Sean Martin – Kara Ölüm, Ortaçağ’da Veba

1347 Ekim ayı başlarında on iki Ceneviz kalyonu Sicilya’daki Messina Limanı’na girdi. Kent Eski İpek Yolu boyunca Kırım’dan Karadeniz’i geçerek Avrupa’ya Doğu’dan ipek ve baharat getiren karlı ticaret rotası üzerindeki ana durak noktalarından birisiydi. Oysa bu defasında Cenova’nın Karadeniz’in kuzey kıyısında elinde tuttuğu Tana ve Kaffa ticaret istasyonlarından gelmiş olan gemilerden hiç ipek ya da baharat boşaltılmayacaktı. Liman yetkilileri on iki kalyonun bordosunda pek az kimsenin canlı kaldığını ve bunların da bariz bir uyuşukluk ve ‘iliklerine kadar yapışmış’ tuhaf bir hastalık sergilediklerini dehşetle anladılar. Kara çıbanlardan ıstırap çekmekteydiler ve vücutlarından çıkan her şey -nefes, kan, irin- berbat kokmaktaydı. Kalyonların varlığı birinci dereceden kamu sağlığı tehlikesi olarak kabul edildi ve yaklaşık bir gün içersinde kalyonlar limandan çıkarıldılar, Messinalılar Ceneviz gemilerinin bordosunda buldukları şeyden o kadar korkmuşlardı. Önlemler makul biçimde koruyucu olduğu halde çok geçti: Cenevizli gemicilerin çektikleri hastalık birkaç gün içersinde kenti ele geçirdi. Lanetli kalyonlar temas eden herkese bulaştırarak sürüklendiler. Avrupa’ya “Kara Ölüm” gelmişti. Bu vebanın ilk darbesi değildi. Messina’daki kent yaşlıları ve hekimler -ya şahit raporlarından ya da kesinlikle intihar olacak şekilde Ceneviz teknelerinde riske girerek- denizcilerin neden öldüklerini gayet iyi anlamış olmalıydılar. Nesillerdir genellikle tek tük ve bir bölgede sınırlı, birkaç ay süren ama yine de öldürücü veba salgınları olmuştu. 1167’de, 1230’da yeniden ortaya çıktığı şehrin kendisine yayılmadan önce Frederick Barbarossa’nın Roma dışındaki ordusuna saldırmıştı. 1244’te Floransa’ya, 1320 ve 1333’te Fransa’nın güneyine ve İspanya’ya saldırmıştı. Oysa bu kez farklı olacaktı.


Bu kez veba, bir ya da iki şehirle sınırlı kalmayacak, tarihin en kötü tek salgınında zengini, fakiri mezara koyarak tahmin edilmez, bazen de kontrol edilmez görünen bir şekilde tüm kıtaya yayılacaktı. Fakat Ekim 1347’de Messinalılar evlerinde ve sokaklarda İlahi cezalandırma gibi görünen şeyden haykırarak ölürken öbür dünya kafalarındaki son şey olmalıydı. Kara Ölümden Önceki Vebalar Kaydedilmiş en eski vebalar Eski Ahit’tekilerdir. Eksodus [Hicret] 7. Bölümde, Firavun’un Mısır’da İsrailliler’i tutuklamasından memnun olmayan Tanrının ceza olarak memlekete veba gönderdiğini nakleder. Yine de, ‘veba’ tabirinin mutlaka tıbbi anlamında vebayı ifade etmeyip aslında sadece kötü giden şeyler için genel bir tabir olabileceği belirtilmelidir: Bir an için art arda kan hastalıkları, kurbağalar, sivrisinekler, sinekler, Mısırlılar’ın hayvanlarının ölmesi, çıbanlar, dolu ve karanlıkla toprak üzerinde toplanan çekirgeler ve ilk doğanın ölmesi şeklindeki Mısır’ın Yedi Vebasının kesinlikle hıyarcıklı 1 olmadığını düşünün. 1. Samuel 5. Bölüm’de sıra Filistinliler’dedir. Sözleşme Sandığını 2 ele geçirdikten ve bunu Aşod kentine getirdikten sonra Tanrı’nın memnuniyetsizliğini anladılar: ‘Aşod ve civar halkı üzerinde Tanrı’nın eli ağırdı; onların üzerine felaket getirdi ve onlara tümörlerle acı çektirdi.’ (6. Ayet) İncil’in Septuagint 3 ve Vulgate 4 yorumları ‘Ve topraklarında fareler ortaya çıktı ve şehrin her tarafında ölüm ve mahvoluş vardı.’ Birkaç ayet sonra, ‘Tanrının onu büyük bir dehşet içersine sokan eli o şehre karşıydı. Genç, yaşlı şehir halkına tümör salgınıyla acı çektirdi.’ Bir kez daha Septuagint ‘tümörler’in yerine ‘kasık tümörleri’ni koymakla daha açık sözlüydü.

Farelerle tümörler arasındaki bağlantı Kadiri-Mutlak’ın gazabını yatıştırmak üzere, ‘aynı veba hem sizi hem de hükümdarlarınızı vurduğu için’ Filistinlilerin beş Filistin hükümdarı olması nedeniyle beş farenin altın taklidini yapmak zorunda kaldıkları 6. Bölümde güçlendirilmiştir. Tıbbi anlamda veba olabilecek bir başka meşhur salgın M.Ö. beşinci yüzyılda Atina’da oldu. Tukidides, Pelopones Savaşı Tarihi’nde salgının canlı bir anlatımını yapmaktadır: Veba kendisini ilk kez Atinalılar arasında göstermeye başladı. Daha önce Limni civarında ve başka yerlerde yayılmış olduğu söyleniyordu; ama hiçbir yerde bu boyut ve öldürücülükte bir salgın hatırlanmıyordu. Bunu tedavi etmenin uygun şeklini bilmedikleri, hastaları en sık onlar ziyaret ettiklerinden kendileri çok sayıda öldükleri için ne hekimlerin bir yararı oldu ne de herhangi bir beşeri sanat daha iyisini başardı. Felâketin kahredici tabiatı sonunda bunlara tamamen son verene kadar tapınaklardaki, kâhinlerdeki, vs. yakarışların da aynı şekilde boşuna olduğu anlaşıldı. Korkunç bir ateş, cilt üzerinde kurşuni lekeler ve şiddetli bir ishalin dahil olduğu belirtileri anlatarak devam ediyor. İnsanlar hastayı ziyaret etmekten korkuyor ve ölüler uygun cenaze törenleri olmadan gömülüyordu. Ölüm oranı o kadar ağırdı ki, sefahat ve suçların arttığı bir kanunsuzluk havası yaygınlaşmaya başlamıştı: Tanrıların korkusu ya da insanların yasası onları kısıtlamıyordu. İlk olarak, herkesin aynı şekilde yok olduğunu gördükleri için, onlara tapınsalar da tapınmasalar da aynı şey olduğuna hükmetmişlerdi; son olarak da, hiç kimse ihlâlleri yüzünden mahkemeye çıkartılacak kadar yaşayacağını ummuyordu, ama herkes kendilerine zaten çok daha şiddetli bir hükmün verilmiş ve başları üzerinde asılmış olduğunu ve bu düşmeden önce hayattan biraz zevk almanın ancak makul olduğunu hissediyordu. Belirtiler ve Atinalılar’ın tepkileri Kara Ölüm’e olağanüstü benzer olduğu halde, Atina vebasının gerçekten veba olup olmadığı hâlâ tartışma konusudur.

On sekiz yüzyıl sonra Boccaccio aynı tepkileri Floransalılar’da kaydedecekti. İlk Salgın Kara Ölüm ikinci veba salgınıydı. ilk salgın, Roma İmpara toru Jüstinyen’in hükümdarlığı (527- 565) zamanında olduğu için Jüs tinyen Vebası olarak bilinir. Mısır’a 541 sonbaharında Pelusium Limanı’ndan girmiş, sonra Batıya İskenderiye’ye, oradan da Mısır’ın geri kalanına geçmiş gibi görünmektedir. Doğu’ya, Filistin ve Suriye’ye de geçmiştir: Evagrius Skolastikus Din Tarihi’nde bir sonraki yıl kendi şehri olan Antakya’daki vebayı anlatmakta ve vebanın Habeşistan’dan kaynaklandığına inandığını söylemektedir (Tukidides, Atina vebası için aynısına inanmıştır). Jüstinyen Vebası’nın bir başka tarihçisi, Savaş Tarihi eserinde vebanın ilk görgü tanığını anlatan Prokopius’tur. Vebanın Mısır’da nasıl başladığını ve Bizans İmparatorluğunun geri kalanına, Avrupa’ya, İran’a ve ‘barbar iç kıtasına’ nasıl yayıldığını anlatır. Mısır ve Küçük Asya (bugünkü Anadolu Türkiye’si) özellikle kötü etkilenmişti. Veba İrlanda ve İskandinavya’ya geçmeden önce Cadwallader ‘Zamanının Vebası’ olarak bilinen İngiltere’ye bile erişmişti. Bizans vebadan zayıflamış ve sınırlarını barbarların başarılı dirilişine maruz bırakmıştı: Balkanlar ve Yunanistan Slav göçlerini yaşadı, Lombardlar İtalya’yı istila ettiler, Berberiler de Bizans Kuzey Afrikası’na giriş yaptılar. Kara Ölüm gibi olmayan Jüstinyen vebası muhtemelen Doğu Afrika’dan gelmişti. (İmparator Maurice için Prokopius’un Tarih’ine devam eden) Bizans tarihçisi Teofilakt Simokates, Türkler’in bir elçisinin 598’de imparatoru ziyaret ettiğini ve ona Moğolistan’da (bugünkü Kırgızistan’daki Işık Gölü yakınlarında) eski zamanlardan beri bulaşıcı hastalık yaşamadıklarını ve depremin ender olduğunu anlattığını yazmaktadır. Bu, ilk salgın için Asya’dan geçişi reddediyor ve Evagrius ile dokuzuncu yüzyılda Jüstinyen vebasının Kuzeye Habeşistan ve Sudan’dan gelen ticaret rotalarından geçtiği şeklinde tıbbi bir inceleme yazan Arap doktor Ali ibn-Rabban et-Tabari’nin paylaştıkları inancı onaylıyor görünmektedir. Işık Gölü’nün ilk salgından kaçtığı halde ikinci salgın olan Kara Ölüm’de etkilenen ilk yerlerden biri olması ironidir. Vebanın Üç Tipi Kara Ölüm geleneksel olarak hıyarcıklı (bubonik), kan zehirleyici (septisemik) ve akciğer tıkayıcı (pnömonik) vebanın karışımı olduğu düşünülmüştür.

(Şimdiki araştırmalar, Kara Ölüm’ü özellikle öldürücü kılan bilinmeyen bir başka faktörün de etkisi olabileceğini öne sürmektedir. Bu daha sonra döneceğimiz bir konudur). Veba, kemirgenlerin geçirdiği ve dünyanın, Afrika’nın bazı kısımları (ilk salgının muhtemel beşiği), Orta Asya (sonraki on dokuzuncu yüzyıl ortalarında Çin’de başlayan ikinci ve üçüncü salgınların beşiği), Güney Amerika’nın bazı kısımları ve Kuzey’in daha ılıman bölgelerini içine alan birkaç bölgesinin yöreye özgü (endemik) bir hastalığıdır. Muhtemelen Avrupa’da da, ama çok daha küçük ölçekte endemiktir. Veba basili Yersinia Pestis fare, sıçan, dağ sıçanı veya sincap gibi küçük kemirgenlerin kan dolaşımında yaşar. Aslında karınlarında zararsız bir bakteri olan basil, zamanla hayvanların kan dolaşımına girecek şekilde genetik evrim geçirmiştir. İşte o zaman, öldürücü hale gelmiştir. Ana vektör -ya da hastalığın yayılış şekli- hayvanın üzerinde yaşayan pireler yoluyladır. Pire, genellikle de kemirgenlerin alışık olduğu Xenopsylla cheopsis, mikroplu bir konak üzerinde beslendiğinde veba basili pirenin vücudunda çoğalacak ve yemek borusunu tıkayarak onu kronik şekilde susatacaktır. O zaman da onun dürtüsü susuzluğunu gidermek için sürekli ısırmaktır. Üzerinde beslendiği kemirgen ölünce emmek için bir başka konak arayacak ama yutağı sindirilmemiş, mikroplu kanla dolu olduğu için veba basilini bir sonra hangi hayvan üzerinde beslenmeyi deneyecekse onun kan dolaşımına geçirecektir. Pire fiilen her yeni konağa potansiyel öldürücü Y. pestis dozları uygulayan bir şırınga haline gelir ve olası konak sayısı veba yayılışı yüzünden azaldıkça aynı hayvan üzerinde daha çok sayıda pire yaşıyor olacaktır; tek bir fare üzerinde yüzlerce veba bulaşmış pire olabilir. Aynı hayvandan beslenen bu kadar çok sayıda pire talihsiz konağın sonunu, normal sayıda pireden çok daha çabuk getirecek ve X. Cheopsis besin aramak için uzaklaşmak zorunda kalacaktır.

Konaksız altı hafta yaşayacak kadar zorlu bir böcek olması da Kara Ölüm’ün yayılmasında önemli bir faktör olmuş olabilir ve hastalığın bu kadar uzak mesafelere nasıl gidebildiğini ve yine de öldürücü etkinliğini sürdürebildiğini açıklamaya yardımcı olabilir. X. Cheopsis insan kanından özellikle hoşlanmaz ama başka bir konağın yokluğunda ısırır. Hıyarcıklı veba lenf sistemine saldırır ve genellikle mağdurun neresinden ısırıldığına bağlı olarak kasıkta, koltuk altlarında ya da boyunda çıbanlar ya da hıyarcıklar (buboes) oluşturur (kelime Yunanca kasık boubon kelimesinden türemektedir). Bacaktaki ısırıklar kasıkta, gövde ısırıkları koltuk altı ya da boyunda, sıklıkla kurbanın topallama, kol kaldırma ya da hıyarcıktan devamlı uzak tutmak için kafa kaldırmasına neden olan hıyarcıklarla sonuçlanacaktır. Nerede oluştuğuna bakılmaksızın hıyarcıklar boyut olarak bademden portakala kadar değişebilir, son derece acı vericidir ve bazen tuhaf gurultulu olduğu bilinen sesler çıkarırlar. Çoğu mağdur ilk enfeksiyondan sonra ikiyle altı gün kadar görünen yalnızca bir hıyarcık çıkarır; eğer daha fazla çıkarsa bunlar normalde aynı lenf bezi zincirinde olacaktır. Eğer hıyarcıklar bir hafta içersinde iltihaplanırsa mağdur genellikle iyileşecektir. Çoğu vakadaki gibi öyle olmazsa mağdur ölür. Modern araştırmalar tedavi edilmeyen hıyarcıklı vebanın yaklaşık % 60’lık bir ölüm oranına sahip olduğunu bulmuştur. Hıyarcıklar vebanın en bilinen belirtileri olsa bile, mağdur muhtemelen önce hissizleşecek, çok geçmeden kusma, aşırı baş ağrıları, sersemleme, ışığa karşı hoş görüsüzlük, karın, sırt, kol ve bacak ağrıları, uykusuzluk ve akut ishalin hızla izleyeceği bir yüksek ateş olacaktır. Çağdaş tarihçiler üç tane daha belirti kaydetmişlerdir: Cilt üzerinde ’Tanrının işareti’ denilen (muhtemelen derialtı kanamaların neden olduğu) çürük benzeri lekeler; çoğunlukla manik haykırış ve gülme nöbetlerine veya mağdur hala ayakta durabiliyorsa yıkılana kadar trans halinde dans etmeye ya da amaçsızca ortalıkta dolaşmaya yol açan şiddetli hezeyan; son olarak da, mağdurun bedeninin nefes, ter ve kandan, dışkı, idrar ve iltihaba kadar ürettiği her şeyi etkileyen yaygın bir kötü koku. En temel belirtisi kanlı öksürük olan pnömonik ya da akciğer tıkayıcı veba, basil lenf sistemine yerleşmeyi başaramayıp onun yerine akciğerlerde geliştiğinde meydana gelir. Mağdur her öksürdüğünde kanla birlikte havadan bulaşmaya neden olarak veba basillerini de saçacağından bu, bubonik vebadan daha da bulaşıcıdır. Mağdur, bubonik vebadaki gibi ateşlenecek ve zor ve hızlı nefes alacaktır.

Oysa bubonik vebada eğer hıyarcıklar iltihaplanırsa biraz yaşama şansı varken, mağdurların genellikle ilk enfeksiyondan sonraki bir ila üç gün içersinde öldüğü tedavi edilmeyen pnömonik vebada ölüm oranı % 95 ila % 100 arasındadır. Bubonik veba ilkbaharda ve yazın hastalığın daha yaygın biçimi olma eğilimindeyken, pnömonik veba daha soğuk aylarda daha faal olmaya meyillidir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir