Semih Gümüş – Öykünün Şimdiki Zamanı

Edebiyatımızda yeni kuşaklar üstüne yapılan ilk değerlendirmelerin çoğu kez önyargılarla sakatlandığı çok geçmeden anlaşılır. Kendinden hoşnut eski kuşakların gölgesi yeni kuşakların üstüne düştükçe renkler birbirine karışmaya, ara tonlar belirsizleşmeye başlar. O gölgenin çekilmesi uzun sürmez. Genç yazarlar er geç kişiliklerini bulmaya başlar, kendi sesleriyle edebiyatı zenginleştirir. Edebiyat dünyasına 1980’den sonra giren kuşağımız, aslına bakılırsa bu sorunları pek yaşamadan buldu kimliğini. Bunun bir nedeni dönemin olağandışı koşullarının yarattığı boşluğun doldurulmasında bizim kuşağın üstüne düşeni yapmak için ortaya koyduğu atılımcı ruhsa, öbür nedeni de geçmişten gelen büyük edebiyat kalıtını en iyi değerlendiren kuşaklardan oluşudur. Bizim kuşak: adlandırması bile güzel, sanki gurur veriyor. Demek bir parçası olduğum duygusunu, belki bazen yücelttiğim bir kimlik bu. Bizden öncekiler arasında da güçlü kuşak bağları, birbirinden ayrı, ama sağlam ilişkiler içinde duran çevreler vardı. Ne ki, ilkgençlik yıllarını sert zamanlarda geçirmiş, yazarlık ahlakı ve yazının ahlakı kavramlarına gençliğinde sahip çıkmış, olgunluk dönemlerinde günümüz Türk edebiyatına yön vermeye başlamış bir kuşak bizimki. Bu seçkideki en yaşlılarımız 1951 doğumlu, artık genç sayılmazlar mı; en gençlerimiz, sonradan taşıdıkları olgunluklarıyla bizden sayılanlar, onları da duygu ve düşünce olarak içimizde sayabiliriz. Yirmi beşi de artık pek genç sayılamayacak bu öykücülerin ortak özelliği, bugünün ustaları oluşları. Bugünün ustaları: Bu nitemi gelişigüzel vermeden önce hem doğrudan, hem de dolaylı biçimde konuya yaklaştığım birçok yazı yazdım. Yazdığım ilk yazıda “geleceğin ustaları” olarak adlarını andığım on yazarı yeterli görmeyince, bir de geleceğin öykü ustalarından kimi adları değerlendiren ikinci bir yazıyla konuyu tamamlamaya çalıştım. Demek o iki yazıda geleceğin ustaları olarak gördüğüm yazarlar bu seçkide artık bugünün ustaları.


Bu arada başlangıçta yeni kuşakların yazınsal seçimlerine ilişkin olumsuz eleştirilerim de olmuştu, ama yazdıklarımı bu kez silahları genç yazarlara çevirmek için kullanan sertlik yanlılarını görünce, genç kuşağa dönük zamansız suçlamaların ya da bu kuşaktan yazarların çok yazıp yayımladıklarına ilişkin tuhaf yargıların karşısına çıkan pek çok yazı yazdım. Öykünün Şimdiki Zamanı seçkisi de bu yazılar üstüne düşünürken çıktı. Benim kuşağımın verimlerini süzüp en nitelikli olanlarını öne çıkarmak hem kendi yorumlarımı pekiştirecek, hem de edebiyatımızın bu dönemine ilişkin sağlam bir belge otaya koyacaktı. Buradaki yirmi beş öykücü seçimi elbette özneldir; ama eleştiride öznelliğin değerini yukarıda tutan bir yazar için böyle olması doğal, giderek sıradan bir tutum sayılır. Değil mi ki her antoloji bir eleştiri üstüne kuruludur, burada da seçkiyi hazırlayanın öznel eleştiri ve yorumları vardır. Gene de asıl sorun orada başlıyordu. Bu seçkide sözgelimi kırk öykücü mü yer alacaktı, yirmi beş öykücü mü? Hem kaç öykücünün benim için ilk grubu oluşturacağı önemliydi, hem de seçkinin en anlamlı kapsamının ne olacağı. Aslında pekâlâ böyle bir seçkide yer alabilecek, bizim kuşağın bütün iyi öykücülerini almak da olasıydı, ama asıl kaygım bu seçkinin olabildiğince derişik kalması, niteliğinin yüksek olması, böylece birkaç yıl içinde yenilenmesi gerekmeyen, uzun ömürlü bir seçki olması. Edebiyat dünyamızın şimdi içinde bulunduğumuz dönemine damgasını vuracak, bugünün niteliğini ortaya çıkaracak, gelecekte geriye dönüp bakacaklar için her zaman başvurulacak bir seçki. Bizim kuşağın yirmi beş öykücüsü savının rastgele değil, düşünülüp tartılmış bir değerlendirmenin sonunda ortaya çıktığını seçkinin kendisi göstersin. Öykünün Şimdiki Zamanı’nda yer alan yirmi beş öykücüye bakınca, bir dönemin içinden bu sayıda genç ustanın çıkışını bir edebiyat olayı saymak bile gerekir. Kaldı ki benim öykücülerim bu yirmi beş yazarla da sınırlı değil. Demek edebiyatımızın eleştiri ve değerlendirme geleneğindeki ivecen ve önyargılı tutumların karşılığı pek yokmuş. Her kuşak kendi ustalarını er geç çıkarıyor, edebiyatımızın güçlü geleneğine ekleniyor. Özellikle öykü söz konusu olduğunda, geçmişten geleceğe kesintisiz bir akış, bütün suları içine alarak yürüyor.

Bu adlara bakınca hayıflanmamak elde mi: Memet Baydur ile Mehmet Günsür, gençölümleriyle bizi bırakıp giden arkadaşlarımız, öykücülüğümüzün aradan geçen yıllar içinde de benzerleri gelmeyen yazarlardı. Bizim kuşağımızın da benzeri olmayan, bıraktıkları boşluğu dolduramadığımız öykücüleri hiç kuşkumuz olmasın ki artık yüz yıllık öykü birikimimizin yapıtaşları arasında yer alıyor. İkisinin de daha neler yazabileceğini düşünmek, böyle kayıpların edebiyattan neler götürdüğünü gösteriyor ki, kabul etmek zor. Öte yandan, en büyüklerinin Cemil Kavukçu, Feride Çiçekoğlu, Mahir Öztaş, Hasan Özkılıç, en gençlerinin Sema Kaygusuz ve Faruk Duman olduğu bu yirmi beş öykücünün biriyle öbürü arasında bazı ilişkiler bulunabilir, ama yan yana konup birbirine çok benzedikleri öne sürülebilecek bir ikilinin olduğunu sanmıyorum. Öykücülüğümüzün, kimilerimizin düşündüğünden bile daha zengin bir çeşitlilik, çok yönlülük içindeki değişimini de içeriyor bu seçki. Benim kuşağımın yirmi beş öykücüsü: bugünün ustaları: öykünün şimdiki zamanı… Hayatın en yalansız yüzüdür ayrıtılar, öykü o ayrıntıların sanatı… Ekim 2007 MEMET BAYDUR-Tarzan Aynur ağlamaklı bağırıyordu. Yılan kaçtı! Yılan kaçtı! Yılan kaçtı! Ulan ne yılanı, nereye kaçtı, Aynur kim? Gözümü açtım ve dikiz aynasını gördüm. Arabanın içinde uyuyakalmışım. Koltuğu düzeltip dışarıya çıktım, çıkar çıkmaz bileğime kadar çamura battım. Dün sabah başlayan yağmur, küçük alanı büyük bir çamur yığınına çevirmişti. Ayakkabılarımı arabanın içinde bıraktığımı unutmuşum. Kamyonetin kasasına yüklediğimiz kafesin içinde Tarzan uyuz uyuz yalanıyordu. Çadırın önünde Aynur, yağan yağmura aldırmadan kırmızı bikinisiyle, yılan kaçtı diye bağırıyordu. Petro pezevengi ortalıkta yoktu. Çamurlu ayaklarıma baktım.

Aynur gülmeye başladı. “Ne bağırıyorsun kız?” “Benekli kaçmış ismail abi!” “Ne demek kaçmış?” “Kafesinin camı kırılmış dün gece. Gitmiş.” Benekli dediği iki buçuk metre boyunca bir boa yılanı. Aldığımızda daha küçüktü tabii. Aynur büyüttü. Zararsızdır. Tavşan, fare, köstebek, ne bulursak onunla besliyoruz. Geceleri, iş olduğu zaman Aynur’la dansa neye çıkıyor. Bütün gün uyur. “Petro nerede?” “Bilmem ismail abi. Uyuyordur.” Kafasıyla büyük çadırı işaret ediyor. ismail Uygar Sirk Kumpanyası. ismail Uygar, Aynur ve Petrosyan’dan mürekkep.

Biri küçük iki çadır, bir aslan ki adı Tarzan’dır, bir boa yılanı ki şimdilik firaridir ve adı Benekli’dir, bir at ki beyazdır ve adı Pamuk’tur ve iki adet Şempanze maymunudur ki adları Ali ile Veli’dir, bir kamyonet Ford marka ve çeşitli alet edavattan ibaret küçük ve eski bir sirk. Büyük çadırda gösterilerin dışında, yerine göre kasabanın, köyün ileri gelenlerine kumar oynattığımız oluyordu. Kültürel faaliyet yani. Onun dışında, At, maymunlar, Petrosyan alet edavatla o çadırda uyurlar. Küçük çadırda Aynur, Benekli’yle kalır. Arada sırada ben de orada uyurum. Tarzan iki yıldır kamyonetin üstündeki kafeste yatar kalkar. Yalınayak, başıkabak büyük çadıra yürüdüm. Yürümeye başladım demek istiyorum. Çamur giderek sarı bir zamk kıvamını alıp, on metroluk bir mesafeyi gülünç olmadan yürümenizi olanaksız kılıyordu neredeyse. Aynur, benekli boa yılanını unutmuş, eliyle ağzını kapayarak kıkırdıyordu. Git giyin ulan, bu halin ne dedim. Gülerek çadırına kaçtı. Manyak. Çok seviyorum bu kızı.

Büyük çadıra girer girmez maymunlar alkışlamaya başladılar. Zarif bir selam sarkıtıp, saman yığınının üstünde horlayan Petro’ya hafif bir tekme çaktım. Bir gözünü aralayıp sarı beyaz pos bıyıklarının altından geniş geniş gülümsedi. Merhaba, dedi. Benekli kaçmış Petro, dedim. “Nereye kaçacak Patron? Nisbeten sıcak bir çalı dibine kıvrıl-mıştır. Uyuyordur. Aynur dürtüklemese gösteride uyuyacak zavallı.” “iyi tamam anladık ama arayıp bulmak gerek.” “Buluruz Patron, sıkma canını! Pabuçlarına ne oldu?” Boşver dedim. Boşver pabuçlarımı. Pa ayak demektir, buç örten demek. ikisi birleşip ayakörten oluyorlar. Bildiğin ayakkabı yani. Peki sandalye ile iskemle arasındaki fark nedir? Öyle bir fark mı var? Yok mu? Petrosyan çadırın alt tarafına gidip sırtını döndü ve uzun uzun işedi.

Bu da böyle bir adam işte. Üstüne yoktur. Aynur elinde mavi plastik bir kova daldı çadıra. “Ayakların için su getirdim ismail abi.” “Sağol güzelim. Zahmetler olmuş. Şuraya koyuver.” “Ayakkabılarınla yedek çorabını arabadan alayım mı?” “Al.” Göğüs düğmelerini iliklemeyi unuttuğu çiçekli elbisesinin eteklerini savurarak çıktı gitti yorulmak bilmez genç bir köpek gibi. Petro ile aynı şeyleri düşünerek arkasından baktık. “Ne yapacağız Petro?” “Sıkma canını ismail. Buluruz yılanı be! Bir yılan için ağlama. Buluruz dedik işte!” “Ulan siktirme yılanını şimdi! Yılandan bahseden kim?” “Ah, mesele daha mı derindir?” “Ne yapacağız?” Petrosyan yüzüme bakıp gülümsedi. Puşt Ermeni. Bunların hepsini kesmeliydik zamanında.

Bu herifi de çok seviyordum, ne yapalım? Yirmi yıldır yanımda. Can yoldaşı. ismail Uygar Sirki, Petrosyan’ın geniş omuzlarında duruyor. Tarzan’ın ağzına kafasını sokan o, Tarzan’ı ateşle çemberden atlatan o, benim çoluk çocuğa sattığım dondurmayı yapan o, sihirbazlık yapan o, hokkabazlık yapan o, muhasebeye bakan o, vergileri ödeyen o, kumar akşamlarında masayı idare eden o, manoyu alan o, Aynur at sırtında kıç kıvırırken atı idare eden o, çadırı söken, kuran, yükleyen o, eee daha ne yapar bir insan? Maymunları da Petrosyan eğitti, benden çok onu severler, yanlış anlaşılmasın, bir şikâyetim yok, ben hayvan sevmem aslında. insan da sevmem. Hiçbir şeyi sevmiyorum. Ayaklarımı yıkıyorum burada, bu soluk pembe sirk çadırında. Aynur ayakkabılarımı ve arabanın torpedo gözünde sakladığım siyah-mor, kenarı papatya desenli çoraplarımı getirdi. Maymunlar iyice azdılar, ne yapsam alkışlıyorlar. Ana avrat küfür edip önce çoraplarımı, sonra ayakkabılarımı giyiyorum. “Petro?” “Ne var Patron?” “Yılanı bulmak gerekiyor.” “Yağmur dinsin hele, gidip getiririm.” “Petro?” “Buyur Patron?” “Yılanın nereye gittiğini biliyor musun?” “Nereden bileceğim yahu?” “Yağmurun ne zaman duracağını biliyor musun?” “Mümkün müdür Patron, böyle güzel bir şeyi bilmek?” “Ben ne bileyim ulan? Ne zaman arayacaksın bu yılanı peki?” “Yağmur dinince.” Birbirimize bakıp gülüyoruz. Biraz geçsin, sigara ister.

Patron? Efendim? Bir sigara versene. Bu akşam gösteri yatıyor gibi. Yağmur böyle giderse, bize yol görünüyor. Benekli’yi bulmadan gidemeyiz ki?! Aslında gideriz de, arkamızda bir güzel boa yılanı bırakıp, bu allahın belası göt kasabadan ıslak perişan gitmek, ağrıma geliyor. Canım esrar istiyor. Tövbe diyorum ama istiyor işte. Petrosyan, sarı kukuletalı yağmurluğunu giyiyor, Tarzan’ı dürtüklemek için kullandığı ucu çengelli sopalardan birini alıyor, bir de büyük, muşamba bir torba. Hiçbir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Aynur yanımda oturup yüzümü okşuyor. “Uykun bölündü ismail abi. Keşke seslenmeseydim.” “Yok. iyi ettin bağırdığına. Zaten çekip gideceğiz buradan, ardımızda Benekli’yi bırakmasak daha iyi.” “Daha geleli iki gece oldu.

” “Birinci gece kaç kişi vardı?” “Otuz üç.” “ikinci gece kaç kişi vardı?” “Yirmi.” “Bütün gün yağmur yağdı bugün. Kimse gelmez bu gece.” “Sen bilirsin Ismaıl.” Aynur’a baktım yan gözle. Normal zamanlarda ismail abi derdi bana, oynaşmak istediği zamanlar: Ismaıl. Bırak şimdi Ismaıl’ı, ismail’i. Hesapladım, Galata Kulesine bin iki yüz doksan kilometre uzaktayız. Adamda sevişecek hal mi kalır? Ne ilgisi var diyeceksin, çok ilgisi var! Dün gece gösteriden sonra kumar da iyi gitmedi. Bir buçuk milyon içeri girdik. Maça kızı, kupa kızı derken. Aynur gitmiş atı okşuyordu. Maymunlar sakindi. Tarzan sessizdi.

Yağmur biraz daha hızlandı. Küçük çadırı toplamak gerekiyordu. Ne zaman yağsa, içine su giriyor, kuruyana kadar rezil oluyoruz. Bu akşam gelen giden olmazsa, geceyarısı toplarız pılımızı pırtımızı, yani iki çadırımızı, aslanımızı, atımızı, maymunlarımızı ve bulabilirsek yılanımızı, ben ismail Uygar ve sen Aynur Işık ve Petrosyan… Petro’nun soyadı neydi ulan? Petrosyan onun soyadı. Peki öyleyse adı neydi? Nerde kaldı bu herif? Sihirbazlık aletlerinin durduğu yeşil üzerine sarı, lacivert yıldızlı sandığın gizli bölmesinden bir şişe konyak çıkartıyorum. Kafama dikiyorum, iki yudum. Maymunların biri alkışlıyor bu sefer. Aynur gülüyor, geliyor kucağıma oturuyor, elini apış arama koyuyor, dilini kulağımın içine sokuyor. Ona da konyak veriyorum. Lıkır lıkır içiyor orospu. Canım, bitanem Aynur. Kalk kız! Bir haftadır uğramıyorum çadırına. içimden gelmiyor. Kötü düşler görüyorum. Düşlerle, düş insanlarıyla cebelleşiyorum uyku saatlerimde.

Yatak saatlerimin hepsi sıkıntılara harcanıyor. Aynur’un çadırına da Petrosyan giriyor geceleri. Girsin, beni ilgilendirmez. Aynur onu da sever biliyorum. Ben seviştikten sonra uyumayı severim. Bir tek o zaman düş görmeden, deliksiz uyuyabiliyorum. Petro’ysa seviştikten sonra aslanın yanında bir sigara içer, sonra gider büyük çadıra mandolin çalar, yanık güzel şarkılar söyler. Türkü değil, şarkı. Güzel şarkılar, bilmediğim bir dilde. Ermenice de değil. Rusça, Ermenice, Kürtçe, Zazaca, Romanca, Arnavutça, italyanca, ispanyolca, Yunanca konuşurum ben. Bir de Türkçe, etti mi sana on dil. Az Almanca, az Fransızca da bilirim. Petro’nun nece şarkı söylediğini kestiremedim yıllardır. Kaç kere sordum, her seferinde aynı yanıt! Dil mi yok Patron! Uyduruyorum.

Bok herif! Aynur önce ata, sonra maymunlara havuç verdi, sonra yağan yağmura aldırmadan gidip Tarzan’ın altındaki otları değiştirdi, etini, suyunu tazeledi. Ben de kalktım, Benekli’nin kafesinin kırılan camını çıkardım, yerine kalın bir sunta çaktım, geri gelirse bu taraftan nah kaçar yılanoğluyılan. Maymunlara çektirdiğimiz niyet kutusunun kartonlarının altından çikolatalı bir gofret aldım, konyağa katık etmeye. Locadaki iskemlelerden iki tanesini çadırın kapısına çektik, Aynur’la oturduk yan yana, karşı tepeleri, çam korusunu, yağan yağmuru, gittikçe sararan çamuru ve gri mavi gökyüzünü seyrettik. Konyak şişesi bitince fırlatıp atmadım, gidip sandıktaki yerine yerleştirdim özenle. Onun yanında duran ikinci şişeyi aldım. Maymunlara verdiğimiz kabak çekirdeği torbasından da bir avuç. Aynur’un yanına dönüp oturdum. Yüzüme baktı. Ben ona bakmıyormuş gibi yaptım. Baksam ağlayacaktım. Osuruk bir durum yani anlayacağınız. Koca adam. Bir ismi var. Sirk sahibi.

Gözlerim dolacak gibi oldu. Konyak şişesini kafama diksem de, boğazıma kaçmış gibi mi yapsam? Ulan nereden çöküyor bu içine sıçtığımın hüznü? Bakma kızım bana! Bakma diyorum! Cebimden mendilimi çıkarıp gözlerimi sildim, burnumu sümkürdüm! Of! Oooof of! Mendili yan cebime tıkıştırdım, Aynur elimi tuttu. Küçük, güzel, pancar gibi bir el. Şeker pancarı. Baktım. Ağlıyordu. Diliyle gözyaşlarını yalıyordu. Çocukken düşen kar tanelerini yakalardık aynı yöntemle. Büyüyünce de sürdürdük bu eylemi. Dilimizle. Kar yağmadığı zamanlar bile. Ne kadar korkunç her şey. Ne kadar kötü. Siktiğimin hayatı! Hiçbir şey olması gerektiği gibi değil. Aynur’un eli, avcumda eriyip küçülüyordu sanki.

Bıraktım. Fazla samimi olmanın gereği yok. Yılan kaçtı, yağmur yağıyor, canımız sevişmek istemiyor, karnımız aç değil, canımız sıkılıyor, paramız yok, şöyle uzanalım, üstümüzü çıkaralım, en son ne zaman regli olduk, düzenli adet görüyor muyuz, baş ağrılarımız var mı, yüz kızarması ve ani terleme oluyor mu, konuşurken konudan konuya atlıyor muyuz, alkol ya da başka uyuşturucu maddeler alıyor muyuz, gözlerimiz dolduğu zaman burnumuzu karıştırıyor muyuz, uzanın ve üstünüzü çıkarın, doktorculuk oynayalım. Kutsal mesleklerin ikincisi doktorluk. Birincisi sirk sahipliğidir. Hem doktor, hem veteriner hem de aptal bir üçkağıtçı olmayı gerektirir çünkü. Aynur uzanıp yan cebimden mendilimi aldı ve burnunu sümkürdü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir