Peter Ackroyd – Oskar Wilde’ın Son Vasiyeti

Bu sabah, Aziz julien-le-Pauvre’un küçük kilisesini bir daha ziyaret ettim. Papaz benim çok büyük bir acıyla kıvrandığımı sanan sevimli bir adamcağız; bir keresinde sunağın önünde diz çökmüşken sessiz adımlarla yanıma yaklaşmış, “Tanrı dualarınızı kabul etsin mösyö” diye fısıldamıştı. Fısıldamayı beceremediğim için, ona yüksek sesle Tanrı’nın dualarımı daima kabul ettiğini söyledim; her gün karalara bürünüp kilisesinin yolunu tutmam bu yüzdendi. Bu olaydan sonra yakamı bıraktı. Aziz Juilen’in, üstlendiği misyondan hayatının oldukça erken bir döneminde bıkıp usandığını herkes bilmez. Sakatlarla hastaları iyileştirdi, ama onlar artık dilenemeyecekleri için ona sövgüler yağdırdılar iyiliği karşısında; kovduğu şeytanlar, mucizeyi izleyenlerin bedenlerine giriverdiler; kehanetlerde bulundu, bu kez de zenginleri karamsarlığa sürüklemekle suçlandı. Büyük kentlerin kapılarından o kadar çok çevrildi, Tanrı’ya kendisine uğurlu bir işaret göndermesi için o kadar çok yakardı ki Tanrı’dan bir türlü çıt çıkmayınca umutsuzluğa kapılıp görevini bıraktı. “Şimdiye kadar şifa dağıtıcısı ve peygamberdim,” dedi kendi kendine, “bundan böyle dilenciyim.” O sırada beklenmedik bir şey oldu; eskiden mucizelerini küçümseyenler, yoksulluğunu yüceltmeye başladılar. Ona acıyorlardı, acıdıklarından ötürü de aziz katına yükselttiler onu. Mucizelerinden hiçbiri akıllarda kalmadı. Aziz diye buna derim! Bu sabah küçük kiliseden çıkarken üç İngiliz gence rastgeldim. Bu tür rastlaşmalara çoktandır alışkın olduğumdan her zamanki tutumumu takındım. Böyle durumlarda çok yavaş yürür, o yöne bakmamaya özen gösteririm; onlara göre günahın canlı bir tablosu olduğumdan, beni uzun uzun seyretme lüksünü bağışlarım. Ya9 nımdan yeterince uzaklaştıklarında içlerinden biri dönüp seslendi: “Baksana!.


Bayan Wilde değil mi şu! Ne hoş kadın, değil mi?” Yanaklarım kıpkırmızı, yoluma gittim, onlar Rue Danton’un köşesine döner dönmez buraya, odama koştum, sinirlerim iyice bozulmuştu. Şunu yazarken hala ellerim titriyor. Pantomim gösterisinde palyaçodan sopa, soytarıdan tekme yiyen Cassender karakteri gibiyim. Davalarımın sürdüğü o feci günlerde, bir mektup almıştım, içinde yalnızca tarih öncesi bir hayvanın resmi vardı. İngilizler beni öyle görüyorlardı demek. Canavarı evcilleştirmek için büyük çaba harcadılar. Üstüne kilit vurdular. Hapisten salındığımda Londra Şehir Meclisi ‘nin beni Ti voli sirkinde bir topun ağzından fırlatılmak ya da akrobasi numaraları yapmak üzere kiralamamasına hala şaşıyordum. Canavarlık, tüyler ürperticidir (Velasquez cücelerini çizerken bunun farkındaydı), ama çirkinlik ve alçaklık, sıradandır yalnızca. En basit dersleri, en sonunda alıyoruz. Tıpkı Tanrı’yı görmek için kendini ateşe atıp kül olan Semele gibi, ben de gözümü üne diktim ve o ateş beni kavurdu. Tozpembe, altın çağımda içimi dünyaya açabileceğimi düşünürken, dünya içyüzünü gösterdi bana. Yine de, cellatlarım işkence etseler de, bir sokak köpeği gibi beni yabanlara sürseler de cesaretimi kıramadılar -onu beceremediler. Reading Zindanı’nın kapılarından kapalı bir cezaevi arabasıyla çıktığım günden beri, o zamanlar anlamını kavrayamayacağım bir sürü özgürlüğe kavuştum. Artık geçmişim yok.

Önceki başarılarımın önemi yok. Yapıtlarım pek anımsanmıyor. Romeike’ye kupür ısmarlayacak halim yok, nasılsa yapıtlarım hakkında hiçbir şey çıkmıyor gazetelerde. Vivien’ın dizlerine kapanan büyücü gibi benim de “ne hayat var gözümde, ne hizmet, ne şan, ne şeref”. Bu, içimi tuhaf bir sevinçle dolduruyor. Ve eğer dostlarımın dediği gibi Hindulara has bir edilgenlikteysem, bunun nedeni, hayatın olağanüstü kayıtsızlığını kavramamdır. Ben yalnızca bir ‘etken’im; yaşamımın anlamı başkalarının zihninde sürüyor artık, benimkinde değil. Demek İngilizler bana cani muamelesi yapıyorlar, dostlarımsa beni kurban gibi görmekte diretiyorlar. Bence hava hoş; bu bileşim aracılığıyla sanatçı kimliğinin en kusursuz temsilcisi oluverdim. Üstelik bütün referanslarım da düzgün. Hem Süleyman’ım hem Eyüp, gelmiş geçmiş en şanslı ve en şanssız iki adamın iki10 si birdenim. Zevk denen şeyin hoş, hüznünse gerçek olduğunu nicedir biliyorum. Hayatı doludizgin yaşadım, parlak zaferleri, müthiş yenilgileri ve gelişmeye karşı duranların hışmına uğradım. Bayan Warren’ı andırıyorum denebilir -yazık, mesleklerimiz farklı. Geçmişte daha kötü sıfatlar yakıştırıldı bana; Dante’nin Malebolge dediği cehennem çukurundan küfürler yağdırıldı.

Adımın hiçbir önemi yok artık -buraya gelirken uydurduğum Sebastian Melmonth ve Reading’de bana seslenirken kullandıkları C .3.3, alışılmadık şartlar altında işime yaradılar, cesedime ikisi de pekala yakışabilir. Çocukken adımı yazmaktan büyük keyif duyardım: – Oscar Fingal O’Flahertie Wills Wilde- İrlanda’nın bütün efsanesi yatar bu adda; bana bir güçlülük, gerçeklik duygusu veriyordu. Bu, edebiyatın kandırıcı gücü konusunda gördüğüm ilk kanıttı. Ama artık adımdan usandım, bazen tüylerimi ürpertiyor. Geçenlerde Mercure’e bakarken, berbat bir Fransızcayla yazılmış bir paragrafın tam ortasında yine gözüme çarptı. Gazeteyi tutuşmuş gibi fırlattım elimden. Görmeye bile katlanamadım. Sanki şu Oscar Wilde adı, içine düşüp bir daha çıkamayacağım bir uçurumdu. Rue ]acob’un köşesinde ara sıra bir deli beliriyor -benim oturduğum kafenin tam karşısında. Geçerken üstüne zifos fışkırtan arabalara sövüp sayıyor. Hiç kimse, onu bu hezeyana zorlayan acıyı ve küskünlüğü benim kadar anlayamaz. Yine de dersimi almış sayılırım; ben, suskun lanetlilerdenim. Daha önceleri de hayatım bir tür deliliğe doğru sürükleniyordu.

Şimdi anlıyorum. Hayatımı bir sanat yapıtına dönüştürmek istemişim. Bir kurbanın mezarı üstüne bir bazilika dikmişim sanki -ne yazık ki beklenen mucizeler gerçekleşmeyecekmiş. O zamanlar bunun farkında değildim, çünkü başarımın sırrı, kendi üstünlüğüme gözü kapalı inanmamdaydı. Her günü değerli sözcüklerle ince ince süslerken, saatlere şarap buğusu saçarken, geçmişle geleceğin önemi yoktu. Şimdi ikisini birbirine çok yalın sözcüklerle bağlamam gerekiyor; kendimden bunu bekliyorum. Artık hayatımın bambaşka bir ateş çemberinde döndüğünü gördüğüme göre, geçmişimi yeni bir gözle incelemeliyim. Öyle çok kalıba girip çıktım ki. Ne çok kişiye yalan söyledim -bu arada en bağışlanmaz günahı işledim, kendime de yalan söyledim. Şimdi yaşam boyu süren bu alışkanlığımı kırmam gerekiyor. 11 Maurice bugünkü bulvar dedikodularını getirdiğinde, ona bu kararımı açacağım. Haberi alıştıra alıştıra vermeliyim. Sevgili oğlan içeri girince beni yazı masamın başında bulursa ödü kopar. Onu, kendisiyle paylaşmadığım hiçbir şeyin artık ilgi alanıma girmediğine inandırmıştım. Bir günlük tutmaya başladığımı öğrenirse, hemen Robbie Ross’a bir mektup döşenip, beni ciddilik gibi sapık zevklere düşkünlükle suçlayacaktır.

Edebiyattan anlamadığını söylemeye gerek yok. Bir keresinde bana, ‘Bay Wells’in kim olduğunu sordu. Laboratuvarda asistan deyince içi rahatladı, gitti. Maurice, bulunmaz bir dosttur. Onunla saçma bir rastlantı sonucu tanıştım. Opera’nın arkasındaki kitapçıdaydım, o da modern İngiliz edebiyatına ayrılmış rafı inceliyordu. Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı, Katil* adlı kitabımın da orada olduğunu epeydir biliyordum, onu raftan indirecek mi diye merak kesildim. Ne yazık ki George Moore’un açık saçık bir kitabını karıştırmaya başladı. Kendimi tutamayıp onu azarladım. “Neden özellikle bu yazara ilgi duyuyorsunuz?” Maurice hiç de utanmışa benzemiyordu. “Onun Fransızcayı öğrendiğini söylediği kafenin, Nouvelle Athenes’in bitişiğinde oturuyorum da.” “Öyle bir yerin açık tutulması rezalet. Yarın ilgililere şikayette bulunacağım.” Maurice bir kahkaha attı, o anda çok iyi dost olacağımızı anladım. Bana annesinin Fransız, babasının İngiliz olduğunu söyledi, ama babası ölmüşmüş.

İngilizler ölümü sektirmemeye özen gösterirler dedim. Açık sözlülüğüme şaşırdı. Tabii ki benim kim olduğumu bilmiyordu: Babası adımı bir kere olsun anmamış, ölüm döşeğinde bile. Ama ben güleç insanların bütün kusurlarını bağışlayabilirim. Maurice’i kendim eğitmeye karar verdim. Onu dostlarımla tanıştırdım, ara sıra akşam yemeklerinde hesabı ödemesine de izin veriyorum. Bu yaz ikindilerinde benim daracık yatağıma uzanıp sigara tüttürüyoruz. Bir rüzgar, kulağına benim bir zamanlar büyük bir yazar, uluslararası çapta bir sanatçı olduğumu fısıldamış, ama onun inandığını pek sanmıyorum. Bazen açık veriyorum. Salome’den** • lntentions [çev. Esin Soğancılar vd., iletişim Yayınları, 2008] (e.n.) •• Salome [çev. Murat Erşen, İmge Kitabevi, 2005] (e.

n.) 12 ateşli bir sahne anlatıyorum ya da oldukça iğneleyici bir taşlamamı yineliyorum. O zaman yan gözle beni süzüyor, tanımadığı birinden söz ediyormuşum gibi. “Peki şimdi neden yazmıyorsun?” diye soruyor. “Söyleyeceğim hiçbir şey yok, Maurice. Söyleyeceklerimi söyledim.” Baharda More Adey bizdeydi. Armağan olarak bana kendi şiir kitabımı getirmişti. Kitap, deniz yolculuğunu zar zor atlatmıştı. Gerçekten ona elimi sürmek istemiyordum, yoo hayır diyerek ellerimi havaya kaldırdım. “Ama Oscar, bunların bir kısmı gerçekten olağanüstü.” More, her zaman bir dava vekili gibi konuşur -gerçek bir davada görev aldığı durumlar dışında. “Peki More, ama ne anlamı var bunların? Ne anlamı?” Yüzüme baktı, bir yanıt bulamadı. Öz savunuma elbette kendimden emin girişebilirim. Nitekim De Quincey de öyle yaptı, Newman da -kimileri Aziz Augustinus’un bile günah çıkardığından söz ediyor.

Bernard Shaw ise durmaksızın savunuda bence -tiyatroyla tek gerçek bağlantısı da bu, bense yeni bir form bulmalıyım. Verlaine’in itirafları tarzında yazmak istemiyorum -onda ilgi uyandırabilecek en ufak şeyi bile elemek gibi bir deha var. Ama ne yapsın ki masum bir adamdı- sözcüğün tam anlamıyla, kimseye zarar veremezdi. Karmaşık bir hayat yaşamaya zorlanmış basit bir adamdı. Bense yavan bir hayatın basitliğine boğazına kadar saplanmış karmaşık bir adamım. Bazı sanatçılar soru sorarlar, bazılar da yanıt getirirler. Ben yanıtımı vereceğim ve öbür dünyada sorunun bir an önce sorulmasını bekleyeceğim. Kimdi Oscar Wilde? Şu anda tek eksiğim Tannhauser’in uvertürü. İşte Maurice geliyor: Attığı adımların ağırlığından, önemli haberler getirdiği anlaşılıyor. 10 Ağustos 1900 Gide, bir aralar, bana bir günlük tuttuğundan söz etmişti: Yazacakları üstü kapalı olsa da, herhalde ortalığı ayağa kaldıracaktır. Ben daha eğitici bir yol seçmek istiyorum: Kapağı tasarladım bile.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir