Selma Rahvancı – Salincak

Bunaltıcı bir temmuz günü sıcaklığı yürek acısının yanında aralık soğuğu gibi geliyordu,Muzaffer’e.Hiç terlemiyordu.Vücudunda ter de dahil hiçbir sıvı akmıyordu.En az yüz elli yaşında olan çam ağaçları,yaşlarının verdiği ağırlıktan olsa gerek hiç kımıldamıyorlardı.Doğa,koynunda yatan binlerce ölüye inat canlılığını koruyordu.Yeşilin her tonu vardı.Bazı ölülerin üzerinde ise güller,sümbüller,zambaklar arsızca çiçeklerini açmıştı. Bazılarının üstünde de demet halinde karanfiller,papatyalar,nergisler bırakılmıştı. Kimileri belli ki bırakılalı çok olmuş, tazeliğini yitirmiş,kimileri daha dün,belki de bu sabah konmuş dipdiri duruyorlardı.Toprak analarından bağrından -tıpkı Cihan’ı annesinin bağrından kopartıp aldıkları gibi- sökülüp alındıkları için onlarda iki gün sonra buradaki binlerce ölüden farkları kalmayacaktı.Çamların yeşilliği arasında bu çiçeklerin kırmızı,mor,sıklamen renkleri tam bir tezat oluşturuyordu.Bu tezatlık doğaya bir uyum getiriyordu.Toprağın altındaki ölüler ve üstündeki canlılar gibi.Dev çam ağaçlarının arasından yüzünü gösteren güneş,Muzaffer’in yaralı yüreğini daha bir yakıyordu.Yakmıyor dağlıyordu sanki.


Etrafına bakındı Muzaffer.Tanıdık, hatta tanımadık pek çok insan vardı.Herkes sessiz sessiz hareket ediyordu.’’Ölüleri ürkütmemek veya rahatsız etmemek için’’ herhalde diye düşündü Muzaffer.Birilerini yanlışlıkla uyandırırız da bizi de yanlarına alıverirler korkusu ve endişesi vardı tüm suratlarda.Elbette bir gün yanlarına gidilicekti.Hazırlıksız,aniden.Tıpkı Cihan gibi.Ölüme hazırlık yapılır mıydı?Bak Cihan hiç hazırlık yapmamış,valiz bile toplamamıştı.Yanına ne bir iç çamaşırı,ne de diş fırçasını almıştı.Bu sonsuz yolculuk ha bugün,ha yarındı.Muzaffer için keşke dün olsaydı. Muzaffer’in içi yanmıyordu,içi acıyordu,parçalanıyordu.Sanki içerde birileri oyuyordu beynini,yüreğini,ciğerlerini.Yüreği kanıyordu.

Ne çabuk da yapılmıştı tüm presedürler.İşte mezarlıktaydı ve oğlunu toprağa veriyordu.Daha dün öpüp,kokladığı oğlu,şimdi bu temmuz sıcağında buz gibiydi.Üşüyordur mutlaka diye düşündü.Üstüne battaniye örtmem gerekir diye düşündü.Koluna girmek isteyen kız kardeşi Ayhan’a ve kızı Aysel’e ters ters baktı.Bir sandalye getirdiler Muzaffer’e otursun,belki ayılır bayılır diye.Sandalyeyi getirene de ters ters baktı Muzaffer.Sandalyeyi getiren adam bir suç işlemişcesine aldı kenara koydu sandalyeyi.Ayakta durabiliyordu, ne yazık ki durabiliyordu ve ne yazık ki yaşıyordu.Hayatta olduğu için kızgındı herkese.Önce kendine. Sonra tanrıya. Sabah çay bile içmişti.Siyah penye bir elbise giymiş,Aysel’in zoruyla siyah bir gözlük bile takmıştı mezarlığa giderken.

Bilinci yerindeydi.Başsağlığı dileyen herkesi tanıyabiliyordu.İnsanların baş sağlığı dilerken ‘’çok şükür benim oğlum hayatta’’ dedikleri iç seslerini duyabiliyordu.Kendisinin acısından onların ne kadar şanslı olduklarını düşünmedi. Muzaffer,dini kuralları hiçe sayıp,oğlunun gömüleceği mezarın başında yerini almıştı.Keşke biri gelip,dinimizce kadının mezarlığa gelmesi günah deseydi.Kimse buna cesaret edemezdi.Buna kimsenin gücü yetmezdi zaten.Sessizlik hakimdi mezarlıkta.Bu yaz günü dal bile kımıldamadığından yaprak hışırtısı bile yoktu.Doğa susmuş,saygı duruşundaydı sanki Cihan için.Börtü böcekler bile yuvalarından dışarı çıkamıyorlardı Muzaffer’in hışmından korktuklarından. Bir gelin gibi beyazlar içinde oğlu tabuttan çıkarılıyordu.Oysa ki o damat olacaktı.Siyah smokin giyecekti.

Bunları düşünürken uzaktan oğlunun kız arkadaşı Aylin’i gördü.Sessiz sessiz ağlıyordu.Herkes sessiz ağlıyordu belki de ağlamıyordu.Çünkü Muzaffer hiç ses duymuyordu. Daha yeni kazılmış olduğu belli olan mezarlıkta hiçbir canlı yoktu.Solucanlar bile…Toprak her şeyden daha canlıydı.Cihan’ı üç dört kişi tabuttan çıkarıp,mezara koydular.Tam toprak atılacağı sırada temmuzun bu kavurucu gününde Muzaffer’in sesiyle sessizlik bozuldu birden: -Bir dakika hava çok soğuk üşür Cihan bir battaniye yok mu? Artık Cihan öldü anne üşümez diyemedi Aysel.Herkes durdu.Anlamadığı bir dilde bir şeyler mırıldanıyordu hoca.İnançlı bir insandı Muzaffer.Ama bugün değil.Dün saat on yedi kırkda zaman durmuş inancını kaybetmişti.Tekrar bulabilir miydi bilmiyordu. Bir iki dakika içinde bir battaniye bulundu.

Kefenin üstüne örtüldü. -Başını kapatmayın nefes alamaz sonra dedi Muzaffer. Herkes Muzaffer ne derse onu yapıyordu.Başını kapatmayacak şekilde battaniye örtüldü Cihan’ın soğuk bedeninin üstüne. Bir ohh çekti Muzaffer.Oğlu üşümeyecekti artık. Toprakların atılmaya başlanmasıyla oğlu kayboluyordu.Hiç de yavaş yavaş değil.Bir iki dakika içinde tamamen toprak olmuştu Cihan’ın cansız bedeni. Haykırmak,isyan etmek istedi Muzaffer.Yapamadı.’’Durun bir dakika o benim oğlum neden toprağın altına koyuyorsunuz onu,neden koynundan alıyorsunuz anasının kuzusunu’’ demek istedi.Diyemedi.’’O daha kuzu, anasını emecek,büyüyecek daha bir dakika bekleyin’’ demek istedi.Diyemedi.

’’Bir dakika ne bu acele doya doya öpüp,koklayamadım ben oğlumu’’ demek istedi.Diyemedi.’’Siz ne karışıyorsunun onu ben doğurdum’’ demek istedi.Diyemedi. Bir yumruk gelmiş,boğazına oturmuştu sanki.Yumruk yüzünden nefes bile zor alıyordu.Alamasam keşke diye düşündü.Gözündeki yaşlar hep yüreğine akıyordu.Hiç yanaklarını ıslatmıyordu. Ne yapmalıydı şimdi?Oğlunu burada bırakıp,gidecek miydi?Nereye gidecekti?Hem karanlık olunca korkardı oğlu,hem de burda pek çok ölü vardı.Ölülerden de korkardı Cihan.Şimdi onlarla arkadaşlık mı edecekti?Onu nasıl yalnız bırakacaktı? Gökyüzüne baktı.Büyük bir çam ağacının yaprakları arasından güneş ışınları yansıyordu oğlunun üstüne.İyi diye düşündü.Bu oğlunun hoşuna giderdi.

Isıtırdı güneş onun soğuk bedenini.Hem battaniyeside vardı.Emin oldu oğlunun üşümeyeceğinden. Yavaş yavaş herkes dağılmaya başladı.Muzaffer ayrılmak istemiyordu oğlunun yanından.Onu yalnız,bu ölü dolu yerde bırakmak istemiyordu.İzin verselerdi oğlunun yanına o da kıvrılıverseydi.Fazla yer kaplamazdı.İkisine de yeterdi o daracık mezar. Kimse kalmamıştı artık.Kızı hadi anne bizde gidelim diyene kadar öylece durdu Muzaffer.Hiç kımıldamadan,hiç konuşmadan,hiç ağlamadan. -Nereye? Diye sordu. -Eve anne dedi Aysel. -Cihan’ı burada mı bırakacağız?Dedi Muzaffer.

Gözyaşlarını tutamadı Aysel.Ağlamaya başladı.Muzaffer kızına kızdı ağladığı için . Uzaktan cenaze törenini izleyen,kim olduğu seçilemeyen,siluet şeklinde bir adam gördü Aysel.O siluetin babası olduğunu anladı.İnşallah gelmez yanımıza diye içinden geçirdi.Gelmedi, Rahmi gelemedi.Yaklaşamadı bile yanlarına. Aysel babasının orada ve yaşamı boyunca siluet olarak kalmasını istedi içinden.Muzaffer’in bunu fark edecek hali yoktu.Her şeye bakıyordu ama görmüyordu,duymuyordu.Rahmi’nin yüzü yoktu ki oğlunun mezarına bir karış toprak atmaya. Rahmi acısını içinde sessizce yaşadı.Ve kimseye görünmeden çekip gitti.Herkes gittikten sonra geri dönüp,oğlunu –mezarını- okşadı.

Toprağına yüzünü sürdü.Gözyaşlarıyla ıslattı toprağı.Temmuz sıcağında yağmur yağdığını sanan susuzluktan kurumuş toprak içine çekiverdi gözyaşlarını. Bir koluna Aysel diğer koluna kız kardeşi Ayhan girdi Muzaffer’in.Cihan’ı, bir tanecik oğlunu o ıssız,sessiz,ürkünç yerde,ölülerin arasında bırakıp ayrıldı oradan Muzaffer.Nereye gittiğinin,ne yaptığının bir önemi yoktu.Onu bir yere sürüklüyorlardı ama fark etmezdi.Hiç bir şey fark etmezdi. BÖLÜM 2 MUZAFFER Muzaffer geçmişine dönüp baktığında pek çok acıları görebiliyordu.Acılarını ve sevinçlerini bir terazinin kefesine koysa sevaplarla günahlar gibi acılar ağır basardı.Hayatının muhakemesini yapabiliyordu şimdi.Bunu başarabilmek için biraz zaman geçmesi gerekiyordu.Yirmi yıl kadar.Nasıl yaşayabildiğine hala hayret ediyordu.Muzaffer’e baştan sorulsaydı şöyle bir yaşamın olacak doğmak istiyor musun diye….

Hiç düşünmeden hayır derdi.Doğarken sorulmadığı gibi ölümüne de kendisi karar veremiyordu.Belki bazı insanlar buna karar verebiliyordu ama Muzaffer değil.Ölümüne karar verecek güçte hissetmiyordu kendini.Keşke birileri kendi adına bunu yapsaydı.Ne kadar müteşekkür olurdu.Yıllar nasıl geçmişti?Muzaffer bu yaşına nasıl gelmişti? Ilık esen lodos, dalgaların Salacak kıyılarına vurmasına neden oluyordu.Gazeteler,dergiler lodosun insanlar üzerinde olumsuz etkilerinden söz etseler de Muzaffer’i hep olumlu etkilemişti lodos.Lodos varken bu kıyılarda yürümek,dalgaların kıyıya vurmasıyla hafif hafif ıslatmasını hep sevmişti.Lodos estiği zamanlarda kendisini bir iki kadeh içmiş,çakır keyif olmuş hissederdi.Sarhoşluğunun yüzüne vuran su zerrecikleriyle geçmesi güzel bir rüyadan uyanma etkisi yapardı.İnsana özgü şiddet duygusu yerini şefkate bırakırdı. Vapurlara arkadaşlık eden martılar Kız Kulesinde mola verdiklerinde onlara yemek servisi yapmak isterdi. Balık ziyafetinden sonra bir sonraki vapuru bekleyen martılar yeni arkadaşlarına hiç yabancılık çekmeden eşlik ederlerdi.Vapur Karaköy iskelesine yanaştığında martılar daha yolun başındaymış gibi yeni kalkacak vapuru beklemeye koyulurlardı.

Bu devinim gün batımına değin sürerdi.Vapurlar yorulmadıkça,martılarda yorulmazdı.Yolcuların birinin attığı simit parçası onlar için ekstra bir ziyafet olurdu.Güzel bir yemeğin üstüne içilen bir fincan kahve tadında.Kendisine bu lüksü yaşatan yolcuya yolculuğu boyunca minnetini havada süzülerek gösterirdi.Onun yalnızlığını gidermeye çalışarak şarkılar söylerdi bir daha rastlamayacağı yeni dostuna.Alışıktır vapurun düdük sesine.vapur bir düdük öttürür martı bir gaklar;vapur bir düdüğünü öttürür martı bir gaklar.Çok sesli senfoni orkestrasına benzer düetleri. Şehrin gürültüsü vapurla martının düetine karışır.Ama bu düeti bastıramaz.Duymak isteyen duyar onların bu uyumunu.yaşam mücadelesi içinde insanlar sağa sola koştururken Muzaffer gibi seslerini fark edenlere özel konserler verirler. Muzaffer ne zaman Salacak kıyısına gelse ona özel konser verirler.Alır uzaklara götürürler onu.

Bilmediği,görmediği yerlere.Küçük bir kız çocuğu olup bulutların üstüne çıkarırlar.Pamuk kadar yumuşak bulutlar taşır onu ordan oraya.Yüzü koyun yatar yeryüzünü seyreder.Denize,insanlara,arabalara bakar.İnsanların koşuşturmaları komik görünür tepeden.hepsi sırtında yaşamın yükünü sırtlamış birer karınca gibi görünürler.Onlarla oyun oynar Muzaffer.Eşleştirme oyunu.Bir kadınla bir erkeği eşleştirir saatler boyu.Zamanın nasıl geçtiğini anlamaz gökyüzündeyken.Yorulunca sırt üstü döner.Bu sefer güneş kamaştırır gözünü.Güneşin ışınları altında ısınır iliklerine kadar.Hava kararıncaya kadar dolaşır bulutların üzerinde.

Yolculuğu boyunca martıların ve vapurun düetleri hiç bitmez.bazen bir rüzgar çıkar,sürüklenir bulutlarla beraber.Pazen elbisesinin çiçekleri gökyüzüne dağılır.Toplar onları birer birer elbisesine yerleştirir.Hiç görmediği bulutların bildiği diyarlara giderler.O zaman martılarla vapurun düeti çok uzaklardan duyulur.Hiç görmediği diyarları seyrederken ürkekliğini fark eder bulutlar.Kucaklarına alıp,şefkatle sarılırlar.Kendisini onların kollarında güvende hisseder Muzaffer.Bilir kendisini hiç bırakmayacaklarını.Ürkekliğinin yerini tatlı bir tebessüm alır.Martılarla vapurun düeti gittikçe yaklaşınca bilir geri döndüğünü.Geri dönmeyi istemez.Yolculuğunun sonu gelmiştir.Bulutlar nazikçe indirirler yeryüzüne.

Anlar veda vaktinin geldiğini.Hoşçakalın demek ister.Boğazında bir yumruk engel olur konuşmasına.Yine gelin yine alıp götürün beni uzaklara der,boğazındaki gıcığı belli etmemeye çalışarak.Gözlerini kaçırır,gözyaşlarını görmesinler diye.E sallar onlara gözden kaybolana değin. Kız Kulesini seyretmeye dalıp tüm bunlar aklından geçerken yanına bir falcı yanaştı Muzaffer’in: -Uzat elini abla bakla falına bakayım. -Benim fallık halim mi kalmış.pek genç sayılmam. Daha demin 12 yaşında bir kız çocuğu olduğunu düşlediğini düşünerek gülümsedi.Falcı kadın kendisine gülümsediğini sanarak cesaretlendi. -Her yaşın güzelliği ayrıdır abla.Çocukların yok mu senin?Onların geleceğini merak etmiyor musun?Hadi uzat elini de bir bakayım. Kızımın geleceğini bilmiyorum ama oğlumun geleceğinin olmadığını çok iyi biliyorum diye içinden geçirdi Muzaffer. -Hadi git işine.

Seninle konuşacak halim bile yok. Tüm ısrarlarına karşın çingene kadın baktı ki Muzaffer’den hayır yok söylene söylene yan bankta oturan genç çifte yöneldi.Muzaffer düşüncelerine kaldığı yerden devam etmek istedi ama nerde kaldığını unutmuştu.Falcıda tam gelecek zamanı buldu diye düşünürken zaten gökyüzündeki yolculuğunun bittiğini anımsadı.Bu arada fallarına baktıran genç çiftin iki oğulları olacağını öğrendi.Delikanlının iş yaşamında yolunun açık olduğunu,ancak iri yarı sarışın bir kadının engel olmaya çalışacağını,ama başarılı olamıyacağını,kendilerini mutlu bir yaşam beklediğini öğrendi.Üç vakte kadar düğünlerinin olacağını,bir yılan gördüğünü 5 lira daha verirlerse o yılanın başını ezebileceğini duydu.Genç çiftin 5 lira daha verip vermediğini beklemeden oturduğu yerden kalktı.Tekrar bu olayın benzerine tanık olma riskine karşın önlemini alarak falcı kadının geldiği yöne doğru yürüdü.Lodosun gittikçe artan şiddeti üşütmemesine karşın vapur seferlerinin iptal olma olasılığından dolayı üzüldü.Martıların ve vapurun düetinden mahrum olmak istemiyordu.Falcı kadından yeterince uzaklaştığına emin olduğunda gördüğü ilk boş banka oturdu. Güneş bir yüzünü gösteriyor,bir bulutların arkasına geçiyordu.Sevgiyle baktı bulutlara.Çocukken resmederdi gökyüzünü.

Bembeyaz kağıda çizerken resmini mora boyardı bulutları.Morun her tonu olurdu bulutlar.Yağdırdığı yağmurun şiddetine göre açıktan koyuya doğru giderdi tonları.Dolu yağdırıyorsa patlıcan moru,bardaktan boşanırcasına yağdırıyorsa menekşe moru,çisil çisil yağdırıyorsa sıklamen moru,yağmur bulutu değilse leylek moru olurdu.Onun için mordu bulutlar.Kimsede sormadı ona bulutları neden mora boyadığını.Sorsa da kendi de bilmiyordu ki. Geçmişini düşündü.Gelecekle ilgili hayaller kurup,planlar yapacak hali yoktu.Mesela kendi yaşlarında saçları hafif kırlaşmış bir İstanbul beyefendisiyle şöyle bir dünya turuna çıkmak gibi.Biraz zorlarsa başarabilirdi bunların hayalini kurmayı.Bir erkekle yatmayalı yıllar olmuştu.Eski kocası Rahmi yatakta oldukça iyiydi.Artık en son ne zaman orgazm olduğunu bile anımsayamıyordu.Cihan öldükten sonra cinsellik onun için hiç bir şey ifade etmiyordu.

En iyisi şu kır saçlı beyefendi hayalinden vazgeçmekti.Çok güzel bir kadın olmamasına karşın kendini beğenirdi.Saçlarına aklar düşmüştü ama boyatabilirdi.Belki o zaman Zeynep beni sevmez diye düşündü.Saçlarını kahverengiye –kendi rengiydi- boyatmak bir an aklından geçse bile anında vazgeçiverdi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir