Saul Newman – Bakunin’den Lacan’a

Bakunin’ den Lacan’ a’nın (2001) Türkçe çevirisinin ortaya çıkışı, anarşizme yönelik artan küresel ilginin ve anarşizmin günümüzdeki küresel öneminin bir kanıtı. Çok uzun süre Marksizmin gölgesinde kalmış uzun bir silsileye ve heterojen bir geleneğe sahip devrimci bir felsefe ve siyaset olarak anarşizmin, geleceğin radikal siyaseti olduğu sonucuna pekala da varılabilir. En azından, anarşizm giderek daha fazla kendisini Marksizme karşı geçerli bir alternatif olarak sunuyor – özellikle de 1980’lerin sonları ve 1990’ların başlarında Marksizm adı altında ortaya çıkmış komünist sistemlerin çöküşünden bu yana Marksist projenin ölümcül bir düşüş halinde olduğu dikkate alınırsa. Bu gelişmelerle birlikte anarşist geleneğe ilgi yeniden canlandı ve yenilendi. Bakunin’ den Lacan’ a, yaşanan 11 bu uyanışa, anti-otoriter düşüncedeki kimi teorik gerilimleri ve kavramsal sınırları inceleyerek ve bunların üstesinden anarşizmin ana kategorilerinin etraflıca düşünülmesiyle nasıl gelinebileceğini gösteren bir bakışla katkıda bulunmak için yazıldı. Bu kitabın 1990’lann sonlarında yazılışından bu yana, anarşizmin günümüze uygunluğunun altını daha da çizen bir dizi çok önemli olay gerçekleşti. Genelde küresel anti-kapitalist hareket olarak adlandırılan -1999’da Seattle’daki DTÖ toplantısında ilk gerçek ortaya çıkışıyla dünyayı sarsan- hareketin patlamasına tanık olduk. Seattle’ da, Mayıs 1968 Paris ayaklanmalarından bu yana benzeri görülmemiş küresel önemde radikal bir siyasal olayla, şaşkınlık ve heyecan içinde karşı karşıya geldik. Ardından Cenova, Cancun, Gleneagles gibi gücü ve sayısı artan gösteriler yapıldı, bu gösteriler 2003 ‘te savaş karşıtı protestolarla kesişti ve bu protestolarda yüzbinlerce insan büyük şehirlerimizde bir araya gelerek küresel savaş makinesine karşı çıktılar. Ve elbette 2001 ‘de Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’ a düzenlenen saldırıları da eklemeli – Amerikan emperyalizminin önceki gidişatını yalnızca güçlendirirken, bir zamanlar gizli ve saklı olanın aleni hale gelmesine izin vererek Amerikan emperyalizmine yeni bir dürtü ve güven kazandırmakla neticelenen bir ‘olay’ oldu bu da. Üstelik, bugün siyasal hayatın daimi parametlerini oluşturan yeni ‘güvenlik’ paradigmasının sonucu olarak, devlet egemenliğinin saldırganca yeniden hakim kılındığını ve genişletildiğini gördük – gözaltında tutulma süresi ve denetimler benzeri görülmemiş ölçülere vardı, zalim ‘anti-terör’ yasaları çıktı, yurttaşlık hakları günbegün kısıtlandı ve terör zanlılarının yargılanmaksızın sürekli olarak gözaltında tutulması gibi ‘istisnai’ tedbirlere başvuruldu. Devletin bir tür nöbet geçirmesine şahit oluyoruz, ‘teröre karşı savaş’ adı altında, devlet artık kendi halkına karşı bir iç savaş sürdürüyor. Olayların bu iç karartıcı durumu yine de yeni fırsatlar içeren radikal bir siyaset sunuyor. Liberal demokrasinin ideolojik kılıfı düşerken, devletin acımasızlığını, parlamenter demokrasinin sorumsuzluğunu, kapitalizmin hiper-sömürüsünü giderek artan bir berraklıkta idrak ediyoruz, tüm bunlar yeni antagonizmalarla ve yeni 12 direniş biçimleriyle sonuçlanıyor. Dahası, iktidar ve tahakküm sorunu da giderek ön plana çıkıyor – yalnızca büyük kurumlar tarafından bireylere uygulanan hukuki (ve hukuk dışı) tahakküm değil; fakat ayrıca örneğin yeni gözetleme teknikleri yoluyla işleyen normalleştirici, düzenleyici iktidar ve hali hazırda egemen olan neomuhafazakar, otoriter ve köktenci söylemlerde görebileceğimiz insanların kendilerine uygulanan baskıya gönüllü olarak katıldıkları daha karmaşık kendi kendini tahakküm altına alma sorunu da öne çıkıyor.


Gerçekten de iktidar sorunu ve iktidar sorununun hem siyasal teori tartışmalarının hem de radikal siyasal çözümlemenin merkezine geri dönüşü Bakunin’ den Lacan’ a ‘ da ele alınan hayati önemdeki temalardan birisidir. Kitap, XIX. yüzyılda Marx ile anarşistler arasında geçen tartışmalardan çağdaş postyapısalcı ve post-Marksist teoriye kadar radikal siyasi düşüncede iktidarın ele alınışını araştırıyor. Bunu yaparken, bugünün radikal siyasal mücadelelerini besleyeceği umulan bir iktidar eleştirisi ile bir anti-otoriter etik geliştiriyor. Gösterdiğim gibi, anarşizmin -anarşizmi bugüne dair kılan- yenilikçiliği, anarşizmin iktidar sorununu teşhis etmesidir. Marksist teori iktidar ve otorite sorununu -yani devlet sorununuözünde bir ekonomik sorun olarak görürken, Bakunin ve Kropotkin gibi klasik anarşistler, bir devrim durumunda göğüs göğüse bir karşı koymayla karşılanmadığı takdirde devletin kendisini süreklileştirmesinin tehlikelerine işaret ederek siyasal iktidarın özerkliği ve özgüllüğünde ısrar ettiler. Bu tehlike, iktidarın, farklı kılıklarda, hatta -ve özellikle- iktidarı devirmeye yönelik devrimci girişimler kılığında iktidarı yeniden üretmeye yönelik yapısal eğilimi anlamına gelen, benim “iktidarın yeri” olarak adlandırdığım soruna gönderme yapar. Ancak bu, özgürleşme veya toplumsal dönüşüm fikrinden vazgeçmemiz gerektiği anlamına gelmez: aksine, yapmamız gereken şey, iktidar kavramını ve devrimin klasik diyalektiğini yeniden düşünmek ve iktidara temelden karşı olarak görülen devrimci kimliklere iktidarın -Foucaltcu anlamda- nasıl ayrılmaz şekilde bağlı olduğunu göstermektir. Foucault’nun dediği gibi, “iktidara karşı, ulu bir Red’din tek bir mekanı -başkaldırmanın ruhu, tüm 13 ayaklanmaların yuvası, devrimcinin katıksız yasası- yoktur.”1 Klasik anarşizmin -ve genel olarak klasik devrimci siyasetinsorunu, iktidar eleştirisinin temellerini sağlayan, ama ne var ki aynı zamanda iktidar eleştirisine mani olan belirli bir akılcı-hümanist epistemolojik paradigma içinde ifadelendirilmiş olmasıydı. Başka bir deyişle, klasik anarşizm, öznelliğin kalbinde içkin bir akılcılık ve ahlak gören hümanist özcülük; toplumsal gerçekliği akla uygun bir düzen içeren, bilimsel olarak gözlemlenebilir bir görüngü olarak gören pozitivizm; ve belki faillik ve kendiliğindenlik için Marx’ ın diyalektik materyalizminden daha fazla fırsat sunsa da, hala devrimin akılcı tarihsel süreçler sayesinde meydana geldiğini kabul eden diyalektikçilik gibi bir dizi teorik koşulla sınırlıydı. Bununla birlikte, bu kategoriler modernliğin ve Aydınlanma’nın akılcı! ve ahlaki ‘üstanlatılannın’ artık açıkça tartışıldığı, genel adıyla ‘postmodernlik’ koşullarında artık sürdürülemez. Yani, bundan böyle -ister evrensel bir öznellik kavramı olsun, ister mutlak akılcı hakikat- çağdaş toplumda bulduğumuz farklı görüşler ve bakış açıları çoğulluğunun üzerinde duran evrensel bir epistemolojik duruş varsayamayız. ‘Postmodernlik’ sorgusuz sualsiz benimsememiz gereken bir fikir olmamakla beraber, yine de anarşizmde bulunan özgürleşme anlatılan gibi büyük özgürleşme anlatılarının belirli sınırlarına işaret eder. Bu nedenle, kitap, çeşitli postyapısalcı düşünürlerin incelenmesi yoluyla, klasik anarşist düşünüşteki bu kavramsal sınırların bazılarını açıyor.

İktidar ve otorite sorununun devletten çok daha kapsamlı olduğu ve bizzat öznenin kimliğinden, evrensel akıl ve ahlak kavramlarında bulunan çeşitli söylemsel ve metinsel otoriterliklere kadar genişletilebileceği açıkça görülüyor. İktidar ve otoritenin bu değişik biçimleriyle yüzleşmek için, klasik anarşizmin dayandığı kavramsal kategorilerin ve akılcı söylemlerin bazılarını ‘yapısöküme uğratmak’ gerekli oluyor. Bununla birlikte, bu yapısökümün hiçbir suretle anarşizmin terk edilişi değil, daha ziyade anarşizmin 1. Bkz. Michel Foucault, The History of Sexuality VI: lntroduction, çev. R. Hunter. New York: Vintage Books, 1 978, pp. 95-96. [Türkçe çeviriye bkz. Cinselliğin Tarihi, çev.: H ülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yay., 2003, s. 74) 14 radikal bir yeniden düşünülüşü olduğunu vurgulamak lazım: Stirner, Foucault, Deleuze ve Guattari ile Derrida ve Lacan gibi düşünürlerin araya girmeleriyle daha kapsamlı bir iktidar ve öznellik kavrayışına ve böylece daha gelişmiş bir direniş anlayışına varıyoruz. Bu postyapısalcı düşünürlerde zımni bir anti-otoriterlik vardır ve hepsinin radikal siyasetin teorileştirilmesine katacak önemli bir şeyleri bulunur.

Özellikle Max Stirner, Aydınlanmacı hümanist söyleme getirdiği çığır açıcı eleştiriyle, klasik anarşizmle postyapısalcılık arasındaki kayıp bağlantı olarak görülebilir. Bununla birlikte, anti-otoriter akımın bu şekilde incelenmesiyle bizzat postyapısalcı teoride görülen özellikle sarih bir etik görüşün eksikliğine ve iktidar içinde direnişi teorileştirmenin bazı zorluklarına dair bir dizi sınırlama ve aporia ortaya çıkar. Postyapısalcılık, katı ahlaki ve akılcı temellerden ziyade olumsallık ve karar verilemezlike dayalı bir radikal siyaset biçimi önerse de bu önerinin bir etik içerikle doldurulması gereklidir. İşte bu noktada anarşizm -eşitlik ve özgürlüğün birbirini sınırlamayan özgürleşimci ideallerine sadakatinin yanı sıra tahakkümü tüm biçimleriyle sorgulamaya ve tüm biçimleriyle tahakküme direnmeye yönelik etik taahhüdüyle- bugünün siyasal mücadeleleriyle ilintili olmaya devam edebilir. Gerçekten de diyebiliriz ki -anarşizme dair tartışmalarda giderek öne çıkan bir terim olan- postanarşizmin siyaseti ve etiği, bugün meydana gelen tahakküme ve eşitsizliğe karşı radikal siyasal mücadelelerdeki özgürlükçü/eşitlikçi ufka göndermede bulunur. Belki de bu anlamda, anarşizm, yalnızca Kıta Avrupası’ndaki ve postyapısalcı siyaset teorisindeki çağdaş tartışmalar için değil, aynı zamanda gerçek siyasal mücadeleler ve hareketler için de saklı bir referans olarak görülebilir. Örneğin, yukarıda andığım küresel anti-kapitalist hareket -yalnızca içinde çarpıcı şekilde temsil edilen anarşist gruplardan dolayı değil, ama daha önemlisi anarşist yönelimli, merkezsizleşmiş ve hiyerarşik olmayan siyaset ve karar alma biçimleri içerdiği için- anarşist tarzda bir siyasetin cisimleşmesi olarak görülebilir. Bu, kurumsal olmayan, bir parti aygıtı tarafından idare edilmeyen ve devlet iktidarının ele geçirilmesi fikrini reddeden bir siyaset biçimidir. Başka bir deyişle, devletin dışında ve siıs yasal partiler mekanizmasının ötesinde çalışan bir siyasettir. Bu anlamda, anarşizmin merkezsizleşme, kurumsalcılık karşıtlığı ve taban (grass roots) demokrasisi ilkelerini somutlaştırır. Bu hareketle ilgili ayrıca önemli olan başka bir nokta da hem evrensel hem de tekil yeni bir siyaset biçimini temsil etmesidir. Bir tarafta, kapitalizm sorunuyla yüzleşir ve –ekonomik kararlar üzerinde daha demokratik bir denetim ve daha eşitlikçi bir iktidar ve refah dağılımı talep ederek- kapitalizmin küresel dönüşümü için çabalar. Bu anlamda, özel kimliklerin -geyler, etnik azınlıklar, kadınlar, vesaire- tanınma talep ettiği, ama herhangi bir kolektif siyasal zemin oİuşturmadığı “farklılık siyaseti” mantığının açıkça ötesine geçen küresel bir özgürleşmenin evrensel ufkuna başvurur. Çok uzun zamandan beri radikal siyaset -özellikle Batılı refah toplumlarında- kimlik ve kimliğin tanınması sorununa kafasını takmıştı, bu yüzden kapitalist ekonominin tekrar siyasal mücadelelerin merkezine geri geldiğini görmüş olmamız biraz ferahlatıcı. Bununla birlikte, ekonominin bu ‘geri gelişinin’ Marksist sınıf mücadelesi siyasetinin basitçe dirilişi olduğunu zannetmemeliyiz.

Çağdaş anti-kapitalist hareket açık bir şekilde sınıf-temelli olmayan bir harekettir: merkezi bir proleter kimliğinin hakimiyetinde olmaktan ve basitçe ekonomik veya maddi meselelerle ilgili olmaktan çok, farklı grupların, kimliklerin ve -çevre, yerli hakları, emekçi hakları, yurttaşlık hakları, savaş karşıtlığı gibi- mücadelelerin çoğulluğunu içerir ve genel olarak, küresel kapitalizm ve güçlü çokuluslu şirketler, hükümetler ve kendi adına konuşan ulusötesi kuruluşlar tarafından çeşitli biçimlerde dışlandığını, kenara itildiğini, sömürüldüğünü, tahakküme maruz kaldığını hissedenleri ilgilendirir. Anti-kapitalist hareket -eski usul Marksist hareketlerle işçi sendikalarında olduğu gibi– kesin olarak tanımlanmış bir endüstriyel işçi sınıfı hareketi değil, küresel ‘yoksulların’, güçlüler karşısındaki güçsüzlerin hareketidir. Bununla birlikte, Jacques Derrida’nın dikkat çektiği gibi, buradaki güçsüzlük, bir gün devletin egemenliğini ve neo-liberal kapitalizmin hegemonyasını yenecek olan yeni bir kitlesel egemenlik biçimi -iktidar olmaksızın bir güç- ve adalet ve 16 demokrasi için açık uçlu bir mücadele oluşturuyor.2 Öyleyse burada bir Marksist sınıf hareketinden değil, daha ziyade çok daha heterojen olan, içinde farklı kimliklerin temsil edildiği ve aynı zamanda içinde ortak bir davayı takip eden başka kimlikler ve mücadelelerin -Derrida’nın terimini kullanırsak- birlikte ‘dokunduğu’ bir hareketten söz ediyoruz. Açık bir yörüngeye ya da somut bir siyasal programa sahip bir hareket değildir bu -belki de hem zayıflığı hem de gücü buradan gelir- daha ziyade olgunlaşmamış durumuna rağmen giderek alternatif bir küreselleşme vizyonu sunan açık uçlu bir mücadeledir. Bu belki de en iyi şekilde, yalnızca küresel kapitalizmin simgesel kurumlarıyla -DTÖ, IMF ve G8 toplantıları- doğrudan yüzleşmeyi değil, aynı zamanda alternatif bir toplumsal ve siyasal örgütlenmeyi giderek somutlaştırarak büyüyen bir dizi ağ ve karar alma yapısını da içeren Gramscici bir karşı-hegemonya olarak anlaşılabilir. Yine de bu hareketin geleceği belirsiz kalıyor, özellikle de kendimizi hali hazırda içinde bulduğumuz bu baskı ikliminde. Pek çok ülkenin uygulamakta olduğu ‘anti-terör’ yasalarının ve ‘güvenlik’ önlemlerinin gerçek işlevinin her türlü siyasal militanlığı bastırmak olduğu konusunda en ufak bir şüpheye yer yok gibi görünüyor. Bununla birlikte, aynı zamanda 2003 ‘teki küresel savaş karşıtı protestolar ve onları takip eden G8 zirve protestoları şunu akla getiriyor: yıpranmış sınırsız refah, daha iyi hizmet ve daha sorumlu demokrasi vaatleriyle daha fazla insanın gözü açıldıkça, küresel sivil toplum hareketi büyümeye devam edecektir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir