Karanlığa alışkındım. Karanlıktan korktuğumu hiç hatırlamıyorum ama elbette korktuğum olmuştur, oysa şimdi içinde neler gizliyor olursa olsun doğal, güvenli ve saydam gibi geliyor bana.

Bedenin rahatlığına ve özgürlüğüne karşı koyan hiçbir şey yok, belirli bir yükseklik, sınırlı bir uzaklık yok, çünkü karanlıkta bunlardan hiçbiri bulunmaz. Yalnızca içinde hareket edilecek büyük bir boşluk. “Yine kaçtı,” dedi komşum. “Poker. Şu benim köpek. Bazen yapıyor bunu. Her zaman geri gelir aslında. Ama o ortalıkta olmayınca uyumak kolay değil. Şimdi ormanda kurtlar vardır. Kapıyı da kapatmak gelmiyor içimden.” Biraz canı sıkılmış gibi görünüyordu. Köpeğim böyle kaçmış olsaydı ben de onun gibi olurdum. Söz konusu Lyra olsaydı ben ne yapardım, gece yarısı onu aramak için yalnız başıma dışarı çıkar mıydım bilmiyorum. “Koliler için dünyanın en zeki köpekleri dendiğini biliyor musunuz?” dedi. “Duymuştum,” dedim.

“Benden daha zekidir Poker, üstelik bunu biliyor,” Komşum başını salladı. “Korkarım idareyi ele geçirmek üzere.” “Pek iyi bir şey olmasa gerek,” dedim. “Değil,” dedi. Aklıma şimdiye kadar adamakıllı tanışmadığımız geldiği için elimi kaldırdım, görebilmesi için feneri üzerine tuttum ve “Trond Sander,” dedim. Kafası karışmıştı. Bir-iki saniye durakladı, sonra el fenerini sol eline alıp kendi sağ eliyle benimkini tutarak yanıt verdi: “Lars, Lars Haug. G’yle.” “Memnun oldum,” dedim ama karanlık gecenin içinde bu iki sözün, babamın çok uzun yıllar önce bir ormanın derinliklerindeki bir cenaze töreninde “başınız sağolsun” dediği zamanki kadar garip ve yersiz kaçtığını anladığım için söyler söylemez pişman oldum, neyse ki Lars Haug fark etmişe benzemiyordu. Belki de bu sözler ona yersiz gelmemişti, rasgele iki yetişkin erkeğin bir meydanda birbirleriyle tanışmalarından daha tuhaf görünmüyordu durumumuz. Çevremiz sessizdi. Yağmurlu, rüzgârlı, çam ve köknarların bitmeyen uğultularıyla dolu günler ve geceler geçirmiştik ama şimdi orman derin bir sessizlik içindeydi, tek bir gölge kımıldamıyordu, biz, yani komşum ve ben de sessizce durmuş karanlığın içine bakıyorduk, sonra birden arkamda bir şey olduğu duygusuna kapıldım. Sırtımdan aşağı doğru inen bu ani ürpermeyi durdurmayı başaramadım, Lars Haug da farkına vardı; ışığı benden birkaç metre ileride bir noktaya tuttu, dönüp baktığımda Poker orada duruyordu. Kaskatı ve tetikteydi; bunu daha önce görmüştüm, bir köpeğin suçluluk duygusunu hem anlayabildiğini hem gösterebildiğini ve pek çoğumuz gibi onun da bundan hiç hoşlanmadığını biliyordum. Bir kış gecesini dışarıda geçirmenin yabancısı olmadığını ve zorlukların, engellerin üstesinden gelmeyi, karışık işlerin ve ağır durumların altından kalkmayı kesinlikle bildiğini daha tokalaşırken anladığım sahibi, kırış kırış yüzüne pek yakışmayan neredeyse çocuksu bir tonla onunla konuşmaya başlayınca köpeğin huzursuzluğu arttı.

“Oof, neredeydin bakayım Poker, seni aptal köpek, babanın sözünüdinlemedin yine, yaramaz şey, bak bir daha sakın böyle şeyler yapma, yoksa çok kızarım,” diyerek köpeğe doğru bir adım attığında hayvan boğazının derinlerinden alçak sesle hırlayarak kulaklarını yatırdı. Lars Haug durdu. Fenerin ışığını yere çevirdiğinde köpeğin kürkündeki beyazlıklardan başka bir şey göremez oldum, siyahlıklar karanlığın içinde kayboluyordu ve alçak hırıltıları biraz daha belirsiz bir yerden gelmeyi sürdürürken tuhaf bir şekilde çarpık ve biçimsiz görünüyordu. Komşum, “Daha önce bir köpeği vurmuştum ve o zaman böyle bir şeyi bir daha asla yapmayacağıma yemin ettim,” dedi. “Ama şimdi bilemiyorum.” Kendine güveni sarsılmıştı, bunu görmek zor değildi, bir sonraki hamlesinin ne olacağına karar veremiyordu. Birden içimde ona karşı müthiş bir acıma duygusu uyandı. Beni saran bu duygunun nereden geldiğini bilmiyordum; belki karanlıkta bir yerlerden, bambaşka bir zamandan geliyordu, belki de benim başımdan çoktan unutulmuş bir olay geçmişti; bu beni duygulandırıyor, huzursuz ediyordu. Öksürdüm, pek de denetleyemediğim bir sesle sordum: “Vurmak zorunda kaldığın köpeğin cinsi neydi?” Aslında ilgimi çekenin bu olduğunu sanmıyordum ama göğsümdeki o şaşırtıcı ürpermeyi durdurmak için bir şey söylemem gerekiyordu. “Bir kurt köpeği. Ama benim değildi. Benim büyüdüğüm çiftlikte oldu. Ilǚ k gören annemdi. Orman kıyısında iki geyiği kovalıyordu; günlerdir kuzeydeki çayırın kenarında çalıların arasında otlamalarını pencereden seyrettiğimiz ödü patlamış iki yavrucak. Her zaman birlikteydiler ve şimdi de birlikte kaçıyorlardı.

Köpek onları kovaladı, sıkıştırdı, bacaklarını ısırdı; sonunda adamakıllı yorulmuşlardı, hiç şansları yoktu. Annem daha fazla bakmaya dayanamadı, muhtara telefon edip ne yapması gerektiğini sorduğunda adamın yanıtı, ‘Al tüfeğini, köpeği vur,’ oldu. “’Bu senin işin Lars,’ dedi telefonu kapadığında, ‘yapabilecek misin, ne dersin?’ Doğruyu söylemek gerekirse hiç istemiyordum, tüfeğe neredeyse elimi bile sürmezdim, ama geyik yavrularına çok acımıştım ve bunu yapmasını da annemden isteyemezdim, evde başka hiç kimse yoktu. Ağabeyim denizdeydi, üvey babam yılın bu zamanlarında hep yaptığı gibi ormana gitmiş komşu çiftçi için odun kesiyordu. Bu yüzden tüfeği aldım, çayırdan geçip ormana doğru yürüdüm. Oraya vardığımda köpek ortalarda yoktu. Durup kulak kabarttım. Sonbahardı, gün ortasında hava çok açıktı, neredeyse rahatsız edecek kadar sessizdi ortalık. Arkamı döndüm, çayırın ötesindeki eve baktım, annemin pencerede durmuş bütün yaptıklarımı dikkatle izlediğini biliyordum. Kurtulamayacaktım. Yeniden ormana döndüm, içerilere uzanan bir patikaya baktım, o sırada iki geyik koşarak bana doğru geldi. Diz çöktüm, tüfeği kaldırdım, dipçiği yanağıma dayadım. Geyikler o kadar korkmuşlardı ki bana bakmıyorlardı, belki de bir düşmanı daha önemseyecek güçleri kalmamıştı. Yönlerini hiç değiştirmediler, doğruca üzerime geldiler, omzumun birkaç parmak yakınından neredeyse sürtünerek geçip gittiler; soluk alıp verişlerini duymuş, kocaman açılmış gözlerinin bembeyaz parladığını görmüştüm.” Lars Haug bir an durdu, feneri kaldırıp ışığı arkamda hiç kımıldamadan duran Poker’in üzerine tuttu.

Arkamı dönmedim ama hayvanın alçak sesle hırladığını duyuyordum. Rahatsız edici bir sesti, önümdeki adam dudağını ısırdı, sol elinin parmaklarını kararsız bir hareketle alnında gezdirdi, sonra anlatmayı sürdürdü: “Otuz metre arkalarından kurt köpeği geliyordu. Dev gibi bir hayvandı. Anında ateş ettim. Vurduğuma emindim ama köpek ne hızını ne yönünü değiştirmişti, belki yalnızca vücudu haϐifçe sarsılmıştı, yemin ederim bilmiyorum, sonra yeniden ateş ettim, dizlerinin üzerine yıkıldı, yeniden doğruldu, koşmayı sürdürdü. Ne yapacağımı şaşırmıştım, bir kere daha ateş ettim, benden yalnızca birkaç metre uzaktaydı, vurulduğunda havaya sıçradı, çizmemin ucuna kadar geldi. Ama ölmemişti. Felç olmuş halde yattığı yerden bana bakıyordu, birden ona acıdım ve başını son bir kez okşamak için eğildim, ama hırlayıp elimi kapmaya çalıştı. Odždüm patlamıştı, öfkeden gözüm döndü, dosdoğru kafasına iki el daha ateş ettim.” Lars Haug yüzü gölgelere çevrili duruyordu, bitkince tuttuğu fenerden yalnızca küçük sarı bir ışık huzmesi düşüyordu yere. Çam iğneleri. Küçük taşlar. Ikǚ i kozalak. Poker kımıldamadan duruyor, hiç ses çıkarmıyordu, köpeğin soluğunu tutup tutmadığını merak ettim. “Çok berbat bir şey,” dedim.

“On sekiz yaşımı yeni doldurmuştum,” dedi. “Çok zaman önceydi ama hiç unutmuyorum.” “Bir daha asla bir köpeğe ateş etmek istememeni şimdi çok iyi anlıyorum.” “Göreceğiz,” dedi Lars Haug. “Ama şimdi şu köpeği içeri şoksam iyi olacak. Geç oldu. Gel buraya Poker,” dedi sert ve otoriter bir sesle, sonra yoldan aşağı yürümeye başladı. Poker söz dinler bir tavırla birkaç metre gerisinden onu izliyordu. Küçük köprüye geldiklerinde komşum durup el fenerini salladı. “Yanıma geldiğin için sağ ol,” dedi karanlığın içinde yüksek sesle. Ben de kendi fenerimi sallayarak yanıt verdim, yamaçtan eve yürüdüm, kapıyı açtım, aydınlık hole girdim. Nedense kapıyı arkamdan kilitledim, buraya taşındığımdan beri hiç yapmadığım bir şeydi bu. Bunu yapmak hoşuma gitmemişti ama yaptım yine de. Soyundum, yatağa yatıp yorganı üzerime çektim, gözlerimi tavana dikip ısınmayı bekledim. Kendimi biraz aptal gibi hissediyordum.

Sonra gözlerimi yumdum. Uyurken bir ara kar yağmaya başlamış ve ben uykumda havanın döndüğünü, soğuduğunu fark ettiğimden; kıştan korktuğumu, karın çok artmasından korktuğumu, buraya taşınmakla kendimi çaresiz bir duruma düşürdüğümü anladığımdan eminim. Bu yüzden bütün gücümle yaz rüyaları gördüm ve aklımda bu rüyalarla uyandım. Rüyamda herhangi bir yaz görebilirdim ama öyle yapmadım, çok özel bir yaz gördüm ve şimdi mutfak masasında oturmuş göl kıyısındaki ağaçların aydınlanışım seyrederken hâlâ o yazı düşünüyorum. Dün gece hiçbir şey eskisi gibi görünmüyordu ve kapıyı kilitlemiş olmam için hiçbir neden bulamıyorum. Yorgunum ama korktuğum kadar yorgun değilim. Akşama kadar dayanabilirim, bunu hissediyorum. Biraz uyuşmuş bir şekilde masadan kalkıyorum, bu sırt eskisi gibi değil artık. Lyra ocağın yanından başını kaldırıp bana bakıyor. Yine dışarı çıkacak mıyız? Çıkmayacağız, henüz değil. Birden canımı sıkmaya başlayan şu yazla işim var benim. Bunu yıllardır yapmamıştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir