Per Petterson – Lanet Olsun Zaman Nehrine

ŞİMDİ ANLATACAKLARIM birkaç sene önce oldu. Annem bir süredir kendini pek iyi hissetmiyordu. Onun için endişe edenlerin, özellikle de erkek kardeşlerimle babamın dırdınnı kesmek için nihayet ailemizin sittin senedir gittiği doktora muayeneye gitti. Doktor o sırada iyice yaşını başını almıştı herhalde çünkü çocukluğumda ondan başka birine gittiğimi hiç hatırlamıyorum ya da onu genç gördüğümü. Artık uzak denebilecek bir yerde oturduğum halde ben de aynı doktora giderdim. Bu ihtiyar aile doktoru, kısa bir muayenenin ardından annemi acilen birtakım tetkikler yaptırması için Aker Hastanesi’ne sevk etti. Oslo’nun doğusunda, yani benim sevdiğim tabirle bizim tarafta, Sinsenkyrsset’te bulunan büyük hastanenin beyaza boyalı odalarında, elma yeşiline boyalı odalarında pek çok can yakıcı testten geçirildikten sonra, eve gitmesi ve iki hafta sonra çıkacak neticeleri beklemesi söylendi ona. Neticeler iki değil, üç hafta sonra nihayet geldiğinde anlaşıldı ki annemde mide kanseri varmış. İlk tepkisi şöyle oldu: Şu işe bak, senelerce, hele çocuklar küçükken her gece akciğer kanserine yakalanacağım diye uykularım kaçardı, ola ola mide kanseri oldum. Zaman kaybı! Annem böyleydi işte. Sigara içerdi, tıpkı yetişkin oldum olalı benim de içtiğim gibi. Gece yarısı yatakta kaskatı yatmamn, kuru, yanan gözlerle karanlığa bakmanın, hayatın tadını ağzmda kül gibi duymanın nasıl bir şey olduğunu iyi bilirim, ama ben çocuklarımı babasız bırakmaktan ziyade kendi hayatımdan endişe duymuşumdur hep. Bir müddet elinde zarfla mutfak masasında oturup pencereden senelerdir baktığı aynı çimenliğe, aynı beyaz boyalı çite, aynı çamaşır iplerine, birbirinin tıpkısı gri evlere baktı ve burayı hiç mi hiç sevmediğini fark etti. Bu ülkenin kayasını taşını, çam ormanlarını, yaylalarını, dağlarım hiç sevmiyordu. Dağlan göremiyordu ama her tarafta olduklarını ve günbegün Norveç’te yaşayan herkesin üzerinde izlerini bıraktıklarını biliyordu.


Ayağa kalkıp hole çıktı ve kısa bir telefon konuşması yaptıktan sonra ahizeyi yerine koyarak babamı beklemek üzere mutfak masasına geri döndü. Babam birkaç sene önce emekli olmuştu ama ondan on dört yaş küçük olan annem hâlâ çalışıyordu; o gün tatil günüydü. Ya da bir günlük izin almıştı. Babamın anneme nadiren anlattığı, sonuçlan da pek görülmeyen işleri olurdu sürekli ama aralarındaki eski çatışmalar çoktan beridir çözüme kavuşmuştu. Ateşkes imzalamışlardı. Annemin hayatını yönetmeye kalkışmadığı müddetçe, kendi hayatmı huzur içinde, bildiği gibi yaşayabiliyordu. Hatta annem onu savunmaya ve korumaya bile başlamıştı. Babamı bir parça eleştirecek olsam ya da kadın özgürleşmesini desteklemek adına gafil bir teşebbüsle babama karşı onun tarafım tutsam hemen kendi işime bakmamı söylerdi bana. Tabii şimdi eleştirmek kolay, derdi, bunların hepsi sana altın tepside sunuldu. Çok bilmiş. Sanki benim hayatım da çok güllük gülistanlıktı. Bodoslamadan boşanmaya doğru gidiyordum. İlk boşanmamdı; dünyanın sonu geldi sanıyordum. Öyle günler oluyordu ki mutfaktan banyoya giderken en az bir kere yere diz çöküyor sonra toparlanıp yoluma devam ediyordum. Babam pek acil projesi her neyse onun peşinden Vâlerenga’ya gitmişti kuşkusuz, hem onun doğum yeriydi Vâlerenga hem de savaştan yedi yıl sonra benim doğduğum yerdi ve kendilerine ihtiyar delikanlılar diyen, onun yaşlarında, onun mazisini paylaşan arkadaşlanyla buluşmaya giderdi oraya.

Eve döndüğünde annem hâlâ mutfak masasmda oturuyordu. Elinde sigara vardı, Salem ya da belki Cooly; akciğer kanserinden korkanlar mentollü sigara içer. Babam kapıda öylece kalakalmıştı, elinde iyice eskimiş bir çanta, benim altıncı ve yedinci sınıfa giderken kullandığım, o zamanlar herkesin kullandığı çantalara benzeyen bir çanta, hatta belki ta kendisi. Yani yirmi beş yaşını devirmiş bir çanta. “Ben bugün yola çıkıyorum,” dedi annem. “Nereye?” dedi babam. “Eve.” “Eve,” dedi babam. “Hemen bugün mü? Önce bir konuşsak daha iyi olmaz mı? Benim de bu konuda biraz düşünmeme izin yok mu?” “Konuşacak bir şey yok,” dedi annem. “Biletimi ayırttım. Aker Hastanesi’nden demin mektup geldi. Kansermişim.” “Ne, kanser mi?” “Evet. Mide kanseri. Bir süreliğine evime gitmem lazım.

” Tamı tamına kırk yıldır Norveç’te, Oslo’da yaşadığı halde, ne zaman Danimarka’nın, o küçücük ülkenin kuzeyindeki kasabasından bahsetse evim derdi. “İyi ama tek başına gitmeyi düşünmüyorsun herhalde?” “Evet,” dedi annem. “Tek başma gitmek istiyorum.” Bu şekilde konuştuğunda babamm incineceğini ve üzüleceğini bildiği için bu sözleri söylemek hiç hoşuna gitmedi, aksine birlikte bu kadar hayattan sonra babamm daha iyi muameleyi hak ettiğini düşünüyordu ama başka seçeneği yoktu. Tek başma gitmesi gerekiyordu. “Herhalde fazla uzun kalmam,” dedi. “Bir-iki gün durup geri dönerim. Hastaneye yatmam gerekecek. Belki ameliyat olabilirim. Umarım. Öyle ya da böyle bu akşamki gemiye biniyorum.” Saatine baktı. “Üç saat kalmış. Yukarı çıkıp bavulumu hazırlasam iyi olacak.” Zemin katında mutfak ve oturma odası, üst katta üç küçük yatak odası ve bir banyo olan, balkonlu bir evde oturuyorlardı.

Ben de o evde büyümüştüm. Duvar kâğıtlarındaki her yırtığı, zemin tahtalarındaki her çatlağı, bodrumdaki her korkunç noktayı bilirdim. Ucuz evlerdendi. Duvara hızlı bir tekme atacak olsan bacağm komşunun oturma odasma geçerdi. Annem masadaki kültablasmda sigarasını söndürüp ayağa kalktı. Babam hâlâ yerinden kıpırdamamıştı, bir elinde çanta, öteki eli tereddütle anneme doğru uzanmış. Babam boks ringi hariç fiziksel temas konusunda pek cevval sayılmazdı, dürüst olmak gerekirse annemin de en kuvvetli noktası değildi bu; babamı özenle, neredeyse sevecenlikle kenara itti yanından geçebilmek için. Babam çekildi ama gönülsüzce, kelimelere dökmeden anneme elle tutulur bir şey, bir işaret vermek istediğini gösteren bir yavaşlık ve kararlılıkla. Ama bunun için çok geç, diye geçirdi annem içinden, çok geç, dedi ama babam onu duymadı. Yine de babamın ona sarılmasına izin verdi; kırk yılın ve biri ölmüş olsa da dört erkek evladın ardından aralarında, birlikte aynı evde yaşamaya, birbirlerini beklemeye ve önemli bir şey olduğunda çekip gitmemeye yetecek şeyler olduğunu gösterecek kadar. Annemin bindiği, güneye gittiğimizde hepimizin bindiği geminin adı Holger Danske’ydi. Araştırdım da gemi sonraları, önce Stockholm’de ardından Malmö’de göçmenler için barınak olarak kullanılmış, şimdiyse Asya’da, Hindistan ya da Bangladeş’te bir kumsalda parçalanıyormuş ama benim bahsettiğim günlerde hâlâ Oslo’yla Jutland’ın kuzeyindeki bu kasaba, annemin büyüdüğü kasaba arasında gidip geliyordu. Annem o gemiyi severdi ve kötü şöhretini haksız bulurdu; halk arasında bilinen adıyla Dikkat Batarske şu anda aynı güzergâhta çalışan, insanların içip içip kendini kaybettiği yüzer kumarhanelerden çok daha iyi bir gemiydi, hem hava kötü olduğunda biraz yalpa vursa da dalgalara asla teslim olmazdı. Benim de Holger Danske’ ye bindiğimde kustuğum olmuştu ama hiç üzerinde durmamıştım. Annem mürettebatı da severdi.

Zaman içinde çoğuyla muhabbeti ilerletmişti. Küçük bir gemiydi ve annemi iskeleden çıkarken gördüklerinde hemen tanır içlerinden biriymiş gibi karşılarlardı. Belki bu sefer halinde tavrında kasvetli bir şeyler fark etmişlerdi, yürüyüşünde, etrafa bakışında; kafası başka yerde olduğunda ortada gülünecek bir şey olmadığı halde etrafa dudaklarında bir tebessümle bakardı genelde, o sırada da etrafındakilerin tahmin edebileceği bir yerde değildi kafası kuşkusuz. Öyle baktığında çok güzel göründüğünü düşünürdüm. Teni sanki yumuşar, gözleri tuhaf, berrak bir ışıltıyla parlardı. Küçük bir çocukken, benim odada olduğumun farkında olmadığında ya da unuttuğunda onu dikkatle izlerdim, bana kendimi yalnız ve terk edilmiş hissettirirdi bu hali. Aynı zamanda heyecan vericiydi de çünkü televizyonda gösterilen filmlerdeki kadınlara benzerdi, mesela Kraliçe Christina’dakı Gre-ta Garbo’ya, hani filmin sonlarına doğru geminin güvertesinde bambaşka ruhani bir yerlere giderken düşüncelere daldığı sahnedeki gibi, ama nasıl olmuşsa bizim mutfağımıza girmiş, bir süreliğine kırmızı mutfak sandalyelerimizden birine oturmuş, parmakları arasında dumanı tüten bir sigara, önündeki henüz çözülmemiş, dokunulmamış bulmacaya bakmaktadır. Ya da Casablanca’daki Ingrid Bergman gibi, çünkü saçının şekli, yanağının kavsi ona benzerdi ama annem Humphrey Bogard’a asla “İkimizi de düşünmek zorundasın” demezdi. Hiç kimseye demezdi. Bana miras kalan ve nereye gitsem kullandığım, sahte deriden, küçük kahverengi bavuluyla iskeleye çıkarken Holger Danske’nin mürettebatı, onları selamlayışında bir değişiklik fark ettilerse bile bu konuda bir yorumda bulunmamışlardı ve annem de buna minnettar kalmıştı. Kamarasına girdiğinde bavulunu sandalyenin üzerine bıraktı, lavabonun üzerindeki raftan bir bardak alıp itinayla temizledikten sonra bavulunu açtı ve giysilerin altından yanlanmış bir şişe çıkardı. İçki içtiğinde tercih ettiği viskiydi bu, Upper Ten ve sanınm bizim bildiğimizden daha fazla içiyordu. Üzerimize vazife değildi ama kardeşlerim Upper Ten’in ucuz ve kötü bir içki olduğunu düşünürlerdi, hele gümrüksüz içkilerin bol bulunduğu bir ortamda esamesi okunmazdı. Kardeşlerim malt viskisini tercih ederlerdi, Danimarka’ya giden gemide satılan Glenfiddich ya da Chivas Re-gal gibi şeyleri, başka yerlerin ürünleriyle kanştınlmamış malt viskisinin damağı nasıl okşadığı gibi saçmalıkları uzattıkça uzatırlardı ve annemi zevksiz bulup onunla dalga geçerdik. Annem bize soğuk soğuk bakıp: “Evlat diye ne yetiştirmişim.

Züppeler,” derdi. Sonra da eklerdi: “Günah işleyecekseniz biraz canınız yanmalı.” Aslında ben de onunla aynı fikirdeydim ve dürüst olmak gerekirse şarap tekeline gidecek cesareti topladığımda Norveç’te üretilen Upper Ten’i alırdım, ne karıştırılmamış malttan yapılırdı ne de insanın damağından kayardı, aksine kendini ilk yuduma hazırlamadın mı insanın gırtlağını yakar, gözlerinden yaş getirirdi. Kötü viski olduğu düşünülmesin, sadece ucuzdu. Annem şişenin kapağım ani bir hareketle açtı ve bardağın dörtte üçünü doldurup iki yudumda kafaya dikti. İçki ağzını ve gırtlağını öyle kötü yaktı ki uzun müddet öksürdü ve zaten ağrısı olduğu için biraz da ağladı. Sonra kaçak mal taşıyormuş, gümrük memurları da ellerinde levye ve kelepçelerle kapışma dayanmış gibi şişeyi kapatıp elbiselerinin altına koydu. Lavabonun üzerindeki aynaya bakarak gözyaşlarını kuruladı ve hafif tombul kadınların daima yaptıkları gibi kıyafetine çekidüzen verdikten sonra üst kata kafeteryaya çıktı. Her manada mütevazı bir kafeteryaydı bu, menüsü de tam onun sevdiği gibi üstesinden gelinebilen mütevazı bir menüydü, zaten Holger Danske’yi mükemmel bir gemi yapan özelliklerinden biri buydu. Kitabını da kafeteryaya götürmüştü. Annem daima okurdu, çantasında daima bir kitap bulunurdu ve Günter Grass’ın yeni kitabı çıkmışsa yanında muhtemelen o olurdu, Almancası. Okuldan mezun olduktan sonra sırf artık mecburi olmadığı için Almanca okumayı bıraktığımda beni iyice kalaylamış, entelektüel açıdan tembel olduğumu söylemişti; ben de kendimi savunup tembel olmadığımı, bunun prensip meselesi olduğunu, Nazilerden nefret ettiğim için Almanca okumadığımı söylemiştim. Sinirleri tepesine çıkmıştı. Titreyen işaret parmağını burnuma uzatarak: sen Almanya’yı, Alman tarihini, orada olup bitenleri ne bilirsin? demişti bana. Bastıbacak seni.

Bu lafı sık sık söylerdi bana: Bastıbacak derdi, doğru pek öyle uzun boylu değildim ama kendisi de değildi. Kısa olsam da formum yerindeydi ve bence “bastıbacak” lakabı hem onun gibi kısa boylu olduğum, hem de babam gibi formda olduğum ve beni böyle sevdiği manasına geliyordu. En azından benim hüsnükuruntum böyleydi. Bu yüzden de beni kalaylayıp üzerine de bastıbacak dedi mi pek kafayı takmazdım. Hem bu konuşmayı yaptığımız sırada Almanya hakkında gerçekten pek bir şey bilmiyordum. Hakkı vardı. Holger Danske’de bilileriyle ahbaplık etmeye çalıştığım, bililerinin masasına oturup sohbet açtığmı hiç zannetmem. Genelde insanların düşüncelerini ve hayallerini öğrenmek için onlarla sohbet etmeyi severdi, çünkü bu sohbetler sayesinde ya onların kendisiyle aynı maziyi paylaştığını ve kendisi gibi olduklarını anlar ya da farklı olduklarını görürdü ve bu farkı, bu değişik olasılıktan ilginç bulur, onlan arar, onlardan çok şeyler öğrenirdi. Bu sefer iki kişilik bir masada tek başma oturup sessizce yemeğini yedi ve kahvesini içerken kitabına odaklandı; bardağı boşalınca da kitabı koltuğunun altına sokuşturup ayağa kalktı. Vücudu sandalyeden ayrıldığı anda aniden öyle müthiş bir bitkinlik hissetti ki hemen oracıkta düşüp kalacağım ve bir daha asla kalkamayacağını düşündü. Dünya da gemi gibi savrulmaktayken masanın kenarına tutundu. Kafeteryadan nasıl çıkacağını, resepsiyondan nasıl geçeceğini, merdivenleri nasıl ineceğini hiç bilmiyordu. Yine de başardı. Derin bir nefes aldı ve masalann arasından sessiz bir kararlılıkla yürüyüp merdivenleri inerek kamarasına gitti, yüzünde daha önce tarif ettiğim ifade vardı ve destek almak için sadece bir-iki kere duvara tutunarak kamarasını buldu, anahtan ceketinin cebinden çıkardı ve kapıyı arkasından kilitledi. Yatağa oturur oturmaz bardağına bol bol Upper Ten koyup üç hızlı yudumda içti ve canı yandığında gözleri yaşardı.

ANNEM Holger Danske’nin iskelesinden inip, çocukluğunun geçtiği ve kırk yıldır Oslo’da ikamet ettiği halde halen evim dediği Kuzey Jutland kasabasının rıhtımına ayak bastığında, elinde küçük kahverengi valiziyle liman boyunda yürüdü ve Danimarka’daki bütün tersaneler kâğıttan kuleler gibi yıkılıp gittiği halde, o sıralarda yani seksenlerde hâlâ kapanmamış olan tersanenin yanından geçti. Belediyenin deniz kıyısından yüz elli metre geriye çektiği, kireç badanalı Amiral Tordenskjold barut kulesinin yanından geçti. Kulenin altını kazıp iyice eskimiş demiryolu traversleri döşemişler, koca bir vinç ve bin küsur litre sabunla koca binayı çekmişlerdi. Basbayağı olmuştu işte. Kim bilir kaç ton ağırlığında taş kule mükemmelen hazırlanmış yeni yerine çekilmişti santim santim, sırf kasabanın görülmeye değer üç-beş şeyinden birini feda etmeden tersaneye yeni bir kuru havuz kazandırmak için. Ama bu harekât yapılalı epey uzun zaman geçmişti ve annem sabun ve demiryolu traversi hikâyesinin doğru olduğuna tam emin değildi; kulağa biraz tuhaf geliyordu, hem bu işlem yapılırken kendisi de orada değildi. Norveç’teydi, kader tarafından kaçırılmış, rehin alınmıştı ama buradakiler başarmıştı işte. Kule kesinlikle yer değiştirmişti. Güzelim Plantagen Parkı’na komşu olan, onunla ağaçlarım, kayınlarını, dişbudaklarını, akçaağaçlannı paylaşan Fladstrand Kilisesi mezarlığına üç yıl önce gömülmüştü babası (her zamanki gibi huysuz ve sabırsız), annesiyse yine aynı yere neredeyse seve seve gidip yatmıştı şaşkın, utangaç; erkek kardeşi zaten otuz beş senedir oradaydı, çok kısa bir hayatın ardından sersemlemiş, gönülsüzce yattığı bu yerde. Aile mezar taşının üzerinden bir güvercin bakıyordu. Metalden yapıldığı için uçup gidemezdi ama yine de zaman zaman ortadan kaybolur, yerinde madeni bir çubuk kalırdı. O güvercini biri almış olmalıydı, evinde bir dolapta güvercinlerin, meleklerin, başka Hıristiyan bronz heykellerinin koleksiyonunu yapıyordu belki, uzun gecelerde perdelerini kapatıp heykelcikleri raflarından alıyor, pürüzsüz, soğuk bedenlerini okşuyordu. Güvercin her çalındığında annem yolun hemen yukarısındaki cenaze levazımatçısına yeni bir tane sipariş verir ve yerine takmalarını rica ederdi. Belki de onlar işlerini pek iyi beceremiyordu. Güvercin üç yılda üç kere kaybolmuştu.

Annem son zamanlarda mezarlık ziyaretinden dönüşte yürüyerek ya da bisikletle kasabanın merkezindeki bir eve, daha doğrusu apartmana gidemiyordu artık. Limana inen Lodsgade sokağındaki, tuvaleti dışarıda olan evin pencerelerini, birinci kattaki çiçek saksılarını işaret edip eskiden burada yaşadığını, burada şimdi olduğu kişiye dönüştüğünü söyleyemiyor, sonra da annesinin sütçü dükkânının yanmda, zemin kattaki küçük odamn penceresine işaret edip kardeşi hakkında başarısız da olsa bir-iki kelime etmeyi beceremiyordu. Sabahleyin Norveç’ten gelen gemiden iner inmez, elindeki kesekâğıdmda taze poğaçalarla, açık demir kapmm ardındaki kapıyı çalamıyordu. O kapıyı açacak kimse kalmamıştı. Orası artık onun sokağı değildi. Lodsgade’ye, oradan da şehir merkezine yürümek yerine, göğsünde üç yıldır dinmeyen tuhaf bir pırpırlanmayla liman boyunca yürüyüp istasyondan taksiye bindi. Taksi sinyalini yakıp caddeye çıkarak Nordre Strandvej yönünde ilerledi, deniz okulunun, yol boyunca uzanan kavakların ardında, bakımlı tahkimatı ve toplan ardına saklanmış Tordenskjold Tabyası’mn ve kürek kulübünün yanından geçti. Annem sık sık oraya gider, bir Tuborg ısmarlayıp küçük limana ve denize bakan cam duvara karşı oturur, dalgakıranın dar ağzından girip çıkan küçük mavi ve kırmızı tekneleri seyrederdi. Sahil boyundaki bütün ciddi balıkçılık faaliyeti seneler önce sona erdiğinden bu tekneler sadece hobi için açılırdı. Rüzgârın diz boyundan daha fazla uzamasına izin vermediği çalılar, kum ve sahil otlarıyla dolu açık arazi boyunca ilerledi taksi; sabahın erken saatinde deniz gri mavi gözenekli bir deri gibi gergin duruyordu ve üzerindeki gökyüzü süt kadar beyazdı. Asfaltın mıcıra dönüştüğü yerde yaşlı kuşburnu çalılarıyla, yamru yumru çamların araşma girdi taksi topu topu on beş dakikalık bir yolculuğun ardından. Ne garip, diye düşündü annem, ağır çekim iler-liyorlarmış gibi, araba camındaki hafif buğu, suyun üzerindeki gri ışık, deniz fenerinin solgun, tembel ışığım çaktığı ada, dallarda son kuşburunlan, kıpkırmızı, neredeyse mora çalan kırmızı, Çin fenerleri gibi. Öteki pencereden bakmak istediğinde başı yavaşça o tarafa döndü, diliyle dudaklarını ıslattı, ellerine bakıp yavaşça parmaklarını oynattı, teni uyuşmuş ve sertleşmiş gibiydi ve sebepsizce güldü. Taksiyi kasabaya geri göndermeden önce şoföre dört gün sonra sabah erkenden gelip onu almasını söyledi. Şoför seve seve geleceğini söyledi, böylece erkenden işe koyulabilecekti, itiraf etmeliydi ki biraya biraz fazla düşkün olduğundan her zaman sabah erken kalkamıyordu.

“Sana on biralık bahşiş veririm,” dedi annem. “Yeter ki zamanında gel. O çok mühim,” dedi, “bir planım var, anlarsın ya,” sonra da tehdit eder gibi parmağını şoföre uzattı ama delikanlı sırıtınca kendisi de güldü. “Tam zamanında gelirim,” dedi genç adam. Annemin dallanıp budaklanmış çamın yanından balkona çıkmasına yardım etti, bavulunu yere bıraktıktan sonra “Görüşürüz,” dedi ve geri manevrayla bir yarım daire çizdikten sonra, ücretini ve küçük bahşişini aldığı çimenlikten çıktı, dönüp anneme pencereden el salladı ve kasım ayının ilk perşembe sabahı şafak alacasında lambasını yakarak uzaklaştı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir