S. J. Bolton – Kurban

Kurban bir Shetland efsanesinden esinlenilerek yazılmış olan hayal ürünü bir kitaptır. Hikayenin gerçeğe uygunluğu açısından Shetland’da yaygın olan soyadlarını kullanmama rağmen kitabımdaki Shetland karakterlerinin hiçbiri ölü ya da diri gerçek kişilere dayanmamaktadır. Franklin Stone Hastanesi ile Gilbert Bain’i kastetmiyorum ve yeryüzünde Tronal Adası diye bir yer de bulunmuyor. Kitabım da yer alan olayların Shetland’da gerçekleşmiş olduklarına inanmak için hiçbir nedenim yok. ‘Sadece ayın uluduğu, kurtların ise sessiz kaldığı geceler vardır.” George Carlin 1 Cesetle başa çıkabilirdim. Beni allak bullak eden şey cesedin haliydi. Hayatını insan vücudunun zaaflarından kazanan bizler ölümle içli dışlı olmayı neredeyse mesleğimizin bir parçası olarak kabulleniriz. Ruhun kemik, kas, yağ ve tendonlar-dan oluşan dünyevi bedeninden ayrılması birçok insan için gizemli bir süreçtir. Bizler içinse ölüm ve çürüme meseleleri anatomiye giriş dersi ile soğuk çeliklerin parıldadığı odada beyaz örtülerin altına tıkılmış insan şekillerine attığımız ilk bakıştan itibaren acımasız bir şekilde basitleşmektedir. Yıllar boyunca ölümü sayısız kere ler gördüm, inceledim, kokladım, taşıdım, hatta bazen sesini bile duydum (içindeki sıvılar çökerken cesedin çıkardığı fısıldama benzeri yumuşak sesler) ve ölüme son derece alıştım. Sadece önüme atlayıp Boo! diye bağırmasını beklemiyordum. Bir keresinde içkili bir öğle yemeğindeki dedektiflik tartışmaları sırasında birisi ölü bir bedenle karşı karşıya kalsam ne tepki vereceğimi sormuştu. Adamın neyi kastettiği ortadaydı ve aptalca kelimeler ağzından çıktığı an bile gülüyordu. Ona bilmediğimi söyledim.


Ama bunu zaman zaman düşünürüm. Bay Kadavra beni gafil avlasa ne yapardım? Profesyonelce davranıp yaşam belirtilerini kontrol ederek çevre koşullarını mı aklıma kazırdım; yoksa bağırarak kaçar mıydım? Derken sorumun cevabını aldığım gün geldi çattı. O sabah kiraladığım mini ekskavatöre tırmanırken yağmur yağmaya başlamıştı. Damlalar tatlı tatlı çiseliyordu ama tepemizdeki kara buluttan bunun hafif bir ilkbahar yağmuru olmayacağını anlamıştım. Mayıs ayının başlarında olmamıza rağmen bu kadar kuzeyde sağanak yağışlara hâlâ her gün rastlanıyordu. Aklımdan ıslak havada kazı yapmanın tehlikeli olabileceği fikri geçti ama yine de motoru çalıştırdım. jamie tepenin yaklaşık yirmi metre üstünde yan dönmüş biçimde yatıyordu. Sağ ön ve arka bacakla rı toprağın üstüne uzanmıştı. Soldaki çift ise vücudundan yukarı fırlamış, toynakları çimlerin iki karış üstünde salmıyordu. Uyuyor olsa komik bir görüntü olacaktı bu; ölüyken bir garipti. Kafası ile makatının etrafında sinek sürüleri vızıldıyordu. Ölüm anında başlayan çürüme sürecinin Jamie’nin iç organlarını hızla kemirmekte olduğunu biliyordum. İç organları görülmeyen bakteriler tarafından yeniyordu. Sinekler yumurtalarını yerleştirmiş olmalıydı ve birkaç saat içinde yumurtalarından çıkacak olan kurtçuklar etini yırtarak yollarına devam edeceklerdi. Bu da yetmiyormuş gibi yan taraftaki çite konan saksağan bir Jamie’ye bir bana bakmaya başlamıştı.

Lanet olası kuş, gözlerinin peşinde, diye düşündüm; güzel, narin, kahverengi gözlerinin. Jamie’yi kendi başıma gö-mebileceğimden emin değildim, ancak oturup en iyi arkadaşımın saksağan ve kurtçuklar tarafından lime lime edilmesini izleyemezdim. Sağ elimi gaz pedalına koyarak devir sayısını artırmak için kendime doğru çektim. Hidroliklerin canlandığını hissedince her iki direksiyon çubuğunu da öne ittim. İleri atılan kazıcı, tepeyi tırmanmaya başladı. Tepenin dik kısmına ulaştığımda hızlı bir hesap yaptım. İki, iki buçuk metre derinliğinde bir çukura ihtiyacım vardı. Yaklaşık bir buçuk metrelik boyuyla Jamie oldukça büyük bir attı. Yamaçta kenarları iki buçuk metrelik küp bir çukur kazmam gerekiyordu. Bu da çok fazla toprak demekti, şartlar ideal olmaktan çok uzaktı ve ben de bir kazıcı şoförü değildim; aracı kiraladığım yerde aldığım yirmi dakikalık bir dersin ardından kendi başıma kalmıştım. Duncan’in yirmi dört saat içinde evde olmasını bekliyordum ve aklımdan ‘bekle-sem daha mı iyi olur’ fikri geçti. Çitin direğinde duran saksağan sırıtarak yana doğru ukala bir adım attı. Dişlerimi sıkarak kontrolleri yeniden öne doğru ittim. Sağ tarafımdaki çimenlikte bulunan Charles ve Henry tatlı ve üzgün yüzleri çitin üstünden sarkarak beni izliyorlardı. Bazı insanlar size atların aptal olduklarını söyleyecektir.

Onlara asla inanmayın! Bu asil hayvanların da birer ruhları var ve kazıcı ile Jamie’ye doğru tırmanırken o ikili benim acımı paylaşıyordu. İki metre kala aracı durdurup aşağı atladım. Jamie’nin yanma çömelip siyah yelesini okşarken sineklerin bazıları saygılı bir mesafeye çekilme nezaketini göstermişti. Bundan on sene önce Jamie genç bir atken ve ben de Aziz Mary’s’de doktorken hayatımın aşkı -daha doğrusu o zamanlar öyle düşünüyordum- tarafından terk edilmiştim. Kırık kalbimle arabamı ailemin Jamie’nin de içinde yaşadığı Wiltshire’daki çiftliğine sürmüştüm. Arabamın sesini duyduğunda kafasını bölmesinden dışarı çıkarmıştı. Yanma yürüyüp başımı onunkine yaslamadan önce nazikçe burnunu ok-şamıştım. Yarım saat sonunda burnu gözyaşlarımla sırılsıklam olmasına rağmen yerinden bir milim bile kıpırdamamıştı. Fiziksel anlamda becerebilse beni kollarına alacaktı. Jamie, tatlı Jamie, rüzgar kadar hızlı ve kaplan kadar güçlüydü. Büyük, nazik yüreği nihayet pes etmişti ve onun için yapabileceğim son şey lanet olası derin bir çukur kazmaktı. Kazıcıya dönüp kolunu kaldırarak tekne kısmım indirdim. Yarısına dek toprakla dolu olarak yukarı kalktı. Fena değil. Kazıcıyı döndürüp toprağı boşalttıktan sonra tekneyi yeniden savurdum ve aynı işlemi tekrarladım.

Bu kez tekne ağzına dek koyu kahverengi yoğun toprak ile dolmuştu. Buraya ilk geldiğimizde Duncan yeni işinde başarısızlığa uğraması halinde kömürü işçisi olabileceğine dair bir şaka yapmıştı. Topraklarımız bir ila üç metre derinliğe dek kömürle kaplıydı ve kazılması ekskavatörle bile çok zordu. Kazmaya devam ettim. Bir saatin sonunda yağmur bulutlan sözlerini yerine getirmiş, saksağan beklemekten vazgeçmiş ve çukurum yaklaşık iki metre derinliğe ulaşmıştı. Tekneyi indirmiş ileri ittiriyordum ki bir şeye takıldığını hissettim. Kolun etrafından aşağı doğru bir göz attım. Karmakarışıktı—bu kez etraf çamur doluydu. Kolu bir parça kaldırıp yeniden baktım. Bir şey yolu tıkıyordu. Tekneyi boşaltarak kolu iyice yukarı kaldırdım. Ardından kabinden atlayarak deliğin kenarına doğru yürüdüm. Kömür yüzünden rengi kahverengiye dönmüş bir örtüye sarılı geniş bir nesne kazıcı tarafından yarı yarıya topraktan çıkartılmıştı. Önce aşağı atlamayı düşünsem de aracı çok yakına parketti-ğimi fark ettim; çukurun kenarlarından -artık iyice ıslanmış olan- kömürler parçalanıp dökülüyordu. Kötü fikir.

Yağmur yağarken ve bir buçuk tonluk bir mini ekskavatör tepemdeyken topraktaki bir delikte kapana kısılmak istemiyordum. Kabine atlayarak kazıcıyı beş metre geri götürüp park ettikten sonra aşağı inip çukura döndüm. Ve aşağı atladım. Hava birden sessizleşip karanlıklaşmıştı. Rüzgarı artık hissedemiyordum ve rüzgar tarafından taşındığını tahmin ettim yağmur şiddetini yitirmişti sanki. Yakınlardaki koya vuran dalgaların ya da bir arabanın motor sesini bile duyamı-yordum. Dünyayla ilişkim kesilmiş, yerdeki bu deliğe tıkılıp kalmıştım ve bu durumdan pek de hoşnut sayılmazdım. Keten bir örtüydü bu. Pürüzsüz tüylü yüzeyinden anlamıştım. Etrafındaki toprak yüzünden koyu kahverengiye boyanmıştı ama üstündeki örgüleri seçebiliyordum. Belli aralıklarla beliren yıpranmış köşelerinden örtünün otuz santim genişliğinde şeritler halinde kesilerek içindeki nesneyi aşırı büyük bir bandaj gibi sarmaladığını görebiliyordum. Paketin oldukça geniş olan bir ucu önce daralıyor ve ardından derhal yeniden genişliyordu. Yaklaşık bir metrelik kısmını açığa çıkarmıştım ama daha fazlası gömülüydü. Suç mahalli, dedi kafamın içinde bir ses; tanımadığım bir sesti bu, daha önce hiç duymamıştım. Hiçbir şeye dokunma, yetkilileri ara.

Saçmalama, diye cevap verdim. Karmakarışık bir yığın ya da evcil bir köpeğin kalıntılarını soruşturmaları için polisi aramayacaksın. Yaklaşık on santim kadar çamura saplanmıştım ve giderek de batıyordum. Başımdan akan yağm ur damlaları gözlerime doluyordu. Yukarı baktığımda tepedeki gfi bulutun kalınlaş-tığını gördüm. Normalde yılın bu zamanında güneş akşam saat ona dek batmıyordu ama bugün kendisini bir daha görebileceğimizi hiç sanmıyordum. Bakışlarımı aşağı çevirdim. Eğer bu bir köpekse oldukça büyük bir köpek olmalıydı. Mısır mumyalarını düşünmemeye çalıştım ama şu ana dek açığa çıkan kısım bariz bir şekilde insana benziyordu ve birileri üstünü dikkatle örtmüştü.” Eski püskü eşyalar için kim bu kadar uğraşırdı ki? Belki de çok sevilen bir köpekti. Yığının köpek biçiminde olmaması dışında tabii. Parmağımı bandajların arasına sokmaya çalıştım. Yerlerinden kımıldamıyorlardı bile, bıçak kullanmadan gevşemeyeceklerini anlamıştım. Bu da eve geri gitmem anlamına geliyordu. Delikten yukarı tırmanmak aşağı atlamaktan çok daha zorluydu ve üçüncü denememde de geri düşünce içimden bir panik dalgası geçti.

Kendi mezarımı kazdığım ve içini dolu bulduğum fikri aklıma saplanıp kalmıştı. Dördüncü denememde yukarı çıkmayı başardıktan sonra eve doğru koşmaya başladım. Arka kapıya geldiğimde lastik çizmelerimin ıslak, siyah kömürle kaplı olduğunu fark ettim; o akşamın ilerleyen saatlerinde mutfak zeminini yıkayacak bir ruh halinde olmayacağımı biliyordum. Arazimizin arka kısmında minik bir kulübe vardı. İçeri girip çizmelerimi bir çift eski koşu ayakkabısı ile değiştirdim ve bulduğum küçük bahçe malasını yanıma alarak eve döndüm. Mutfakta bulunan telefon bana bakıyordu. Arkamı dönerek çatal bıçak çekmecesinden tırtıklı bir sebze bıçağı aldım. Sonra geri döndüm… zihnimde mezarlık kelimesi yanıp sönüyordu. Çukur, dedim kendi kendime kesin bir biçimde. Yalnızca bir çukur. Geri dönüp aşağı indiğimde aradan çok uzun bir zaman geçmiş gibiydi. Sanki gizli bir patikayı açı ğa çıkaracakmışım ve ilk adımı attıktan sonra da hayatım tamamen değişecekmiş -ille de iyi yöne doğru olmak zorunda değil- gibi hissediyordum. Yukarı tırmanıp çukuru örtmeyi ve Jamie için başka bir mezar kazarak gördüklerimden kimseye bahsetmemeyi bile düşündüm. Yabancı nesneye doğru emeklerken düşünüyordum, bir süre sonra kaskatı kesilip öyle üşümüştüm ki artık hareket etmem gerekiyordu. Malayı elime aldım.

Toprak yumuşaktı ve yığının kalan otuz santimlik kısmını açığa çıkarmak için çok uzun süre kazma m gerekmemişti. Geniş tarafından kavrayarak nazikçe kendime doğru çektim. Yumuşak bir şapırtı çıkararak kalan kısmı da topraktan kurtuldu. Yığının ilk bulduğum taraftaki ucuna uzanarak gevşetmek amacıyla kumaşı sertçe çektim. Ardın dan bıçağın ucunu içeri sokarak -ve sol elimle sıkıca tutarak- yukarı kaydırdım. Karşımda bir insan ayağı vardı. Çığlık atmadım. Hatta gülümsedim bile. Çünkü örtü kayıp düştüğünde ilk hissettiğim şey muazzam bir rahatlamaydı: Bir çeşit terzi mankeni olmalıydı içindeki, çünkü bu renkte bir insan cildi yoktu. Tuttuğum nefesimi bırakarak gülmeye başladım. Birden durdum. Ayağın derisi üstünü örten kumaş ve içindeki kömürle aynı renkteydi. Elimi uzattım. Tarif edilemeyecek bir soğukluk: Kesinlikle organikti. Parmaklarımı hafifçe üstünde gezdirdikçe cildin altındaki kemik yapısını, küçük parmağın yanındaki nasırı ve topuk kısmındaki sert deri parçasını hissedebiliyordum.

Gerçek bir ayaktı bu, kömür tarafından koyu kahverengiye boyanmış olsa bile. Ayak benimkilerden biraz daha küçüktü ve tırnakları manikürlüydü. İnce bir bileği vardı. Bir kadın bulmuştum. Genç olmalıydı, yirmilerinde ya da otuzlarının başında. Örtüyle sarmalanan vücudun kalanına bir göz attım. Göğsün bulunması gereken bölgede yaklaş ık otuz beş santim çapında kaba bir daire şeklinde geniş bir leke görülüyordu; kumaş renk değiştirip koyulaşrmş, neredeyse simsiyah olmuştu bu kısımda. Ya topraktaki bir şey yüzünden kararmış ya da kumaş kadın gömülmeden önce lekelenmiş olmalıydı. Daha fazlasını görmeyi gerçekten istemiyordum; yetkilileri arayıp bununla onların ilgilenmelerini sağlamalıydım. Ama bir şekilde kendimi koyu renkli kumaşı tutup kesmekten alıkoyamadım. On santim, on beş, yirmi. Altındakini görmek için örtüyü tamamen kaldırdım. O an bile çığlık atmadım. Bana ait değilmiş gibi gelen bacaklarımın üstünde doğrulup çukurun kenarına dek geriledim. Ardından arkamı dönerek hayatım tehlikedeymişçe-sine yukarı sıçradım.

Yukarı çıktığımda sadece birkaç metre ötemdeki ölü atın görüntüsü beni şaşırttı. Jamie’yi tamamen unutmuştum. Ama saksağan unutmamıştı. Jamie’nin kafasına konmuş, çılgın gibi didikliyordu. Kafasını kaldırıp suçlu gözlerle bana baktı ve yemin ederim ki gülümsedi. Gagasında içinden kanlar sızan parlak bir şişkinlik fark ettim: Jamie’nin gözüydü bu. İşte o an çığlığı bastım. Jamie’nin yanında oturmuş bekliyordum. Hâlâ yağmur yağıyordu ve iliklerime dek ıslanmıştım ama aldırmıyordum artık. Kulübelerden birinde bulduğum yeşil renkli eski kanvas çadırı sadece kafası açıkta kalacak şekilde Jamie’nin vücudunun üstüne örtmüştüm. Zavallı yaşlı atım bugün gömülemeyecekti. Kestane renkli güzel tüylerini okşayıp yelesini örerek sessiz nöbetimi yerine getiriyordum. Artık Jamie’ye bakamaz hale gelince kafamı kaldırı p Tresta Voe olarak bilinen koya baktım. Fiyort benzeri çökük vadilere dünyanın bu bölgesinde sıkça rastlanıyordu, kıyı şeridi hassas bir ipek kozası gibi onlarcası tarafından lime lime edilmişti. Çatlak, eğik şekillerini tam olarak tarif etmek mümkün değildi, ama evimizin üstündeki tepeden önce toprağı, ardından kumlarla çevrili, dar bir koy oluşturan suları ve bu sırayla devam eden tepecikler ile suları görebiliyordum.

Yükseklere çıkıp yeterince uzağa bakabilsem bu ikilinin, toprak ve su, birbirilerini kayaların nihayet pes ettiği Atlantik’e dek takip ettiklerini görebilirdim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir