Peter Ackroyd – İngiliz Müziği

Evet. Geçmişe döndüm işte. Yaptım o yolculuğu. Sana bu niyetimden söz ettiğimde, “Geri dönemezsin” dedin. “O günler çoktan geçti.” Oysa o zaman da açıkladığım gibi ‘ille de bunun doğru olması gerekmiyor. Bir gün, bir başka güne dönüşüyor, yine de hiçbir şey yitip gitmiyor. İşte böyle, geri döndüğümde eski salon oradaydı. İlk yıllarımın geçtiği yer, Simya Tiyatro’nun yeri olduğu gibi duruyordu, 1992’nin o sonbahar göğüne çizilmiş, koyu kurşun rengi çatısına başımı kaldırıp baktığımda hala yaşlı bir adam mıydım, yoksa yeniden çocuk mu olmuştum, bilemedim. Elbette yüzeyde değişmişti herşey: yetmiş yıl önce City Sol.<.ağı, küçük dükkanların, atelyelerin sıralandığı kapkara kesilmiş bir geçitti. An-Kovanı Çizme Atelyesi’yle, patiska, ufak süslemeler falan gibi şık şeyler satan dükkanın yanında o eski salonun da nasıl durduğunu anımsıyorum: o unutulmuş yapıları seçebildiğime inansam. da şimdi onların yerinde kiralık araba galerisiyle, Superdrug mağazalar-zincirinin bir dükkanı var karşımda. Eskiden salonun öteki yanında da bir mandıra bulunurdu, oranın sahibi olan aile arka bahçede inek beslerdi; söylentiye göre o hayvanın atalarını eriterek yaptıkları sabunları, mumları da satarlardı.


İşte, geçmişe gittiğim tam bu yerde Spar mağazası duruyor şimdi. Yine de bir şeyler aynı kalmış. Nasıl anlatsam? Yapıların durumu, her şeyin konumu bana bildik geliyor. Geçmişe döndüğümde …. ne denli önceye ki? Salon 1892’de yapılmıştı, bunu biliyorum çünkü, sayılar tam tavanın altında, tuğlalara kazınmıştı, her baktığımda bu tarih içimi kötü bir şeyler olacağı sezgisiyle doldururdu. Nedenirti hiç anlayamazdım, ama şimdi biliyorum. Geç Victoria dönemine özgü bir 7 Londra yapısıydı, yine de Hackney’in City Sokağı yakınındaki bu bölgesine yayılmış olan küçük evlere, daracık sokaklara uygun düşecek ölçülerdeydi. Yakınlarda William Blake ve John Bunyan’ın son kaldığı yer olan Bunhill Alanı vardı, salon da 1887’deki Doğu Yakası ayaklanmaları sırasında yıkılmış olan Dissenter’ların kilisesinin yerine yapılmış olmalıydı. Bölgedeki yeni Anglo-Katolik kilisesine karşı başlatılan saldırıların, tüm dinsel kurumlara yönelik şiddet eylemlerine dönüştüğü o zamanları yaşlılar anımsıyorlardı. Daha sonra kilise, Muhafızlar Kumlu’nun idare ettiği bir toplantı salonu olarak yeniden yapılmıştı, ama benim çocukluğumun geçtiği yirmili yıllarda değişik amaçlarla kullanılan bir yere dönüşmüştü. Toplantı yeri olmuştu. Dışardaki afişte kısaca, CLEMENT HARCOMBE – MEDYUM – ŞİFACI yazardı. O, benim babamdı. “Simya Tiyatro’ya hoşgeldiniz. Geçmişin ruhlarının sessiz bir gösteride önünüze dizildiği bti yere.

” İşte, hep böyle başlardı babam o günlerde, ama sözcüklerini yıllar sonrasına dek anımsamadım. Tam ölmeden önce yineledi onları, ben de bu insaiıın gerçek doğasını açıklayabilmek için hemen bir yere not ettim. Tüm kişiliğin, birkaç sözcük içine kilitlenmesi tuhaf görünebilir, ama böyle olur. Onun için, hala kendisini ölçmede kullandığı bu sözcükler, hep öne çıkmış, hatta tehlikeli bir geçmişin tınısını taşıyordu, ama o zamanlar benim için hiçbir anlamı yoktu, ölümünden önceki anlarda onları yine söylediğinde başımı çevirdim. Yıllarca önce de böyle mi davranmıştım? Çocukken, Simya Tiyatro’nun sahnesinde, onun yanında dururken de başımı mı çevirmiştim? O salonun kokusunu hala anımsıyorum – ya da daha çok, ne zaman toz, boya, insan çürümesinin tedirgin etmeyen kokusunu duysam çocukluğumun o dönemine geri dönüyorum. Gaz lambalarının parıltısı içindeki tahta sahneye çıktıktan sonra, sanki düşüverecekmişim, ya da kaçıp gidiverecekmişim gibi elimi sımsıkı tutardı babam. Beni sertçe yanına bastırır, omzumu sıkar, ya da genellikle elini başıma koyardı. Orada birlikte dururken, gerçekten onun içinden çıkmışım, öne uzanmış avuç içinden fışkırmışım gibi görünüyordum sanırım. Yalnızca sahneyi geçip, küçük eski tip piyanonun önüne oturduğu zaman bırakırdı beni: gösterinin başında hep piyano çalardı. Hayır, o gösteri değildi. O zamanlar değildi. Gerçekte, törendi. Dinsel törendi. Babam, sanatçı olmasıyla, hatta birden çok açıdan sanatçr olmasıyla övünürdü, ama uzman bir müzikçi değildi. Çeşitli ilahiler bilirdi, şimdi ne zaman “Jerusalem”i duysam, yavaş yavaş yükse8 len sesler, eski piyanodan çıkan kırılgan notaların salonda yankılandığı o zamanlara götürür beni; o yapının kararmış tuğlalarının çevremdeki boşluğu lekelediğini bir kez daha duyabilirim, her gece toplantısından önce bana egemen olan fiziksel eziyet duygusuİm yaşarım.

Babam, notaların birbirini izlediğine gerçekten inanmıyormuş gibi çok çok yavaş çalardı, ama içinden geldiğince coşkuyia çalma gücünü, inancını bulduğu zamanlar da olurdu: Daha zengin bir örnek sergileyen, bir zamanlar duymuş olduğu müziğin gömülü anısından fışkırmış gibi görünen, ansızın bir kreşendoya ulaştığı, ya da benzer ezgileri arka arkaya kurguladığı zamanlar da olurdu. Ama iyi bir piyanist değildi. O çalarken de yürür, yanında dururdum: Havaya ulaşmak için tahtayı oyan kurtların piyanonun yanlarında açtığı küçük deliklere parmaklarımı sokuşumu hala anımsıyorum. Bitirir bitirmez ayağa kalkar, yine elini başıma koyar, beni sahnenin ortasına götürürdü: Bu, hemen hiç şaşmadığımız bir uygulamaydı. Sağ elinin ikinci parmağında ince, altın yüzük vardı, orada birlikte dururken kafatasıma batardı. Birkaç dakika sonra o bildik sözcükleri dökülürdü: “Simya Tiyatro’ya hoşgeldiniz. Geçmişinizdeki tüm ruhların, sessiz bir gösteride önünüze dizildiği bu yere.” Seyircilerin sayısını hiç kestiremezdim: Küçük bir salondu, yetmiş, seksen kişi alırdı, ama her zaman birbiri üzerine yığılmış çok fazla sayıda insan, çok fazla beklenti içinde yüzler var gibi görünürdü. İnsanlar, tahtaları aşınmış, çok kullanılmaktan parlamış, alçak sıralarda otururlardı; çoğu belirgin bir merakla kendi ellerini inceler, ya da sıraların altındaki, çatlak, yeşil tuğla döşemeye bakardı. Babama pek bakmazlardı, ama duyumsadığım kadarıyla, özellikle bana bakmazlardı. Bana acıyor gibiydiler. Gerçek tiyatro sahnesi olmamasına, yerden iki ayak yükseltilmiş dikdörtgen bir platform olmasına karşın sahnenin önünde sıra sıra dizilirlerdi. Salonun iki yanında birkaç küçük, dört köşe pencere vardı, üç sıra gaz lambası içerisini aydınlatırdı. Kış aylarında salon pırıl pırıl aydınlatılırdı, dış dünyadan görebildiğim tek şey, karanlıktan yamalar olurdu, ama yazın toplantı ilerlerken pencerelerden içeri gittikçe soluklaşan, alacakaranlık süzüldüğü sıralar salonda lambalar yanmazdı: Belki de en çok korktuğum alacakaranlıktı. Şimdi anılarımda, yaşamımın bu bölümü, sonsuza dek uzaklaşmış görünüyor, çünkü ondan önce olanların hiçbirini bilmiyorum -yalnızca ba- .

bamla ben, sessizlik içinde, sahnede birlikte dururken yaşamımı kuşatan mevsimlerin ağır ağır geçişi. 9 Hala beni tutuyordu, ama öteki elini yüzünde gezdirdi. Bir süre hiçbir şey söylemedi, bunun sonucu olarak da en güçlü etkilerinden birini yarattı – müziği çalması, sonra sessizlik, bu geçişte de yalnızca kendisinin bozabileceği gerilimi yaratması. Şimdi görüyorum da onların üzerinde gücünü kurma yolu buydu. Müziğin hiçbir zaman yeniden başlamaması mümkün olabilir miydi? Bu sessizlik sonsuza dek sürebilir miydi? “Burada birisi var” diye ansızın başlardı. “Birisi buraya gelmiş. Yol gösterilmesine gerek duyan bi-· risi.” Babam hep derin bir sesle, her cümleyi güçle vurgulayarak konuşurdu. Her gösteriden önce piyanoyu belki de müziğin etkisine sığvımak için çalardı, çünkü kendi sesi sıradan, ince, çekiciliği olmayan bir sesti. Bilmiyorum. “Evet. Bu gece birisi bize gelmiş.” Bu noktada beni eskisinden de sıkı bastırır, neredeyse yere yapıştırırdı, sonra genellikle titreyen parmağıyla önümüzde duranlardan birini gösterirdi. O zamanlar bana tuhaf görünmezdi, ama seçtiğinin, benim baktığım kişi olduğunu ayırt ederdim sık sık. Hatta tam aynı yönü gösterme itkisi duyduğum 24.

manlar bile olurdu, ama babam hep içimden geçenleri sezmeyi becerirdi. Yine de dikkatimi böylesine üstünde toplayan şey neydi? Babamın eli başımda, önümdeki tahta sıralara oturmuş adamlara, kadınlara bakarken neler görürdüm? Büyük bir keskinlikle ışıktan ayırt edilen, bu yüzden de insanların, duvarlar arasına sıkışmış havada titreşen incecik tellerle birbirlerine bağlanmışlar gibi göründükleri çizgilerden, yılansı çizgilerden oluşturdukları durumlar da vardı. O zaman onların tüm eylemleri, tüm renkleri zorla bu çizgilerin içine kıstırılmış görünürdü- sanki gölge tiyatrosundaki boyalı kartonlardı da ansızın yaşamla dolduruluvermişlerdi. Ama başka bir şey gördüğüm durumlar da olurdu. Hayaletler görürdüm. Bunları öylesine uzaklarda, öylesine benim değilmiş gibi anımsıyorum ki başkasının anısı da olabilir, ama yine de şu satırları yazarken bile o sahneyi yeniden izliyorum; her kadının, her adamın hala dış çizgileri vardı, ama· maddesel bedenlerinden daha büyüktü, önümde titreşiyor gibi görünen gümüşsü çerçeveden oluşmuştu. Yine de en tuhafı şuydu; bu hayaletler insan bedenlerinden çıkmıştı, ama aşağı yukarı tüm durumlarda sanki hıçkırıyorlarmış gibi ö.ne doğru eğilirlerdi. Bazı durumlarda bir tanesi arkaya, içinden çıktığı varlığa doğru kaykılırdı, işte o zaman da maddesel barınağından otuz-otuz beş santim daha uzun olduğunu görürdüm. Yeryüzünde can çekişen bir enerji dünyası vardı, bana dokunduğu zaman babamın gördüğü şeyin bu olduğuna inanıyorum. Gördüğüm 10 hayallerden korktuğumu, dahası özellikle şaşırdığımı anımsamıyorum; sıradan varoluşlar .çevresini kuşatmadan önce hiç kuşkusuz on bir, on iki yaşında bir çocuk her tür tuhaflığı kabul edebiliyor. Bazen babam insanlara doğru, elinden geldiğince yukarı, sahnenin üstündeki gaz lambalarına paralel bir durumda kaldırırdı beni; parıltının içinden yüzüne bakmak için döndüğümde gözlerinin sımsıkı kapalı olduğunu, alnından ter fışkırdığını görürdüm. Bazen de beni kollarında taşıyarak platformdan aşağı iner, az önce göstermiş olduğu kişinin yanına götürürdü. Evet, ellerim bir yabancının boynunda, tepe takla babamın kucağında duruyorum.

Bayat pudra kokusunu içime çekerken bile, babamın altın yüzüğünün sırtıma battığını duyarken bile dört bir yanımda ışığı görüyorum. Kollarımı yaşlı kadının boynuna doladım, sonra da, “Daniel” dedim. Daniel. Bu yıllarca önce Boyer Savaşı’nda ölmüş tek çocuğunun adıydı. Babanı beni yere bıraktı, yaşlı kadını özenle platforma götürdü; ben de kadının elini tuttum, çünkü oğlunun adını söyleyerek ona sahip çıkmıştım. Babam, tanı platformun üstündekilerden başka tüm ışıkları söndürmek için bir an olayın dışına çıktığında ben kadının yanında kaldım. Anımsadığını kadarıyla mevsimlerden kıştı, salonun geri kalanı oldukça karanlıktı. Şimdi ben arkasında duruyordum, babam önünde: Babam ellerini kadının üstüne koymuştu, ama sürekli gözleriyle beni izliyordu. Daniel. Kadını omuzlarından kavradı, bu törenin büyük bir parçası olan derin, etkili sesiyle konuşmaya başladı. “Daniel” dedi. “Hiç kaygılanmana gerek yok. Hiç kaygılannıana gerek yok.” Ben kadının başı üzerindeki dizi dizi gaz lambasına bakıyordum; kuşkusuz, sürekli salonun içinde dolaşan hava akımlarından birine yakalanmış olan alevler usul usul titreşiyordu. “Daniel yan tarafında�i ağrıyı biliyor.

Sol yanındakini. Geçecek.” Başımı çevirdim, beni kuşatan karanlığa baktım: Bir an hayaletler gördüğümü sandım, öne doğru eğilen, yere gözlerini dikmiş bakan. Hem görüyordum, hem görmüyordum. “Şimdi mutlu. Çok mutlu. Daniel bir şey değil diyor. Az sonra geçecek.” Elini tuttuğumda, yaşlı kadın titriyordu, ağladığını biliyordum. “Daniel” dedi yaşlı kadın, başını babama doğru kaldırırken. “Canını.” “Mutlu o. Blackie’yi anımsıyor. Doğru mu bu? Blackie. Yavru bir kedicikken onunla oynardı.

Değil mi? Sonsuz dünya. Mutlu şimdi. Senin de olacağın gibi.” 11 İşte hepsi buydu. Babam ellerini kadının omuzlarından çekti, iki adım geri gitti. Şimdi benim bölümüme sıra gelmişti. Önceden eğitilmiş olduğum gibi kadının koluna girdim, babam öteki ışıkları yakıncaya dek sessizce durdum; hayaletler gitmişti, herkes sıraların üzerinde gözlerini kırpıştırır, öksürür, kıpırdanırken önüne eğik başıyla hıçkırarak kala kaldığı sırasına götürdüm kadını. Babam benim kendisine dönmemi bekled<en tedirginlikle dolaşıyordu platformda. O dönemde babamın güçleri doruk noktasındaydı, bunun sonucu olarak da salon hep doluydu. Babamın uğraştığı türden işin büyüsüne kapılan insan kümeleri olmuştur her zaman Londra’da, onun ününün de alçakgönüllü bir taraftar takımı yaratması uzun sürmedi. Sırf meraktan gelenler de vardı: İşte, o kış akşamı da yetmiş, seksen kadar kişinin önünde duruyordu: Salona ayrı ayrı gelmiş, arkada sessizce oturan delikanlılar, genç kızlar, toplantının başlamasından önce çene çalan orta Yaşlı çiftler, genellikle önde oturup her şeyi meraklı gözlerle izleyen yaşlılar. Yine de aralarında tanımlanması bu denli kolay olmayanlar vardı; kendilerini ne buranın ne de başka bir yerin parçası olarak görüyorlarmış gibi hem meydan okuma, hem de tedirginlik havasıyla ortalıkta dolaşıyorlardı. O sıralar kaç yaşındaydım, demiştim? On bir mi, on iki mi? Yine de o zamanlar bile onların yaşamda öyle ya da böyle yenilgiye uğramış kişiler olduklarını bildiğime inanıyorum- günün birinde bir kıyıda aynı küçük yeri kaplayacağımı dehşet içinde kavradığım zamanlar vardı, evet, o günlerde bile vardı. O sıralar herkes iç sıkıcı biçimde, belki resmi de diyebileceğimiz gibi giyinirdi- kadınlar, biçimsiz şapkalar, boğazlarına dek düğmelenmiş, uzun paltolar, erkekler, melon şapkalar, kruvaze paltolar, üçlü takım elbiseler giyer, kolalı yakalıklar, ince boyunbağları takarlardı. Babamla ben de hep aynı giysileri giyerdik.

Başımda siperli şapka, üstünde kaskatı yakalık, kısa, gri ceket olurdu. Babam özenle giyinirdi, gösteriler için hep aynı üçlü, siyah takımı giyer, yeleğin üzerinden saat zincirini sallandırırdı. Daha otuzlu yaşlarının başlarında genç bir adamdı, yine de kara giysisinin içinde herhangi bir yaşta olabilirdi. İşte şimdi, toplantı sürerken bile saatinin zincirine dokunurdu; ama asla, bir kez bile saatine bakmadı. Bir kez bile. Ölü çocuğunun adı Daniel olan yaşlı kadın dışarı, gecenin içine çıkmıştı; salondan ayrılmadan önce, babamın hep kapı yanına yerleştirdiği tenekeden McVitie ve Price bisküvi kutusuna birkaç bozukluk koymuştu. Babam onun salondan çıkışını izle12 di, içerde kalanlarla konuşmadan önce bir kez daha elimi tutarak bana döndü. İçerdekiler çok sessizdi. “İçinizden bazıları beni tanıyor. Ama ben önemli değilim. Clement Harcombe önemli değil. Daniel’in yeniden canlanmış izlenimlerini yanma alarak arkadaşımız şimdi uzaklaştı aramızdan? Ben yalnızca kapıyı açtım ona.” Konuştuğu sürece, elimi, avucunun içinde sımsıkı tutuyordu. “Bu gece buradan çıktığınızda, eşiği geçerken bu salondan dökülen ışığın, önünüzdeki karanlığı yardığını göreceksiniz. İşte benim tüm yaptığım budur: Kapıyı açtım, ışığın içeri girmesini sağladım.

” Ölümün ortalıkta kol gezdiği zamanlardı. Büyük Savaş’ın bitiminin üstünden altı, yedi yıl geçmişti, ama şimdi geriye baktığımda o günler hala yoksunluk, yas dönemi gibi görünüyor bana; sanki bütün o ölümlerin upuzun gölgesi düşmüştü önümüze. Bu, o günün koşullarının gerçek yansıması mıydı, yoksa yalnızca çocuk olarak benim kendi durumumdan mı kaynaklanıyordu, söyleyemeyeceğim. Ama koyu renk paltoları, şapkaları, solgun yüzleri, Weights sigaralarının kokusunu anımsadığım zaman, babamın tanıdığı herkesin yaşamının öylesine büyük bir parçası gibi görünen tekdüzeliği, tedirginliği düşündüğüm zaman, uç parçalı giysisiyle babamı bir kez daha onların önünde dururken gördüğüm zamanişte ondan sonra, bunu, . ölümün egemen olduğu dünya diye inançla tanımlıyorum. Geçmişin ruhlarının egemen olduğu. “Şimdi bana doğru gelin” dedi. Hep aynı sözcükleri kullanırdı. “Kapıyı açın. Bırakın ışık, içeri parıltılarını saçsın, yolculuğunuzu kolaylaştırsın. Gelin, şifa bulun.” Hiç kimsenin öne çıkmadığı zamanlar da olmuş olmalıydı, ama şimdi yalnızca bir iki kişinin tahta sıralardan kalktığı, sinirlice bize, platforma yaklaştığı zamanları anımsıyorum. Bu, romatizmalı bir yaşlı kadın, sürekli başı ağrıyan bir delikanlı, keskin göğüs sancıları çeken daha yaşlı bir adam olabilirdi -yaklaştıkları zaman, babam kollarını uzatmış beklerken, bana aşağı inip, onları ellerinden tutup kendisine getirmemi· söylerdi-. Bununla ilgili anılarımda şimdi, bir düş görünümü de var, çünkü anımsadığım kadarıyla onlara ilk dokunuşumda her zaman sancılarını duyabilirdim. Onların acılarını çekiyordum demek değil bu (böylesi, taşıyamayacağım denli ağır bir yük olurdu), ama daha çok sezgi anında, hastalıklarının çerçevesini anlardım; bu tanımadığım bir odada ansızın ışığın düğmesi çevrilmiş gibi bir şeydi.

Ama içlerinde geçmişin hayallerini taşıyor görünen başkaları da vardı. Onlara dokunduğum zaman ölü babanın, büyük babanın, ya da daha eskilerden bir hayaletin 1 3 ayağa kalkıp bana baktığını görebilirdim. Hepsi anlık bir ayrıcalıktı, sonra yok olurdu. O insanların yüzleri de yok olmuş durumda şimdi -bu öykünün göstereceği gibi anımsamak için çok iyi nedenlerim olan birkaçı dışında-. Babamın, Daniel’in sesini duyduğu o geceden özellikle bir tane yüz bana geri geliyor şimdi. Sık sık toplantılara katılan, her zaman salonun en arkasında, elinden geldiğince kendini belli etmeyerek oturan bir delikanlı vardı. Yalnızca babamın yakınında olmak için gelenlerdendi gece boyunca gözlerini üzerinden ayırmazdı. Sürekli yinelediği sinirli tavırları olduğu dikkatimi çekmişti; düzenli aralıklarla ağzının sol tarafı yukarı doğru kıvrılıyor, aynı seğirme devinimiyle başını, boynunu oynatıyordu; yine de her gösterinin başlangıcında babam piyano çaldığında müzik onu yatıştırıyordu sanki, nöbetleri geçiyotdu. İnanıyorum, babam da pekala farkındaydı, ama hiçbir zaman ona bakmamış, varlığından bana söz etmemişti. İnsanları sessizce, oldukları yerde tutmaktan hoşlanıyor gibiydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir